24 Nisan 2014 Perşembe

SEVMEYE VAKİT Mİ VARDI 1.BÖLÜM

SEVMEYE VAKİT Mİ VARDI

Kelebek kanatlarında o mütereddit ve endişeli titreşimler olmasa; kumsaldaki narin çakıl taşlarını okşayıp yıkadıktan sonra usulca geri çekilen sakin dalgalara bakan hiç kimse, gök kubbenin altında yaşayan hiçbir canlı 1937 Ağustosunun 17'sinin takvimlere bir sonun başlangıcı olarak kayıt düşüleceğini söyleyemezdi.
Yorgun yazdan kalan miskin güneşin yalancı yalayışları, kuzeyden gelen diri esintiyle tuvalindeki renkleri hercai bir alışkanlıkla harmanlayan sokak ressamı gibi altunî kavak yapraklarını şarabî sarmaşıklara, kuruyup kahverengine çalmış eskiyeşili, kavruk tütün rayihasına karıştırıyor; deniz kıyısındaki korunun göğsüne zarif bir yüzük taşı gibi taht kurmuş iki katlı, mütevazı Yalova Köşkü’nün üst katındaki yatak odasında, beyaz saten çarşafların üzerinde kalçalarına kadar dökülen dalgalı altın renkli saçları, yaşasaydı Koca Sinan'ın minarelerine ilham verecek kadar uzun, süt beyazı bacaklarıyla; Karpat dağlarının vahşi ormanlarında fütursuzca sıçrayan ceylanları önünde diz kırdıracak güzellikteki Zsa Zsa Gabor, değdiği gözü yangın yerine çeviren likör yeşili gözlerini açtı. Mahmur bakışlarını sol yanına çevirdiğinde yatakta yalnız olduğunu fark etti. Belli ki Paşa, her sabah olduğu gibi, yine erkenden kalkmıştı. Odanın açık balkon kapısının tülünü havalandıran sabah esintisinden mi bilinmez ZsaZsa bir yıl önce henüz on yedi yaşındayken, Budapeşte'nin Hotel Galiard Balo Salonu'nda Macaristan Güzeli seçildiği geceyi hatırladı. O gece orada birisi ona -kendi deyişiyle Paşam’ın- dünyanın geri kalanının deyişiyle Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün metresi ve İngiltere adına çalışan bir casus olacağını söyleseydi, Fransız Limoges porselen vazolarından yankılanmış- çasına parlayan kahkahasını tutamazdı herhalde.

Yataktan akarcasına inip çıplak ayaklarıyla balkona yürüdü. Yalova Köşkü asırlık çınarın serin soluğu altında yeni bir sabaha uyanıyordu. Paşa ise gazetelerini almış, yine her sabah yaptığı gibi, sinek kaydı  traşını olmuş, jilet gibi giyinmiş ve çınarın altındaki beyaz, hasır Emmanuel koltuğuna kurulmuştu. Paşa akşam rakı sofrasında konukların nefesini kesecek kadar yüksek zekâ şerareleri ve esprileriyle ortalığı kırmış geçirmişti. Konukların köşkü terk etmelerini takiben Zsa Zsa, nasıl olduğunu anlayamadan altı ay önce Ankara Karpiç Lokantası'nda daha ilk dans edişlerinde âşık olduğu adamın kollarına dün gece yine kendisini bırakmış, beyaz saten çarşaflar üzerinde esrik bir bedensel yükselişi yeniden tatmışlardı.

 Mahur sevişmelerinin ardından birbirlerine sarmaşıklar gibi dolanarak uyumuşlardı. Paşa günün onca yorgunluğuna ve rakıya ve aşka rağmen yine kısa bir şekerleme sonrasında yataktan sıyrılarak çıkıp küçük barok çalışma masasına oturmuş, ZsaZsa uyanmasın diye elektrik ampulünü açmayıp, gaz lambası ışığı altında, burun ucuna düşürdüğü gözlükleri gözünde, aklından geçenler kaçıp, kompartman değiştirmeden kâğıda dökmeye karar vermişti. Oysa Zsa Zsa uyumamış, uzun kirpiklerinin arasından Paşa’nın saklı defterine not düştüğünü görmüştü. İşte şimdi o gecenin sabahında Zsa Zsa, Macaristan'dayken kendisine verilen görevi yerine getirmek üzere mutfağa gitti.  Köşk görevlileri onu görünce cezveyi, kahveyi, fincanları hazırladılar. Zsa Zsa her sabah olduğu gibi Paşa’sının kahvesini pişirmek üzere ocağın başına geçti. Pişen kahveyi fincana aktarırken kaşla göz arasında, yine Macaristan'da ona gizlice verilen küçük kahverengi cam şişedeki ilaçtan bir damla Paşa’sının kahvesine damlattı.

Kahveyi Paşa’sına gönderen Zsa Zsa, hizmetliye, banyo yapıp Paşa’nın yanına, kahvaltıya geleceğini söylemesini de tembihlemişti. Yukarı, yatak odasına çıkan ZsaZsa Fransa’dan getirtilmiş çinko küveti sıcak suyla doldurup uzandı ve Paşa’sının ilacın etkisiyle uyumasını bekledi. Kısa bir banyo keyfinin ardından balkona çıkan ZsaZ sa, Paşa’nın çınarın gölgesindeki Emmanuel koltukta kaykılmış, kahvesi sehpada, kitabı kucağında uyuyakaldığını görünce balkondan odaya bornozunun eteklerini savurarak seğirtti. Barok masanın çekmecesini usulca çekti. Paşa’nın sır defterine gece düştüğü notların olduğu sayfayı açtı ve stiloyla kopyasını çıkartmaya koyuldu. Odanın kapısını kilitlemeyi unutmamış, bir kulağını ise balkona asılı bırakmıştı.

Paşa, yalnızca uyurken eğdiği başını sol omzuna misafir etmiş, beyaz hasır koltuğunda, bembeyaz bir istiridyenin kalbinde sakladığı incinin huzurlu ışıltısını yüzünde taşıyarak uyuyordu. Paşa’nın ebediyete göçmesinin hemen ardından büyük ödülünü kazanacak ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, Ellis adasındaki göçmen kuyruğunu by-pass ederek giriş yapıp, Hilton Oteller zincirinin varisi Conrad Hilton’la; kişisel evlilik zincirinin birinci halkasını takacak olan, Amerikalıların seslenişiyle JaJa, asırlık çınar ağacına doğru ellerinde testere ve ahşap merdivenle yaklaşan iki bahçıvanı görmedi. Koltuk, Paşa’yı öylesine bağrına basıp saklamıştı ki, bahçıvanlar onu fark etmeden, çınarın yanına geldiler. Koca çınarın ana dallarından biri köşkün duvarına dayanmış, sakin gücüyle son bir kaç aydır santim santim itmekteydi.

