18 Haziran 2017 Pazar

KFK

ÖZGÜR BEDEN KÜLTÜRÜ
Bir elimde kallavi bir cigara, diğerinde kallavi bir bira kupası ile ağır adımlarla çırılçıplak Vansee Gölü’nün derinliklerine doğru yürürken Körper Frei Kultur[1] kavramının tadını damıta damıta çıkartmaktaydım ki, son bir kez dönüp baktım arkada kalanlara.  
Cuma günüydü. Haftanın son iş gününün son saatinde geldi Almanlar’ın bana oturum vizesi vermediklerinin haberi. Carsten telefonun diğer ucunda öfkeli bir sesle bildirdi olumsuz cevabı. Auslanderbehörde (yabancılar dairesi) yurda dönmeden, Almanya içinden yaptığım oturum başvurusunu kabul etmemişti.
“Doğrusu beklemiyordum böyle bir sonucu. Sana boş umut vermek istemediğim için açıkça söylememiştim ama belli ki kendime boş umut vermişim.”
 “Peki şimdi ne yapacağız Carsten? B planımız nedir?”
 “Alman devletiyle kavga etmeyeceğiz. Senin içinde bulunduğun koşullar göz önüne alınacak olursa, Alman devletinin sana “memleketine git, başvurunu oradan yap” demesi, seni göz göre göre hayati tehlikeye ya da en azından temel özgürlüklerini elinden alma ihtimali çok kuvvetli olan bir duruma doğru itmesidir açıkçası. Hakkında Türkiye Cumhurbaşkanı’na hakaretten iki, onun destekçisi olan medyaya hakaretten üç, halkı terör ve resmi otoriteye isyana teşvik ve bölücü örgüt propagandasına destekten bir olmak üzere altı hapis istemli dava sürmekte. Alman otoriteler de biliyor ki, demokratik hukuku askıya almış bir Türkiye’de tamamı fikir özgürlüğü kapsamında olan bu davaların hiç birinin hakaretle, bölücülükle, terörle ilgisi yoktur ama Alman yasaları da tam Alman’dır. Değişmez, delinmez, eğilip, bükülmez. Yani bu koşullar altında oturum vizesi için yurda dönüp başvuru yapmak; ya tutuklanman, ya yurt dışı çıkış yasağına maruz kalman, ya da Cumhurbaşkanı’nın hedef gösterdiği bir “hain” olarak bir köşe başında çakallar tarafından puştça pusuya düşürülmen gibi satırlarla katırlar arasından bir seçim yapmakla eş anlamlıdır ve tüm bunlar göz önünde bulundurulunca ben derim ki; Türkiye’ye gitme!”
 “Peki ne yapacağız Carsten?”
“Siyasi sığınma isteyeceğiz!”
İyi de siyasi sığınma seçeneği,  canım kadar çok sevdiğim ülkeme giriş yasağı demek. Deliye deli, dedik diye. Yok, öyle yağma. Deli gider, akıl hâkim olur yeniden iklime. İstanbul’un martısına simit atmadığım, vapurunun çığlığını duymadığım, anamın babamın mezarına ayda yılda bir gidip konuşmadığım, fıstık çamlarına, erguvanlarına, nisanlarında mimozalarına bakmadığım, haziranda ıhlamur tüten ağaçlarınhazzına varmadığım, yağmurlu bir kasımda hırçın boğaz dalgalarıyla ıslanmadığım, Karadeniz’deki köyümün sisli yeşil dağlarına çıkamadığım, Kapadokya mağaralarında uyuyamadığım bir hayat tasarlamadım ben kendime. Kavgamın bedelinin bu olacağını bilseydim, yine de verirdim aynı kavgayı. Kuşku yok da, sığınmak onuruma dokunmakta. Almayım, eksik olsun. Vatanımda tüm özgürlük kaleleri teker teker yobazların eline düştükçe –ki bunda kullanışlı aptalların epeyce rolü var- soluğu özgür bir derin nefes almak için çıkıp geldiğim gurbette siyasi sığınma demek, entegrasyon sürecinde iş yapmadan, çalışmadan, para kazanmadan Alman devletinin sadakasıyla yaşamak demek. Tamam beleş para, al üstüne yat da, yok Carsten, buraya sığınmaya gelmedim ben. Bunu bilsin Almanlar. Elim kalem tutmakta, aklım fikir yazmakta. Tatilde de değilim ben. Yazmam, çalışmam lazım. Alman’ın da bunu anlaması lazım. Almanlar’ın bedavadan parasını almaya değil, hikâyeler anlatmaya geldim ben buraya. B planın nedir? Onu söyle bana.”