Bahçıvanlar bir buçuk iri kıyım erkek kulacı çapındaki ana dalı kesmek üzere merdiveni çınarın asırlık gövdesine dayayarak tırmandılar. Testerenin dişlerini ağaca geçirmiş, dalı gövdeden ayırmak üzere ileri geri kuvvetle ittirdikçe çınar, gözyaşlarını Paşa’nın yüzüne akıtıyordu adeta. Havada dans ederek süzülen talaşlarının yüzüne düşmesiyle uykusundan uyanan Paşa, gözleri uyku perdesinden sıyrılıp da hedefine kilitlenince ağacın dalındaki bahçıvanları gördü.

- N'apıyosunuz orda?

Paşa’nın sesi köşkün yatak odası tavanına çarpıp da JaJa’nın kulaklarına dolunca, ipek sabahlığının rüzgarının savurduğu kağıdın düşmesine aldırış etmeden dışarıya seslendi.

- Paşam, bana mı sordunuz?

Tek bir adımla balkona çıkan JaJa, dalından kopup, gülle gibi toprağa çakılan ham ayvalar gibi düşmekten, kestikleri dala sarılarak kurtulan bahçıvanları azarlamakta olan Paşa’yı gördü.

- Günaydın gün ışığım...

dedi Ekselans, Juliette gibi balkonundan sarkmış, ona bakmakta olan Rapunzel’e.

- Günaydın Paşam...

Doğan güneşi selamlarcasına bakmıştı koca adam balkondan yükselen ışığa. O esnada bahçıvanlar dalın üstünde tir tir titremekteydi.

- N'apıyorsunuz orada dedim?

- Dal köşke dayandı Gazi Hazretleri, budayacaktık...

Diye yanıtladı bahçıvanlardan yaşlıca olanı. Paşa derin bir soluk aldıktan sonra;

- Inin bakayım oradan çabuk.

Bir hamlede ağaçtan inen bahçıvanlar süt dökmüş kediler gibi karşısına geçtiğinde Paşa gözlerini dikip;

- Üç yıllık köşk için üç yüz yıllık çınar mı kesilirmiş?

Verecek cevabı olmayan bahçıvanların yardımına, konuşmaları duyup koşarak gelen yaveri nefes nefese yetişti:

- Köşkün temellerini oynatıyor paşam, başka ne yapalım bilemedik..

Paşa en az üç yüz yıllık çınar ağacının bilgeliğini taşıyan gülüşüyle bir saniye bile düşünmedi:

- Köşkü taşıyın.

Genç köşk de, balkondaki genç kadın da, asırlık çınar ağacı da, yaver de, bahçıvanlar da, mütereddit kelebekler de imkansızlığı imkansız kılan adamın şaka yapmadığını anlayacaklardı o gün...

                   *             *             *

Köşkün temellerine kadar toprak derinlemesine kazılmış, köşkten itibaren ise yer kabuğunun karnı yirmi metre yarılmış, taze toprak kokusu havayı kaplamıştı. Yarığın dibine tren rayları döşenmiş, dekoville çıkan toprak taşınmakta, raylar üzerinde kaydırılacak olan köşkün yolu açılmaktaydı. Lacivert blazer ceketinin altına giydiği beyaz keten pantolonu ve beyaz ayakkabılarına bulaşmaya kıyamayan çamura aldırış etmeyen Paşa, köşkü çekerek raylar üzerinde kaydıracak olan kalın meşin kolanların da hazır olduğu bilgisini alınca izleyenlerin nefeslerini tuttuğu o anda komutunu verdi:

- Çekin!

Paşa koskoca köşkü temelinden kaydırma işlemini paylaşmak için küçük bir grubu da davet etmişti o gün köşkün bahçesine. Çarklar meşin kolanlara asıldıkça kulakları tırmalayan bir gıcırtı yükseldi önce. Nihayetinde meşin kolanlar esneme kapasitesinin sonuna geldiğinde gerilim had safhaya ulaşmıştı. Ya köşk direnecekti, ya kolanlar... Elbette beklenen oldu, Paşa’nın hesabı tuttu, koca köşk titreye titreye yerinden oynadı. Çoğunluğu yabancı gazetecilerden oluşan kadınlı, erkekli topluluğun hayret dolu nidaları eşliğinde köşk raylar üzerinde ağır ağır yürümeye başladı. Alkışlar, tebrikler havada uçuşurken Paşa yüzündeki geniş ve gururlu gülümsemesiyle konuklarına dönerek pürüzsüz Fransızcasıyla sordu:

 - Acıkmadınız mı?

Konukların toplandığı temaşa alanının hemen arkasında, köşkün santim santim kaymasını izleyebilecekleri bir yere uzun bir masa kurdurmuştu çoktan. Beyaz örtülerle kaplı masaya, beyaz porselen yemek takımları yerleştirilmiş, konukları beklemekteydi. Konuklar masanın etrafındaki koltuklara yerleşirlerken bir yandan da hem servis hem sohbet başlamıştı bile. Fransızca bir gazeteci:

- Ekselans! Adım Maurice Pernot.. Fransız Revuedes Deux Mondes gazetesi adına buradayım.Sizi kutlarım. Bir ağaç için gösterdiğiniz hassasiyet alkışları hak etmekte. Bir röportajınızda muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız dediniz. Bunu açar mısınız?

Diye sorunca Ekselans:

- Mösyö, Bizim vücutlarımız doğuda ise de, düşüncelerimiz batıya dönüktür. Bu nedenle öncelikle halkımızı fikrini serbestçe ifade etmek hususunda cesaretlendireceğiz. Çünkü bu millet asırlardır "senin düşünmene gerek yok, senin yerine ben düşünürüm!" diyen idareciler tarafından yönetildi.. Yaratıcı fikirler ancak kişinin düşündüğünü serbestçe söylemesi, yazmasıyla mümkündür!..

Diye cevapladı. Konuklar Ekselans’a hayranlıkla bakarken, yabancı olduğu anlaşılan bir diğer gazeteci David Graham Farmer kızgın bakışlarını ondan alamamaktaydı. Ateş saçan gözler Ekselans’ın dikkatini çekse de o anda başka bir gazeteci söz aldı.

- Ward Price, Daily Mail gazetesi. Ekselans! Siz böyle diyorsunuz ama, Avrupalı birçok yazar, sizi "Diktatör"olarak vasıflandırıyor!

Ekselans kendine ve yaptıklarına güveni tam olan adamların gülüşüyle karşılık verdi bu soruya önce ve sonra cevapladı:

- Eğer ben diktatör olsaydım, siz bana bu soruyu sorabilir miydiniz Mösyö?

Masadakiler gülerlerken Farmer yine katılmamıştı coşkuya... Ekselans bu kez başkasının araya girmesine izin vermeden sözü ona verdi:

- Siz belli ki bana bir nedenle kızgınsınız.. Öğrenebilir miyim?