 “Kazakistan mı demiştin neydi? Oradaki arkadaşında kalabilir misin üç ay? Ya da Schengen vizesi olmayan başka bir ülkede?”
Portakal kabuğu gibi serilmiş dünya haritası geldi gözümün önüne. En solda Los Angeles, en sağda Tokyo… Seç beğen al. Ya da seni kim seçerse, çok düşünme git onu al…
“İyi de kazın ayağı hiç öyle değil. Erdoğan faşizmine iktidarı ele geçirdikleri 2.Kasım.2002 gecesinden başlayarak muhalif olduğum için ve son filmi 2006’da sansüre takıldıktan sonra tüm yolları kesilmiş, Kültür Bakanlığı sübvansiyonları bloklanmış, televizyon kanallarının kapıları kapatılmış, niyetli yapımcıları korkutulmuş bir kara liste üyesiyim. E diğer yandan cumhuriyet çocukları olarak devlet memuriyetindeki üç otuz kuruşluk birikiminden başka bir serveti olmayan bir ailenin evladıyım. Yani seç beğen al hangi ülkeyi alırsan da, neyle alacaksın? Banka hesabıma bakıyorum. Taş çatlasa birkaç ay idare eder gurbette. Nihayetinde az buz değil, on yıldır engellemiş faşist iktidar ekmeğimi. Dedim ya kara listedeyiz. Carsten telefonu kapatınca aldı beni bir efkâr. Efkâr sardı şaraba. Şarap daldı damara. Ben bağladım karaya. Memleket bakıyorum kendime. Gece on buçuk gibi telefon geldi Carsten’dan. Carsten hukuku Türkçe hukuk kitaplarından okuyan, kızının adını Mavi koymuş bir Aryan. Dedi ki;
“çok ama çok kızgınım bu Almanlar’a. Nasıl redderler böyle bir dosyayı ya? Resmen Kırmızı Pazartesi bu. Yok, ben kavga etmeye karar verdim. Bu Pazartesi’yi ben kırmızı yapacağım. Alman Devleti’ni mahkemeye vereceğim. Olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar yolu var. Dava sonlana kadar bir şey yapamazlar. Almanya’da kalırsın. Var mısın kavgaya?”
Kargaya kavga sordu iyi mi?
“Yürü be Carsten! Dalalım Almanya’ya!”
diyerek kapattım telefonu. Bir şat sek rakı şarabın üstüne. Bir de ince Müzeyyen. Çat, Würgeengel. En sevdiğim Berlin barı. 950’lerden kalma. Adını Lois Bunuel’in “El Angel Exterminador” filminden almış. Doku, koku hala 50’lerden. Exterminador İspanyolca “bitirici, sonlandırıcı” demek. Bitirici melek yani. Bildiğin Azrail demek. Barın adı, Würgeengel, Almanca’da da Azrail haliyle. Gel gör ki Almanlar’da Azrail bizdeki gibi bir çeşit değilmiş. Her ölüm modeline bir başka Azrail bakıyor. Uzman ya bu Almanlar, Azrail’ler de uzmanlaşmış. Vurarak öldüreni var, keserek öldüreni var, deşerek öldüreni var, var oğlu var. Bizimki de boğarak öldüreniymiş. Velhasıl Berlin’in savaş sonrası modernist barlarından Würgeengel’in, dekadan atmosferine attım kapağı. Almanya’yla girişeceğim savaş öncesinde ateş suyu almaya gelmişim. Arthur shaker sallamakta.
“Çaksana Arthur bana bir cin. Hendrick’s. Keine tonic. Bol buzlu…”
Bar taburesi üstünde cinleri yuvarlayıp, kavgaya girecek muharip adrenali yükseltirken ben, iki genç adam yanımda boşalan taburelere iskele alabanda oldular. Genç derken 30’ların sonlarında ikisi de. Biri kumral, ben ebatta, benden yakışıklı, güler yüzlü. Diğeri bana bir on santim takar, sarışın, kıvırcık, mavi gözlü. Birincisi Mark, ikincisi, bana yakın oturan Victor… Birazdan tanışacağız. Mark uzandı:
“sizden bir sigara alabilir miyim?”
“Naturlich…”
“Ateş peki?
“Kein problem”… Sigarayı yaktı. Güler yüzüyle teşekkür etti. Herkes kendi dünyasına döndü. Sanmışım ben. Meğerse Mark dönmemiş.
“Sizin yüzünüzde hikâyeler dolaşıyor.”
Uuups! Sağlam girdi çocuk mevzuya.
“Ohooooo! Bitmez bizde hikâye. Bir başlarsam pişman olabilirsin sigara istediğine.”
Aslında anlatasım var tabi. Efkârlanmışız. Pizlenmişiz. Rakı dünyasından kopmuş gelmişiz. Bas düğmeye anlatalım hesabı. Dedi ki;
“Sıkıldık biz de birbirimizle aynı mevzuları konuşmaktan. Belli ki sen yüklüsün. Dökül, muhabbet olsun!”
Tabi bunları böyle söyleyemedi de, benim duyduğum bunun gibi bir şeylerdi. Belki de duymak istediğim. Dedim;
“Nerden başlasam/Nasıl anlatsam/Kaç kişiydik o zaman bak/Kaç kişi kaldık şimdi?”
Demedim tabi, içimden geçirdim. Maksat zaman kazanmak. Dedim ki direkman;
“Tayyip’le mahkemeliğim…”
“Ooooo. Süper…”
dedi Mark. Elin Alman’ı sevinince ben bodoslama daldım muhabbete. Ne zayıf yanlarım var benim yahu?
“Bir de değil,  bir ton mahkeme var. Ya atacaklar içeri, ya yurt dışı çıkış yasağı koyacaklar, zaten on yıldır sırf muhalifiz diye hiç iş yaptırmıyorlar, üstüne de son mahkeme olunca, yeter artık deyip attım kendimi buraya”
diye başladım mevzuya. Gelsin cinler, biralar… Prost, şerefe geyikleri… Büyük yudumlar…
“Ben film yönetmeniyim, senaryo yazarıyım…”
“Aaaa ben de yönetmenim”
 “Hadi ya?”
“Evet. Ben belgesel yönetmeniyim. Sen?”
“Ben kurmaca film çektim daha çok. Gerçi dediğim gibi on yıldır fotoğraf çektirmiyorlar.”
“Nasıl yani?”
“Bizde iki finans kaynağı var, sizdeki gibi. Biri Kültür Bakanlığı, diğeri TV kanalları. Gel gör ki ne o, ne diğeri bağımsızdır bizde. İkisi de göbekten hükümetlere bağlıdır. Hükümet istemeyince fotoğraf  çekemezsin bizim memlekette”
“Ama bu sanat!”
“Sen gel bunu Tayyip’e anlat.”
Kahkahalar. Gelsin cinler, biralar…  
“Neydi ki mahkeme?”
“Tayyip’e deli dedim, hakaretten saydılar.”
“Yok artık” dedi ikisi birden.
“Ne yoku? 10 ay hapis kitlediler.”
“Scheisse!” dedi ikisi birden.
“Ne yani deli dedin diye mahkemeye mi verdi savcı?”
“Ne savcısı? Tayyip kendi bizzat mahkemeye verdi.”
“Mahkemede ne oldu peki? Sen ne dedin hakime?”
“Ben hakaret etmedim. Teşhis koydum dedim”
“Teşhis mi?”
“Evet tıbbi teşhis. Çünkü ben bir yandan da doktorum.”
“İşe bak! Biz de öyleyiz. Ben yönetmenim. Victor doktor. Sen hem yönetmensin hem doktor.
Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… yetmez. Noch ein mal… Drei mal yani. Tuz, tekila, tak, limon… Neredeyse “öpiim abi” modundayız artık.
“Eeee.. Neler oldu mahkemede?”