Farmer Fransızca bilmediğiniden yanındaki konuk Ekselans’ın sorusunu fısıldayarak Ingilizce'ye çevirdi. Bunun üzerine Farmer:

- Komutan! Size kızgınım çünkü siz Çanakkale'de ağabeyimi öldürdünüz.

Farmer’ın yorumu Ekselans’a çevrilince masadakilerde bir tedirginlik bulutu dolaştı. Halbuki Ekselans’ın gülümseyen yüzünde hiç bir ifade değişikliği olmamıştı. Hatta belki gülümsemesi bir nebze daha genişlemişti.

- Ağabeyiniz Çanakkale'ye nereden gelmişti?

- Avustralya?

- Avustralya... Dünyanın öteki ucu. Peki Mr.Farmer söyleyin bakalım; ağabeyinizi Çanakkale'ye ne maksatla yollamışlardı?

Masanın etrafındakilerden farklı tepkiler yükseldi. Ekselans yeniden söze başlayınca konuşmalar kesildi.

- Ağabeyiniz için üzüldüm. Ağabeyiniz gibi uzak diyarlardan emperyalist emeller uğruna gönderilerek savaşmış tüm askerler için de üzgünüm. Vatanımızın meşru müdafaası için toprağa düşen bu toprakların çocukları için de üzgünüm. Vatanın meşru müdafaası dışında her savaşı cinayet saydım ben. Keşke hiç olmasaydı bütün bu savaşlar ama heyhat, ne genç bedenler kaybedildi emperyalist çıkarlar uğruna. Mr.Farmer, bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken ağabeyiniz gibi tüm kahramanlar artık burada dost bir vatanın toprağında huzur ve sükun içinde uyumaktalar. Onlar bizim çocuklarımızla yan yana, koyun koyunadır artık. Memleketinize döndüğünüzde uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analara saygılarımı iletin. Gözyaşlarını dindirsinler. Evlatları bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

Konuklar gözlerinde biriken yaşlarla dinledikleri bu konuşmanın sonunda alkışlar, tebriklerle minnetlerini bildirdiler. Ekselans küçük rakı kadehini kaldırarak:

-Ruhları şad olsun...

Deyince masadakiler ona eşlik ettiler. Kadeh çınlamaları ve konukların aralarında başlattıkları kakafoni esnasında zar zor bir kadın sesi duyuldu:

- Peki Ekselans... Hiç âşık oldunuz mu?..

Ekselans küçük rakı kadehini dudaklarına götürürken bir anda donakaldı. Yüzü asıldı. Masadakiler sesin geldiği yöne bakarak fısıldaştı. Havada asılı kalan kadehini yavaşça çeviren Ekselans bir yudumda rakıyı kafasına dikti. Kadehi masaya geri bıraktığında nefesler kesilmişti. Ekselans’ın yüzündeki o güleç, sevecen ifade kaybolmuştu. Kaşları çatılmış, gözleri boş kadehine kilitlenmişti. Garson elleri titreyerek kadehi doldurdu. Ekselans öne eğilip sesin geldiği yöne bakınca konuklar; "ben sormadım" dercesine, domino taşları gibi arkalarına yaslanarak onun delici bakışlarından kaçtı. Masanın en ucunda sessizce oturmakta olan dünyanın en güzel genç kadını öne eğilerek sorunun sahibi olduğunu belli etti.

-Ekselans!

Dedi genç kadın. Etraftaki yabancılar bu genç ve güzel kadının kim olduğunu merak etmekteydi. Aralarında fısıldaştılar. Bunu fark eden genç kadın ayağa kalktı:

- Je suis Zsa Zsa Gabor...

Deyince, konuklardan Ward Price söze karıştı:

- Hatırladım sizi... Siz geçen senenin Macaristan Güzeli değil misiniz?

Ayakta ürkek bir kumru gibi titreyen bu genç kadını gören konuklar kıkırdadılar. Zsa Zsa onlara aldırmayarak devam edecekti ki; bu kez Ekselans söze karıştı:

- Evet öyleydi. Ama o geçen seneydi. Artık Matmazel Türkiye güzelidir. Buyrunuz Matmazel Ja Ja, sorunuzu sorunuz...

Zsa Zsa sesini toplayarak sorusuna girişti:

- Ekselans! Merak ediyorum. Siz, yenilmez bir kumandan, şaşırtıcı bir devlet adamı, müthiş bir devrimcisiniz. Bütün bunları tarih kitapları, mecmualar yazmakta. Ama, hiç bilinmeyen bir tarafınız var.. Ekselans, siz hiç sevdiniz mi?

Ekselans önüne baktı, hüzünlü bir tebessüm yerleşti yüzüne... Masadakiler nefesini tutmuş, bu hazır cevap liderin vereceği cevabı duymak için sabırsızlanmaktaydı. Ekselans iki parmağının arasında tuttuğu kadehi havada ağır ağır çevirdikten sonra bir yudum alıp hüzünlü gülümsemesini kaybetmeden, ağır ağır konuştu:

- Matmazel, bir ömür kışlalarda, cephelerde, karargahlarda, savaşlarda geçti...

Konuşmasının bu noktasında durakladı Ekselans. Yüzündeki hüzün derinleşmekteydi. Ekselans’ın hüznü derinleştikçe, onun canını yakmak için soruyu sorduğu belli olan Ja Ja’nın yüzünde de hüznün çemberleri giderek kendini göstermekteydi. Aralarında yaşanmış, yaşanamamış ne varsa sadece ikisi bilmekteydi ama derin yaralar olduğu masadakilerin gözlerinden kaçmamaktaydı. Ekselans alçak sesle cümlesini tamamladı:

- Sevmeye vakit mi vardı?...

Dedikten sonra kadehini yine sonuna kadar kafasına dikti. Boş kadehi masaya hafif sert bırakırken başı öne eğikti. Burnunun ucunda birkmeye başlayan kan damlasını o da dahil hiç kimse fark etmemişti. Ağırlığına dayanamayan kan damlası havada süzülüp önündeki boş beyaz porselen tabakta dağıldı. Ekselans endişeli gözlerle karşısındaki doktoru Dr.Nihat Reşat'a baktı. Doktor da kanamayı görmüştü. Köşkün yürütülmesine şahit olmak üzere çağrılmış olan konuklar, bir devrin kapanış faslının ilk gününe de şahit olmuşlardı.

                      *           *            *

Güneş, gün batımına doğru, o gün doğduğuna doğacağına pişman olmuş gibi bir mahcubiyet içinde kurşuni bulutların arkasına çekilmiş, deniz yaşanacakları düşündükçe hırçınlaşmış, rüzgar zapt edemediği öfkesinden sertleşmişti. Konuklar gitmiş, köşk hedeflenen mesafeye kaydırılmış, çalışma bitmişti. Kayan köşk ardında açık bir yara gibi taze toprak yarığı bırakmıştı.