Anlattım uzun uzun, tadını çıkarta çıkarta… Size sonra anlatırım neler olduğunu o mahkeme salonunda. Size sonra anlatacağım, karar duruşmasından bir gün önce babamı ellerimle toprağa verişimi… Size sonra bahsedeceğim, Atina uçağına son dakikada yetişip, koltuğuma yerleşince nasıl nefes nefese kaldığımı ve babamın mezar toprağını botlarımın altında nasıl Atina’ya götürdüğümü… Onlara hepsini tam tekmil o gece anlattım. Size de sonra anlatacağım. Neyse. O gece Boğarak Öldüren Melek Barı’nda Victor ve Marc en baba kankalarım oldu, tam da Almanya’nın beni dışladığı gece. Üç beş gün sonra vize bitecek ve artık Gürcistan mı, Kazakistan mı bilinmez yeni vatan arayacağım kendime. Yani Almanya’dan çıkar ayak iki kanka buldum iyi mi? Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… Yetmez. Noch drei mal. Tuz, tekila, tak, limon… Olduk mu kelle?
“Yahu bir dışarı çıkıp hava alalım mı?”
Çıktık. Marc ve Victor ceketlerini paltolarını da alarak çıktılar ki, oradan uzayacaklar otellerine. Son bir sigara içeceğiz dışarıda. Benimkiler ancak birer fırt asıldılar çift kâğıtlıdan. Sonra bir sevgi seli, kucaklaşmalar, ölümüne kanka sözleriyle düştüler yollarına.
Evimde açtım gözlerimi cumartesi akşama doğru. Geçti gece akşamdan kalma çorbaları, gavisconlarla, geçti Pazar az despresyon, biraz tedavi, biraz pazartesinin hazırlıklarıyla. 
Pazartesi hayat benim için olağandan çok üstün başladı. Cuma günü mesainin bitimine beş kala birinci Carsten telefonuyla “vatansız” durumuna düşmüşken, Pazartesi sabah mesai başlamadan ikinci Carsten telefonuyla ise Almanya’nın bana olmadık bir istisna yaptığı haberini aldım. Almanya’yı dava etmek üzere haftanın ilk gününün sabahının köründe kolları sıvayıp bilgisayarının başına oturan Carsten, hafta sonu boyunca tasarladığı dava dilekçesini tam yazacakken Auslander Behörde’den gelen bir e mail pop-up yapınca bir durmuş.
“Cuma günü bizden aldığınız e maili yok hükmünde sayın Sayın Avukat. Altıoklar’a bir yıl sanatçı vizesi verdik”
Ne olmuştu da, olmuştu bunlar? Neydi beni getiren buralara? Neden Almanlar, hiç onlardan beklenmedik bir şekilde- Cuma’dan Pazartesi’ye karar değiştirmişlerdi? Kim onlara bir şey fısıldamıştı? Biri mi bir şey fısıldamıştı? Kafamda deli sorular. Kafada duman olan bilir, sarmaldır o sorular. Marc’la Victor’a danışayım dedim. Nihayetinde kankayız ya artık. Verdikleri telefonlar kullanılmayan numara çıkınca pek aldırmadım. Dil okulumu astım. Kendime tatil verdim. Yeşil bir nefes almak için, adını duyduğum ama hiç görmediğim Vansee  gölüne kaçtım. Puzzellarda rastlanan güzellikte bir koy. Yeşilin ortasında bir göl. Kumsalda Ekim ayı olmasına rağmen güneşin son kırıntılarını da yakalamak isteyen Almanlar. Çıplak Almanlar. Üstsüz güneşlenen, üstsüz göle giren Almanlar. Aaaa… Altsız gölden çıkan Almanlar… Çıplaklar kampındayım… Adının Körper Frei Kultur olduğunu az sonra öğreneceğim yerdeyim. Özgür Beden Kültürü yani. Özgürlüğü gökte ararken kumsalda bulunca düştü şiir aklıma:
“savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye / zaman ki sana hasta oldu, incelikli haytasın / nüksederken raksına mahallenin maşallahı eyvallahı / Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın…[2]
diyerek indirdim şortu, girdim kuyruğa, aldım Arjantinimi, kurdum şezlongu göl kıyısındaki bir söğütün altına, sardım kallavi cıgarayı, Marc’la Victor’a bir selam çaktım ve yürüdüm Gölün ortasına doğru… Ekim soğuğu taşıyan küçük göl dalgaları kasıklarımı aşıp belime doğru yükselirken, Özgür Beden Kültürü’ne hoşgeldin demekteydi sonbahar kaçağı güneş.





[1] Özgür Beden Kültürü
[2] küçük İskender / Mustafa Altıoklar 

2 Nisan 2017 Pazar

VENÜS’ÜN OYUNLARI


Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini gösterdi. Hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Enver usul usul yanmakta olan ateşin önünde kuma oturmuş, hülyalı gözlerle ateşin dansına dalmış, Naciye Sultan’a yazacağı mektubu kafasında kurmaya çalışıyordu. Çalışıyordu ama çok değil daha üç ay önce Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan trene binerken Regina’nın, ince bıyıklı dudaklarının köşesine kondurduğu veda busesini bir türlü aklından çıkaramıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim bayrağını çektiği 1918 yılının 4 Kasım’ında onu bir sabaha karşı gizlice Almanya’ya kaçıran denizaltının yanaştığı Varna limanından bindiği trende Regina’yı ona ayrılan kompartımanda görünce, Berlin’de ateşe militerken mavi gözlerine meftun olduğu bu genç kadının arkeoloji öğrencisi falan değil, Alman Gizli teşkilatı ajanı olduğunu anlayacağı tarihe henüz yedi, bir buçuk milyon vatandaşının katline karar vermesine üç sene vardı. Enver Paşa, cayır cayır yanan dağ oteli şöminesinin önünde, Regina’nın kollarında daldığı mahur sükûnetinden sıyrıldığı, İtalyanlar’ın Trablusgarp’a asker çıkarttıklarını öğrendiği ve yıldırım hızıyla Selanik’e gitmesi gerektiğini söyleyen telgrafı aldığı o gün, elbette bu olacaklardan bihaberdi. Aceleyle toparlanıp Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan kalkacak trene atlaması, Berlin’de Orient Expres’i yakalaması ve Selanik’e uçması gerekmekteydi ve şimdi onu istasyona götüren atlı arabanın içinde Regina’yla diz dizeydi. Regina, Enver Paşa’nın küçük elini siyah dantelli eldiven giymiş kemikli elleriyle kavradı: “Almanya’da bulunduğunuz süre içinde yalnızca Almanya’nın Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana olduğunu geniş biçimde gözleme şansı buldunuz Herr Enver. Eminim Trablusgarp’tan bir destan çıkararak döneceksiniz.” Dedi. Enver, kendisine aşkla bakan bu bir çift mavi gözün sahibinin, bir arkeoloji öğrencisi olarak, dünya siyasetinin hassas dengelerine neden bu kadar hâkim olduğunu hiç sorgulamamıştı. “Ülkemiz bu ateş çemberinden geçerken bize Alman dostluğunun katacağı güçten hiç şüphe etmedim ben. Ve... Ve bir dosta güvenmeyi en müstesna haliyle bir Alman kadınının, sizin gözlerinizde gördüm Regina.” İleride, Almanlar’ın Enver Pascha Brück adını verecekleri tarihi taş köprünün üzerinden geçerken Regina; “Her Enver, ben de sizin gözlerinizdeki pırıltıdan görüyorum ki ülkenizin geleceği sizsiniz.” Demiş, Enver’in göğsü kimselere çaktırmadan kabarmış, çocukluğundan beri her mahcup oluşunda yaptığı gibi sağ kaşının ortasındaki bir tutam beyaz tüye serçe parmağının ucuyla dokunmuştu.