Ekselans ve Ja Ja, mütevazı Yalova Köşkü'nün tam karşısından denize bir dil gibi uzanan ahşap, uzun, dar iskelenin  en ucunda, yan yana ayakta durmaktaydı. Rüzgarla etekleri savrulan pardesüleri üzerlerinde, sessiz bir hüzünle denize bakmaktalardı. Ekselans’ın yaveri ürkek adımlarla iskelede yürüyerek sokuldu. Elinde kağıtlarıEkselans’a gösterdi. Ekselans göz kapaklarını indirerek hem anladığını, hem de çekilebileceğini anlattı yavere. Yaver geldiği gibi usul adımlarla iskeleden çekilince neler olup bittiğini anlamaya çalışan Ja Ja cesaretini toplayarak konuştu:

- N'oluyor Paşam! Neden bana hiç bir şey söylemiyorsunuz?

Ekselans sessizliğini bozmadan ufka bakmaya devam etmekteydi. Ja Ja nemlenmiş likör yeşili gözleriyle Atatürk'e sokulup sordu:

- Kemal, neler oluyor sana? Benim bilmeye hakkım yok mu? Neden...

Atatürk JaJa’nın sorusunu tamamlamasını beklemeden konuştu:

- Yarın sabah trenle Ankara'ya dönüyorsun Ja Ja...

JaJa donup kaldı önce:

- Hiç bir yere gitmem ben seni böyle bırakıp... Benden bunu isteme, kalbimi söküp al, bunu benden isteme...
Atatürk'ün burnundan ince bir kan çizgisi akmaya başladı o anda. Cebindeki elini çıkartan Atatürk, mendiliyle kanı silerken:
- Görmüyor musun Ja Ja... Senin yerin artık kocanın yanı.. Sabah Ankara'ya dönüyorsun..

- Gitmem... Gidemem... Seni bırakmam... bırakamam... sonuna kadar seninleyim... gidemem..

- Sonu burası likör gözlüm.. Yol bitti!

JaJa ağlayarak Atatürk'ün göğsünü minik yumruklarıyla dövmeye başladı. Atatürk heykel gibi dikilmekteydi. JaJa Atatürk'ün elindeki kanlı mendilini aldı, nefret ederek yere attı.

 Sivri topuklarıyla mendili ezmeye başladı. Ne var ki, o mendilde sevdiği adamın kanı vardı. Kıyamadı, çömeldi, mendili ıslak zeminden aldı. Gözyaşlarına boğulmaktaydı. Mendili derin derin koklayarak sevdiği adamın kokusunu içine çekti. Dimdik ayakta duran Atatürk, eliyle usulca genç kadının saçlarını okşamak istedi. Sanki yasak bir sobaya elini uzatmış gibi dokunamadan parmaklarını topladı. Gözleri, ufukta patlayacak olan fırtınaya dikilmişti. Alacakaranlık çökmüştü ama tüm detayları aydınlatacak kadar güçlü bir şimşeğin ardından, yeri göğü inleten bir gökgürültüsüyle birlikte yağmur patladı. JaJa çömeldiği yerde Atatürk'ün bacağına sarılıp, sığındı. Atatürk’ün kulaklarında gök gürültüsü ve fırtınanın sesleri gerilerken, havada uçan havan toplarının vınlaması çınladı.

                       *     *     *

Trablusgarp çölünün cehennem sıcağında susuzluktan çatlamış bir atın kurumuş kafatasına basan devenin toynağından çıkan çatırtıyla, sıcak uykusundan irkilerek uyanan genç Mustafa Kemal, çift hörgüçün üstüne itinayla yerleştirilmiş, koltuktan bozma semerden kayıp da düşmemek için çevik bir hareketle kolçaklara tutundu. Tarihler 1911 senesinin 8 Aralık’ını göstermekteydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Afrika’daki son topraklarına, Trablusgarp eyaletine, İtalyanlar asker çıkartmış, haksız bir hak iddiasıyla işgale başlamışlardı ki, Kızıl Sultan namlı Abdülhamit’in imkansız gibi görünen istibdadını devirip, memlekete meşrutiyeti; Fransız devriminden mülhem, hürriyet, adalet, müsavat şiarıyla getirdiğini ilan etmiş Jön Türkler’in, efsane vatanseverlerinden Binbaşı Enver Bey’in reisliğinde bir grup İttihat ve Terakki Cemiyeti silahşörü, zerre kadar tereddüt etmeden yola koyulmuş, sayıları seksen bin olarak bildirilen İtalyan ordusuyla savaşmak üzere Trablusgarp’a gelmişlerdi. İlk grubun ardından yola çıkan Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Fuat ve Nuri’de, Mısır üzerinden Trablusgarp’a geçmiş, Enver’in komutasındaki gerilla grubuna katılmak üzere, önceden tespit edilmiş olan buluşma noktasına doğru Trablusgarp Sahrasını rahvan deve adımlarıyla arşınlıyordu.  İtalyan devriyelerine yakalanmamak için, kuzey Afrika’da dağınık bir halde yaşayan, Berberi’lerin ananevî kıyafetleri olan çivit mavisi harmanilere sarınmış, çivit mavisi sarıklarını kaşlarını aşırıp gözlerine kadar indirmiş, boşlukları doldurmaya pek hevesli çöl kumuna karşı ağızlarını burunlarını yine aynı renk sargılarla maskelemiş bir halde, uzaktan, küçük bir berberi kervanı intibaını uyandırarak ilerliyorlardı. Gece esip gürleyen çöl fırtınası, sanki devasa bir spatulayla kum tepelerine yeniden şekil vermiş, akıl almaz bir ustalıkla, şaşmaz bir füzen üstadı inceliğiyle keskin zirveli yeni tepeler yaratmıştı.

At kafatasının kırılmasından çıkan çatırtıyla uykusundan sıçrayan Mustafa Kemal, çölün bu tekdüze sakinliğinin de etkisiyle kendini yeniden uykunun sıcak ve etli kucağına yavaş yavaş bırakırken, kulakları sağır eden bir gümlemeyle Bahtiyar’ın sırtından atlamış, arkadaşlarıyla birlikte en yakın kum tepeciğinin ardına mevziilenmek üzere koşmaya başlamıştı ki, uğursuz ıslığıyla hızla yaklaşan bir havan topu mermisinin on metre kadar yakınlarına düşmesiyle sağa sola savruldular. Şimdi, üstlerine kör kurşunlar yağmakta, yakınlarına top mermileri düşmekte, çöl sarsılmakta, şarapnellerle havalanan çöl kumu görüşü imkansız kılmaktaydı.