Şimdi, şu anda Kuzey Afrika Çölü’nde, otuz beş İttihtçı silahşörden oluşan Osmanlı karargahında –gerilla kampı mı demeli- ateşin önünde oturmuş; İstanbul’da, Osmanlı Sarayı’nın hareminde kendisini bekleyen nişanlısı Naciye Sultan’a mektup yazmak isteğiyle kıvranıyor ama Regina’nın dudak izi yakasını bırakmıyordu.

Neden sonra kelimeler kalemin ucundan damlamaya başladı: “Ruhum, Sultanım, Efendim...” Enver durdu, hafifçe gülümsedi. Her mektup yazmaya oturduğunda evvela nasıl bir hitapla başlayacağını düşünürdü. Artık tecrübeyle sabitlemişti ki; ilk hitapta seçtiği kelimeler, her zaman mektuplarının arkasını getirecek olan anahtarlar olmuştu. “Ruhum, Sultanım”, “Sultanım, Ruhum”, “Ruhumun Sultanı”, “Gözümün Nuru”, “Canım Efendim”, “İki Gözüm, Sultanım”, İki Gözüm Sultanım, Efendim”, “Sultanım, İki Gözüm, Efendim”, “Ruhum, Elmasım”, “Mukaddes Sultanım”, “Güzel Meleğim”, “Kâinattan Aziz Sevgili Sultanım, Efendim” ve benzeri hitaplarla yaptığı açılışlar, her zaman, Naciye Sultan’a yazmak istediği müteakip satırlara kılavuz olmuştu. Yine ruhunun derinliklerinden gelen insiyakın doğruluğuna inanarak gülümsemişti. Mektuba devam etti: “Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.” Son yazdığı temenni kelimesinin zayıflık intibaı uyandırabileceği endişesi ile bir an duraklasa da, yine de insiyakının sesini dinlemeyi tercih ederek, mektuba devam etti: “Dün geceden beri hafif bir fırtına hükmünü sürdürüyor. Bu unutulmuş çölde, fırtınanın hışırtısından başka bir şey işitilmiyor. Böyle yerde insan kendini her taraftan ayrılmış, büsbütün yalnız hissediyor. Bu yalnızlık içinde yegâne düşüncem sizlersiniz. Kim bilir şimdi derin derin uyuyor,”...

Enver,  “uyuyor” yazıp da virgülü koyunca bir an durup içinden gelen sesi dinledi ve cesaretle cümlenin sonunu getirdi: “belki beni düşünüyorsunuz, kim bilir ne güzel rüyalar görüyorsunuz”. Ben ise bin türlü müşkülat arasında yegâne olarak istirahat ve zevki sizi düşünmekte, böyle herkes dağıldıktan sonra yalnız olarak sizi tahayyülde buluyorum. İhtimal bu sözleri okuduğunuz vakit, yine hiç unutmam, bir mektubunuzda dediğiniz gibi; “öyle yalancıktan romanlarda gördüğünüz şeyleri yazmayın!” Diyeceksiniz. Fakat ruhum! Umarım ki bu defa artık hissiyatımın sizi aldatmak için yaratılmamış olduğunu anlıyorsunuz. Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman yazdıklarımı, böyle, düşman karşısında bütün adamlarımın hayatını elinde tutarak, onların ve vatanın bu parçasının mesuliyetini üzerimde taşıdığım bir zamanda da ayniyle yazıyorum.” Artık kelimeler teklemeden çıkmaya, düşünce bantı patinaj yapmaksızın akmaya başlamıştı. Kalemini mürekkebe daldırıp, damlanın fazlasının düşmesini beklemeden devam etti: “İki gözüm! Sizi belki ebediyen göremeyebilirim. Kim bilir, belki de yarın vuku bulacak bir çarpışmada, üstümüze yağan kurşunlardan bir tanesi hayatıma son verebilir. Fakat emin ol ki sultanım, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum. Allahtan istediğim bir şey var, o da siz müsterih ve afiyette olunuz ve size böylece tapan bu kalbi unutmayınız. Sizi bütün muhabbetimle kucaklar, güzel gözlerinizden öperim iki gözüm. Enver’iniz”. Enver, mektubu soluksuz tamamlamıştı. Katlayıp zarfa koymadan önce, kulağa nasıl geldiğini anlamak için bir kez de mırıldanarak okumaya karar verdi.