Toz duman arasında, bir elinde tabancası, sırtını bir kum tümseğine dayanmış, göğsüne isabet eden bir şarapnel parçasıyla tutuşan harmanisini söndürmeye çalışan Mustafa Kemal, bir yandan da sağa sola savrulmuş arkadaşlarına seslendi:

- Nuriii!...Fuaaaaat...

Cevap gecikmeden geldi. Küçük kervandakilerden hiçbiri yaralanmamıştı. Nuri, Fuat ve onlara çölde eşlik eden yerli birkaç rehber, sürünerek Mustafa Kemal’in mevziilendiği tümseğe yaklaşmaktalardı. Askeri mektepte tanıştıkları günden beri hiç ayrılmayan “üç silahşörler”, Mustafa Kemal, Nuri ve Fuat şimdi kuzey Afrika’da bir çölün ortasında, nereden ve niçin geldiği belli olmayan top mermilerinin altındaydı. Esasında üçü de birbirinden iyi silahşör olan bu yakın arkadaşlara, “Üç Silahşörler” lakabını, Fransız edebiyatına pek düşkün olan kılıç hocaları “Monşer Kamil Efendi”nin, yenişemedikleri bir talim sonrasında Alexandre Duma’dan ödünç alarak taktığı efsanesi nesilden nesile aktarılıp dursa da, işin doğrusu başkaydı. Onların içine doğdukları yıllarda da, askeri mektepte eğitildikleri yıllarda da Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı olan nam-ı değer Kızıl Sultan, Abdülhamit, askeri mekteplerde hakiki silahlarla eğitimi yasaklamıştı. Ondan önceki padişah olan ağabeyini, ihtilal yapıp tahttan indiren de, boşalan tahta Onu oturtan da bahriyelilerdi. Padişah deviren eli silahlı bu yeni yetmelerin, gün gelip Onu da tahttan indirmeyecekleri ne malumdu? Bu vesvese, Kızıl Sultan’ı dahiyane bir fikre ulaştırmış, askeri okullarda hakiki silahla eğitimi yasaklamıştı. Gayet kaabiliyetli bir marangoz olan Sultan, kendi elleriyle yekpare gürgen ağacından oyarak imal ettiği bir adet piyade tüfeğini, Harp Okulu hocalarının eline tutuşturmuş:

- Alın, talebelerinize bundan yaptırıp dağıtın. Hem kaza bela çıkmaz, hem de memlekete iktisaden faydası dokunur.

deyip kapıyı göstermişti. Genç hocalardan Sertabip Mehmet Emin Efendi’nin:

- Cerrah olacak çocuklara da tahta neşterle ameliyat yaptıralım da tam olsun bari.

dediği hafiyeleri tarafından kulağına fısıldandığında, cerrahın derhal ameliyat masasına yatırılmasını, zaten işe yaramaz bir organ olduğu tabiblerce söylenen apandisitinin, dördüncü sınıf talebelerinden birisi tarafından hakiki neşter kullanılarak çıkartılmasını, bu teklif beğenilmez ise, pılısını pırtısını toplayıp Fizan’a doğru yollanmasını emir buyurmuştu. Başka bir itiraz çıkmayıp da, hatta “pek münasiptir” nidaları yükselince, memleketin marangozları işe koyulmuş, yirmi altı gün içerisinde imal edilen tahta tüfekler, süngüler, revolverler, kılıçlar, toplar askeri okullara dağıtılmış, hakiki silahlara okul müzelerinde ağızlarının suları akarak bakan talebeler, mekteplerinden mezun olup da gittikleri cephelerde evvela patlayan hakiki fişeklerin sesine alışmaya çalışmışlardı. 

Talebelerin tahta tüfeklerini silahlığa bırakıp da koğuşlarına çekildikleri, memleketin görüp göreceği en soğuk kışın en soğuk gecesinde koğuş nöbetçileri olan Mustafa Kemal, Fuat ve Nuri, hepi topu iki çeki odununun parasını alamadığı için askeri talebeyi o gece soğukta bırakan oduncuyu günyüzü görmemiş galiz tekerlemelerle yeri göğü inleterk yad eden Ömer Naci’yi de nihayetinde yatıştırmışlar, ancak ayazın azmasıyla, elde kalan odunun tükenmesi bir olmuş, bıyıkları daha yeni terleyen talebeler, o gece bıyıkların buz tutması ne demekmiş, onu da öğrenmişlerdi ki, Mustafa Kemal:

- Uyuyanın üstüne kar yağar!

diyerek silahlığa dalmış, koca koğuşu güya ısıtacak olan kıytırık sobaya  tahta tüfeklerden dördünü sürmüştü de, o geceden on altı yıl sonra Sarıkamış’ın geçit vermez Allahüekber dağlarında donarak ölecek olan arkadaşlarının akıbetini ertelemişdi. Sabah sayımında noksan çıkan dört tüfeğin hesabı sorulunca, Mustafa Kemal:

- Koğuştaki üç yüz yetmiş talebeye birer salisilat tableti verseniz, dört değil, kırk dört tahta tüfekten daha pahalıya mal olurdu.

cümlesini oluşturan kelimeleri sıralamış, anlaşılacağından emin bir ruh haliyle, Kumandanının:

- Aferin evladım. Kumandan dediğin müşkül vaziyette, doğru kararı vermelidir. Sen de öyle yapmışsın. Aferin!

cümlesini veya benzerini oluşturan kelimeleri cevaben sıralamasını beklerken kendini, geriye kalan üç yüz altmış altı tahta tüfeğin zımparalanıp, cilalanarak yenilenmesiyle vazifelendirilmiş olarak bulmuştu. Elbette Fuat ve Nuri de ona katılmış, böylece adam başına yüz otuz iki tüfek düşmüş, dört tüfeğin yanmasıyla oluşan ısı sayesinde geceyi nispeten ısınmış olarak geçiren talebeler hafta tatilinde evci çıkarlarken, üç kafadarlar kışlanın avlusunda işe koyulmuşlardı. İşte o gün, orada, yere oturmuş üç kafadarı tahta tüfekleri cilalarken gören Monşer Kamil Efendi anında lafı gediğine oturtmuştu:

- Üç Silahşörler! 

Ona doğru sürünerek yaklaşmakta olan Nuri’yle, Fuat’ı görünce o günler şimşek hızıyla aklından geçmiş, kulağını yalıyan bir mitralyöz mermisi bile dudağındaki gülümsemeyi engelleyememişti. Şimdi, Afrika’nın çölünde, işte bu iki arkadaşıyla birlikte, Osmanlı topraklarını işgal etmek üzere asker çıkartan İtalyanlar’la savaşmaya gelmiş, ancak daha ayaklarının tozuyla silahlı bir çatışmaya maruz kalmışlardı. Harmanisindeki yanığı nihayet söndüren Mustafa Kemal, yanığın altında cep niyetine dikilmiş torbadaki, Mustafa Şerif uydurma ismine düzenlenmiş sahte kimliğiyle, kimi evrakını çıkartmış şimdi de onları yanmaktan kurtarmaya çalışıyordu ki, dörde katlanmış, ortasında hala tüten kocaman yanıktan "Sarı Gül’üm”..."Seni çok özledim”... "Sensiz geçen günler”... gibi kesik kesik cümlecikler arta kalmış mektup bir an gözüne çarptı. Evrakı cebine sokuşturup, olan biteni anlamak üzere kafasını tümsekten çıkartıp, dürbünüyle durum tespiti yapıyordu ki, yanına varan Nuri’yle Fuat telaşla sordular.                                       

- Buluşma noktasını mı şaşırdık...?N’oluyor?

- Şaşırmadık..şuradaki küçük grup bizimkiler...

Mustafa Kemal’in gösterdiği yerde üzerlerinde arap giysisi olan, otuz  kadar Osmanlı silahşörü, iki yüz kişilik bir İtalyan askeri konvoyuyla çatışmaktaydı. Anlaşılıyordu ki, az önce yanıbaşlarına düşen havan topu mermileri, onları hedef almamış, henüz disiplinli çatışma düzenine geçememiş İtalyanlar’ın, saldırıya ilk uğradıkları anda telaşla ateşledikleri toplarından çıkmıştı.

Şimdi, İtalyanlar, ilk saldırıyı durdurmuş, komutanlarının düzen ve disiplini sağlayan direktifleriyle, arap kıyafeti içindeki Osmanlı silahşörlerini çembere almışlardı. Mustafa Kemal kuşatılmış arkadaşlarına doğru seslendi:

- Enveeeer?

İtalyan’larla çatışmakta olan milisler, çölün ortasında kumandanlarının isminin seslenilmesine şaşırmışlardı ki,  Kumandan Binbaşı Enver Bey sesi tanıdı. Yanındakilere dönerek “Kemal bu!” dedikten sonra, sesin geldiği yöne seslendi:

- Kemaaaal..

- Bu tarafa yaklaşın, kuşatmayı yaracağız..

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının mevziilendikleri yerden çıkarak yaylım ateşiyle üzerlerine koşunca, beklemedikleri bir anda iki ateş arasında kalan İtalyanlar, kuşatma disiplinini daha fazla koruyamayarak yarılmışlardı. Onların şaşkınlığından istifade eden Enver, çemberin yarığına, yani, Mustafa Kemal’in mevzilendiği yere doğru adamlarını çekmek üzere bağırdı:

- Kuşçubaşııı, Yenibahçeliii.. çekiliyoruz..ayrılııın!

Çok değil, daha üç yıl önce, Abdülhamit’e rağmen Enver’in liderliğinde, Osmanlı’daki istibdatı yıkarak meşrutiyeti getiren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en tanınmış silahşörlerindenKuşçubaşı  Eşref  ve Yenibahçeli Şükrü otuz kişiden oluşan milis grubunu ikiye bölerek ve grupları birbirinden ayrılarak geri çekilirken, İtalyanlar’a amansız bir yaylım ateşi açtı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının da diğer yandan veryansın ettiği koruma ateşi altında Enver ve silahşörleri onların bulunduğu, nispeten emniyetli mevziiye kayıp vermeden ulaştılar. Son olarak, İttihat ve Terakki’in en gözü kara silahşörü olarak nam salan Yakup Cemil ve Enver’den iki yaş küçük olan amcası Halil, çatışmada yaralanan Sapancalı Hakkı’yı koltuk altlarına girip, karga tulumba omuzlamış bir halde mevziiye ulaştırdılar.

Daha yoldayken sıtma girmemiş sesiyle bas bas bağırarak ortalığı inleten babayiğit Yakup Cemil, ortalıkta yardıma gelen bir sıhhiyeci göremeyince bir kez daha narayı bastı:

- Sıhiyeeee...

Yakup Cemil, kan revan içinde kalan eliyle, acısı yüzüne yansıyan Sapancalı’nın yarasına bastırırken bir yandan da arkadaşını sakinleştirdi.

- Ben indirecem o covinonun façasını aşağı şimdi kardeşim.. Sen merak etme..

Silahşörler çekilmeyi kayıp vermeksizin tamamlamışlar, Enver’le , Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlardı. Enver’in komutuyla ateşi kestiler.

- Çekiliyoruuuz... Hilal düzeni aaaalll! 

Komutla birlikte silahşörler kanatlara doğru açılınca, dağılıp kaçtıklarını sanan İtalyan yüzbaşısı Carlo zaferin coşkusuyla emretti:

- Çekiliyorlaar! Hücuuuumm!

İtalyan’lar, hala geri çekilmekte olan Enver ve Mustafa Kemal’i önlerine katıp kovaladıklarını zannederek coşmuş, önce kanatlara açılıp dağıldıkları intibaını uyandıran iki silahşör grubunun açıktan yay çizdikten sonra, merkezdeki Mustafa Kemal ve Enver’in bulunduğu üçüncü atış noktasına kenetlenmesiyle istenen olmuş, İtalyanlar bir anda meşhur Türk kapanının ortasına düşmüşlerdi.

- Yere yaaat!

Enver’in bu komutuyla birlikte bütün silahşörler aynı anda aniden geri çekilmeyi bırakıp kendilerini yere atınca, peşlerinden gelen kalabalık İtalyan askerleri bir ölüm çemberinin içinde kaldıklarını ancak fark etmişler, fakat nasıl olup da, göz açıp kapayıncaya kadar geçen şu kısa zaman diliminde, kuşatan durumundan kuşatılan durumuna düştüklerini hiç anlayamamışlardı. Ancak, az sonra hiç değilse şunu anlayacaklardı ki, Türkler’de oyun çoktu.

- Çıkıyorum..

Mustafa Kemal, siperden fırlamış, tabancalarını ardıardına ateşlemeye başlamıştı. İtalyanlar iki elinde iki tabancayla ateş ederek üzerlerine doğru koşmakta olan bir silahşör görünce, bütün namluları ona çevirip ateş kusmuslardıama, Mustafa Kemal zamanlandırmayı iyi ayarlamış, kendini bir kum tepeciğinin arkasına atmıştı. İtalyan askerlerinin dikkatleri tek bir noktaya toplanmışken Enver komutunu verdi: 

- Ateeeeşşşş!

Silahşörler, hilalin ortasına girmiş olan İtalyanlar’ın üzerine yağmur gibi mermi yağdırmaya başladığında, onlarca İtalyan askeri, daha ilk anda oldukları yere yığıldı. Kumandanları, paniğe kapılarak dağılmakta olan askerlerine acaleyle yere yatmalarını emrederken, ilkel berberilerin nasıl olup da böyle savaştıklarına anlam veremiyorlardı.