-Ruhum, Sultanım, Efendim...

“Buraya kadar iyi gidiyor” diye geçirdi içinden ve yine mırıldanarak devam etti:
-Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah. 

Durdu. Son kelimeyi bir kez daha okudu:

-İnşallah...

Kullanıcısının iyi niyet hislerini, yaldızlı olmamasına rağmen, Allah’ın lütuf karlığının yüceliğiyle bezeyerek ifade eden ve sırf bu nedenle bu kadar çok severek kullandığı bu kelimeyi, mektubunun tam da bu noktasında bir türlü sevememişti. Kendine güveni tam olmayan bir âşık intibaı bırakıyordu sanki. Kararlı bir şekilde kelimenin üstünü çizdi ama bu kez de ihtimam göstermeyen bir aşığın mektubuna dönüşüverdi elinin altındaki kâğıt parçası. Tereddüt etmeden buruşturup ateşe attı. Alevlerin yalayışıyla kavrulup havaya savrulan kelimelerine bir süre baktı. Sönmeye yüz tutmuş ateş, sanki onun kelimelerinin sıcaklığıyla yeniden yakıcılığına kavuşur gibi olmuştu ama bu da uzun sürmedi. Gece ilerledikçe çölün ayazı iyice çıplak tenleri ısırmaya başlamıştı ki, ateşe dalıp gitmiş olan Enver, içten gelen bir titremeyle bunu hissetti. Küllerin arasından aldığı bir dal parçasıyla ateşi dürtüp canlandırmaya çalışırken aklından, az önceki titremesinin esas sebebinin ne olduğunu geçirmeye çalıştı. Çölün ayazı mı, yoksa aşkla dolu hislerinin tercümanının bir anda yanıp yok olması mı içini titretmişti az önce?  Yoksa Allah esirgesin, hemencecik yanıp da, sönüveren, kâğıt parçası değil, hislerinin ta kendisi miydi? Öyle ya, her ne kadar, Padişah’ın inayeti ile Naciye Sultan’ı nikâhına alarak Saray’a damat olsa da, henüz karısının, bırakın yüzünü, tek bir fotoğrafını dahi görmüş değildi. Padişah kızıyla yüzünü görmeden evlenmeye karar vermesine; bırakın evlenmeyi, görmediği on üç yaşında bir kıza zilzurna âşık olmasına bakan bir kısım kötü niyetli, kötü ruhlu zevat, sanki görücü usulü evlilik başka bir milletin ananesiymiş gibi, aslı astarı olmayan bir dedikoduyu memlekete yaymış, meşrutiyetin kurucusu, hürriyet kahramanı Enver Bey’in, sanki böyle bir şeye tevessül etme ihtiyacı duyacakmış gibi, sırf saraya damat olmak için vaziyeti sineye çektiğini yazıp çizmişlerdi. Bunları düşünürken hayalinde prensesin suretini tarif üstüne canlandırmaya çalışan Enver, ateşi dürtüklediği dalın ucundaki kömürü kullanarak, Naciye Sultan’ın kara kalem portresini çizmeye karar verdi. Enver’in, resmetmeye kabiliyetli olduğu çoktan beri ispatlanmış olan becerikli eli, boş papirüsün üzerinde adeta dans ederek gidip geldikçe, ortaya, basbayağı alımlı bir geç kadın sureti çıkmaya başlamıştı ki, münasebetsiz bir sesin tesiriyle, kalem kayıverince, tam da dudakların birleşiği köşede hayal ettiği iffetli gülümseme, aniden ifadesiz bir gülümsemeye dönüşüverdi.

- Böyle miymiş prenses hazretleri?

Silahşor insiyakiyle tabancasına davranan Enver, seslenenin Mustafa Kemal olduğunu fark edince omuzlarını gevşetti.

- Hay Allah! Korkuttun beni. Dalmışım.

Derken, Mustafa Kemal’in eğilmiş, resme bakmakta olduğunu fark etti. Artık saklayacak olsa bir türlü, gösterecek olsa başka türlüydü. Serçe parmağıyla kaşındaki bir tutam beyaza dokunurken, pembeleşmiş yanaklarıyla, masum bir mahcubiyet içindeydi. Mustafa Kemal ise, çölün verdiği sıkıntıyı dağıtmak için sanki başka mevzu kalmamış gibi Naciye’nin resmine bakmaya devam ediyordu.