Sanayi devrimi sonrası hızla kuvvetlenen İngiltere, Fransa, Rusya ve hatta Almanya’dan yarım yüz yıl kadar gecikmeli olarak palazlanmaya başlayan İtalyan devleti’nin yayılmacı siyasetçileri, Büyük Roma İmparatorluğunun tarihe gömülmüş şaşaalı geçmişini yeniden diriltecekleri hülyasını; “iş, toprak, para ve palmiyeler altında hurma şerbetine meze, karaüzüm renkli arap dilberi memesi” vaadiyle parlatıp, Sezarların işsiz, güçsüz torunlarını babalayarak, Roma’dan, Napoli’den, Floransa’dan, Rimini’den, Sicilya’dan gemilere bindirip Afrika’ya getirmişlerdi. İşin esasının, büyük emperyalist devletlerin kağıt üzerinde çoktan paylaşımını tamamladıkları, yeni enerji, yani güç kaynağı olan petrol zengini toprakları ele geçirmek olduğunu sağır sultan dahi duymuş iken, Osmanlı Sultanlarının hala duymamış olması, hastalığına bağlanmış, hastalığın adı da “bunama” olarak konmuştu.  Ortaçağlarda yaşadıkları; “mammamia, il Turco” cümlesiyle efsaneleşen korkuları, artık, ancak mamasını yemeyen bambinoları korkutur olmuş; yüzyıl savaşlarının sonunda esir alarak, Roma sokaklarında kafeslenmiş vahşi bir hayvan gibi teşhir ettikleri, ama yine de bir türlü kapatamadıkları  hesaplarının muhatabı olan KartacalıHannibal’in fillerinin esamesi dahi okunmaz olmuşken, Trablusgarp’ın altın ve petrol zengini toprak altı değerlerini ele geçirmeye gelen İtalyan covannileri, daha bu ilk atakta Hanya’yla Konya’yı görmüşlerdi.

- Lanet olsun...Bunlar da kim böyle?

- Bilemiyorum kumandanım... Berberiler değil mi?...

- Berberiler ne zaman öğrendi böyle savaşmayı? Attığını vuruyor herifler...

Gerçekten de attığını vuran hepi topu otuz beş silahşör, İtalyanlar’ı teker teker haklıyordu. Yüzbaşı Carlo, kendi askerlerinin de isabet alması ihtimaline rağmen, yegane kurtuluş ümidinin, Berberi zannettiği bu inanılmaz silahşörleri topa tutarak paramparça etmek, en azından sindirmek olduğunu düşünerek emrini verdi.

- Çabuuuk! Topları çevirin!

İtalyan topçular, havan toplarını ateşlemeye başlayınca ortalık bir anda cehenneme döndü. Çatışmanın en yoğun yaşandığı, tarafların neredeyse birbirinin içine geçmiş bir halde vuruştuğu bölgede havada patlayarak çevreye dağılan şarapnel misketleri adres sormadan insan etlerine saplanmaya başladığında, Yakup Cemil’in yanı başında çarpışmakta olan genç Ertuğrul göğsünden vurularak devrildi.

Yakup Cemil’in gazabıyla tanışmak mecburiyetinde kalmasalar, İtalyanlar bu tek isabetleriyle belki de sevineceklerdi ama gel gör ki, delirmek için bütün delilleri zaten her daim elinde bulunduran bu insan azmanı, korunaklı mevziiden çıkmış, Kuşçubaşı’nın fitilini ateşleyip eline tutuşturduğu dinamit lokumlarını yaradana sığınarak, normal bir insanın çakıl taşı fırlatsa ancak yetiştirebileceği uzaklıkta yerleşmiş olan İtalyan topçularının arka destek grubuna doğru fırlatmaya başladı. Kulakları sağır eden gümbürtülerle İtalyan askerlerin kolları bacakları feryat ve figanlara karışıp sağa sola dağılınca, soğukkanlılıkla Yakup Cemil’i korunmasız tümseğin üzerinde delik deşik edebileceklerken, sahnenin ihtişamına kendini kaptıran covannilerin o bir anlık gafleti, Mustafa Kemal’e sonlandırıcı darbenin kaçırılmamamsı gereken zamanının geldiğini bildirdi.

Mustafa Kemal ve Enver başta olmak üzere silahşörler hep bir ağızdan var güçleriyle naraları koyverip, boyun kasları gergin gemi halatları gibi kasılmış bir halde ateş ederek İtalyanlara doğru koşmaya başlayınca, covanniler, üstlerine gelen “Berberiler”e bakıp, ne alakası varsa, en son bebekken annelerinden duydukları “yemeğini yemezsen seni Türkler’e veririm!” tehdidinin ruhlarının derinliklerinde yaratmış olduğu gizli korkularının uyandığını fark ettiler.
  
Bu fark edişle mukavemetlerinin son raddeleri de kırılınca, İtalyanlar, silahlarını atıp kaçmaya, kaçamayanlar ise diz çöküp yalvararak teslim olmaya başladılar. Geride epeyce esir, yaralı ve ölüyle birlikte, çok sayıda cephane sandığı, on iki havan topu, iki mitralyöz, üç makinalı tüfek ve bir de kamyon bırakmışlardı.

Silahşörler esirleri zaptı rapt altına almış, elleri enselerinde kavuşmuş bir halde diz bekliyorlardı. Enver ve Mustafa Kemal’in kendilerine doğru yaklaştığını görünce birer ikişer dizlerinin üstüne çöktüler. Istavroz çıkartanlar, İsa’ya, Tanrı’ya, teşekkür ve yalvarmalar bir anda ortalığı kaplayınca, Enver çıkıştı:

- Yeter! Kesin mızmızlanmayı!

İtalyanlar korkuyla susunca; Enver:

- Korkmanıza gerek yok. Asker gibi davranın, kadın gibi değil.. canınıza kıymayacağız..komutanınız kim?
Kendini tanıtan Carlo Enver’in sözlerini, İtalyanca’ya çevirince askerlerde büyük bir rahatlama oldu.

- Askerlerin bizim esirimizdir. Endişe etmesinler hayatları bağışlanacaktır.. Bizim kitabımızda aman dileyene kurşun atılmaz.. Sana gelince, seni serbest bırakacağım. Git ve komutanlarına de ki “ya Trablusgarp’a çıkmış olan seksen bin İtalyan askerinin seksen bini de Trablusgarp’dan derhal ayrılır, ya da Trablusgarp’da seksen bin İtalyan mezarı kazarsınız”.. Anladın mı beni...

Carlo az önceki çatışmayı gözünün önüne getirince Enver’i gayet iyi anladığını anladı:

- Anladım sinyor, gayet iyi anladım. Sinyor af edersiniz.. Merakımı mazur görün, çok cephelerde savaştım ancak hiç sizin kadar cesur ve mert savaşçılarla karşılaşmadım. Sizi tanımaktan onur duyarım. Lütfedip adınızı bağışlar mısınız?

Enver cevap vermek üzereyken tek elini gayr-ı ihtiyari bir hareketle kaşındaki bir tutam beyaza götürdü, serçe parmağının ucuyla hafifçe sıvazladıktan sonra gururlu bir ses tonuyla İtalyan’ı cevapladı:

- Bizler Osmanlı Subaylarıyız... ve kumandan, sizi denize dökene kadar burada savaşacağız... Hadi! Git şimdi!

Italyan Komutan yarı koşar adımlarla çölde uzaklaşırken fedailer Ertuğrul’un cansız bedeni erafında toplanmışlardı. Enver, Mustafa Kemal, Ömer Naci, Kuşçubaşı Eşref, Sapancalı Hakkı, Rauf, Fuat, Nuri, Yakup Cemil, Ali Fuat, Halil, Kara Kemal,  Kara Vasıf, Kel Ali, Nuri Enver, Kuşçubaşı Sami, Hacı Sami, Süleyman Askeri, Mim Kemal Öke, İbrahim, Nazmi, Reşit, Sadık ve diğer silahşörler... 
Ertuğrul’u ve yaralıları İtalyan kamyonuna,  ganimetleri develere yükleyip, esirleri düzenli bir yürüyüş kolu haline getirdikten sonra, Osmanlı silahşörleri Trablusgarp çölünün iç kısımlarında kurdukları gerilla merkez karargahına doğru kervan halinde yola koyulduğunda, Enver, yanında yürüyen Mustafa Kemal’e, Trablusgarp’a dair tespitlerini aktardı:

- Durum bu gördüğünden ibaret Kemal kardeşim. Bu çölde biz bizeyiz. Trablusgarplı’lar kendi memleketlerini müdafaaya hiç niyetli değiller. Zaten birlik olmuş bir milletten söz etmek de mümkün değil. Bir sürü dağınık kabile var burada. Her biri kendi başına buyruk. Bizim ordu da ilk İtalyan çıkartmasıyla birlikte dağılmış zaten. Osmanlı otoritesi kalkınca kabilelerin bir kısmı İtalyanlar’ın safına geçmiş. Işin içinde para ve propoganda da var. Yani kardeşim, senin anlayacağın, ordumuz yok, silahımız yok, paramız yok!

- Ne yapmayı düşünüyorsun kardeşim bu müşkül vaziyette?

Enver içinden çıkılması güç meselelerle her karşılaştığında yaptığı gibi, serçe parmağının ucuyla sol kaşındaki bir tutam beyaz tüyü kaşıdı. Daha Enver’e hamileyken, bir gece annesinin rüyasına mübarek bir evliya girip; “Hanım, hamd olsun ki, sana işareti kaşına nakşedilmiş bir erkek evlat vereceğiz. Vazifen büyüktür.” demiş ve sonrasında nurlara karışmıştı.

- Gerilla savaşı yapacağız Kemal. Düşmanı yıldıracağız. Bu esnada arap kabilelerini kendi hürriyetleri için savaşmaya ikna edeceğiz...

Enver, altı yüz yıllık koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olsa da şöyle bir silkinip doğrulması halinde üzerine çöreklenmiş olan bu karanlık bulutları dağıtmasının işten bile olmadığı inancını şaşmaz bir iradeyle taşıyordu. Öyle ya, Osmanlı İmparatorluğu sadece çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı bir topluluk değil, yer küre üzerindeki bütün İslam topluluklarının da hâmisi, halifesiydi. Ufacık bir inançlı silkinişi ile, Anadolu’da, Mezapotamya’da, Irak’ta, İran’da, Suriye’de, Arabistan’da, Hindistan’da, Mısır’da, Cezayir’de, Fas’ta, Pakistan’da, Afganistan’da, Endonezya’da, Trablus’da, Arnavutluk’da yaşayan müslümanlar ayağa kalkacaklardı.

Enver ruhunun tekmil unsuruyla buna inanıyordu. Panislamizm olarak da anılan İslam birliğinin gücüne güveniyordu. Şimdi Trablusgarp’ta seksen bin İtalyan askerine otuzbeş bin falan değil, sadece “otuz beş”  kişi ile kafa tutmasının nedeni, İslam aleminin ayağa kalkıp, Osmanlı toprağına haç girmesi karşısında kükreyeceğine olan inançtı. Ancak Enver’in büyük hayalleri, kaşındaki beyaza rağmen gerçekleşmeyecek, Osmanlı İmparatorluğunu hristiyanalemi dört yanından ısırırken İslam alemi kükremeyecekti... Enver’in küçük düşünmekle suçladığı Mustafa Kemal’se, büyük düşünmeyi hayalcilikle karıştırmayacak, akılcı ve bilimsel düşünce yöntemleriyle ölümden taze bir can çıkartacaktı. Şimdi, Afrika’da aynı ülkü uğrunda bir arada mücadele edecek olan iki yiğit genç adam, yolları çatallanan bu bahçede henüz ilk çatala gelmemişlerdi. Mustafa Kemal:

- Düzenli ordulara karşı verilen çete savaşları ancak ve ancak geçici küçük zaferler olarak kalacaktır..

Her ne kadar nikahlandığı prensesin bırakın yüzünü, fotoğrafını bile görmemiş olsa da, Enver, İslam aleminin halifesi ve Osmanlı’nın Sultanı Mehmed Reşat Han’ın damadı olarak Trablusgarp’taki müslüman kabileleri yanına çekeceğine inanıyordu.

- İşte o küçük zaferlerle coşturabilirsek arap kabilelerini İtalyanlar’a hayatlarında görmedikleri bir ders verebiliriz

Enver, Mustafa Kemal’in, inanmaz bakışlarını yakalamıştı.

- Sen gene bana “hayal kurma” diyeceksin şimdi değil mi?

İlk delikanlılıklarından beri birbirlerini tanıyan bu iki genç adam, aslında günümüz tabiriyle “ruh ikizi”ydi ama tek değil, çift yumurta ikiziydi. Bu nedenle Enver, Mustafa Kemal’in aklından geçeni okuyabilmişti bu nedenle vereceği cevabı da sezebiliyordu. Nitekim yanılmamıştı. Mustafa Kemal adımlarını kesince iki savaşçı, ıssız çölün ortasında karşı karşıya kalmışlardı. Mustafa Kemal:

- Hayır kardeşim! Sana hayal kurma demeyeceğim. İnançsız başarı olmaz.. İnancına ve göğsündeki şövalye yüreğine hayran olmamak elde değil. Görüşlerine katılmayabilirim, ancak bizler askeriz ve komutan sensin. Buradan canlı çıkmayacağımızı bilsem de sonuna kadar seninleyim...

Otuz beş genç Osmanlı zabitinden oluşan gerilla birliği, çölün ıssızlığında akıbetine doğru ağır ağır ilerliyordu.


*     *     *

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.