- Oldukça güzelmiş prenses hazretleri. Henüz görmediğini sanıyordum...
- Görüşmedik!

Enver’in cevabı keskin bir bıçak gibi ayazı kesti. Aynı anda resmi de ters çevirmişti. Aynı keskinlikle, gizli ve açık manası “git-yat” demek olan bir cümle kuruverdi:

- Sen uyumadın mı hala?
- Uyku tutmadı, dolanıyordum...

Sönmeye yüz tutmuş ateşin fersiz ışığında, Mustafa Kemal’in yüzünde az önce gördüğü belli belirsiz müstehzi ifade hala duruyor muydu, durmuyor muydu, seçilemiyordu ama neyse ki ateş almaya gelmiş olan Mustafa Kemal, cigarasını yakmıştı.

- İyi geceler kardeşim...
- İyi geceler Kemal.

Enver arkasından bakarken, Mustafa Kemal dudağında ince bir tebessümle çadırına doğru yürüdü. Karargâh uyumaktaydı.  Teğmen Yusuf da, sırtını Mustafa Kemal’in çadır direğine yaslamış, ellerinin arasında tuttuğu mektupla uyuya kalmıştı. Kumandanının ayak seslerini fark edince, ayağa fırladı. Mustafa Kemal:

- Uyumadın mı sen hala?
- Bir emriniz olur diye bekledim kumandanım.
- Eh! Madem ayaktasın bir fincan kahve yap bari!
- Baş üstüne kumandanım!

Mustafa Kemal çadırının önündeki derme çatma masaya otururken, Yusuf’un elindeki mektubu katlayıp, öptüğünü, sonra da göğüs cebine koyduğunu görmüştü.

- Karından haber var mı?
- Var komutanım, bir oğlum olmuş.
- Sorunca mı söylenir çucuk? Niye haber vermedin?

Teğmen Yusuf’un verecek cevabı yoktu. O, atalarından duyduğu; “aç var, açıkta var”, ikazı ile sevinçlerini bağıra çağıra ortalığa afişe etmeyi, sevinci olmayanlara karşı ayıp sayıp da, mahcup bir tevazu ile içinden yaşayanların topraklarında, Anadolu’nun bağrında büyümüştü. Kumandanına verecek cevap bulamayınca yanakları kızarmıştı. Kumandanı elbette biliyordu, cevapsızlığın nedenini. Yusuf’u daha fazla sıkıntıya sokmak istemedi.

- İyi bakalım-, Allah analı babalı büyütsün. Bana bak çucuk, asker yolu bekleyen ananın yüreği dar olur; kendimden bilirim, mektupsuz, habersiz bırakma kızcağızı...
- Emredersiniz kumandanım.

Kahve fincanını masaya bırakan Yusuf iki adım geri çekilip bekleyince, Mustafa Kemal:

- Hadi bakalım, şimdi git yat.
- Emredersiniz kumandanım. Bir emriniz var mı?
- Git yat dedim ya çucuk!

Teğmen Yusuf selam verip uzaklaştı. Mustafa Kemal sigarasından derin bir nefes çekerken başını geriye doğru atınca sonsuz saf siyahın içinde parıldayan yıldızların semavi gösterisinden gözleri kamaştı. Cebindeki ortası yanık mektubu çıkartıp, küçük masasının üzerine koydu ve gaz lambasının titrek ışığında cevap yazmaya başladı.

- Deryagözlü Eleni’mu... Tanrının güneşle yaktığı topraklardayım. Kuzey Afrika’da bir çöl burası. Şimdi hepimiz, bütün arkadaşlar burada, şahsi emellerimizden, şahsi arzularımızdan ziyade, vatanın müdafaası için tek vücut olduk. Gece olunca yıldızlar sanki onları tutmam için aşağıya iniyor, tıpkı Selanik gecelerindeki gibi, Elenimu. Yıldızlara birlikte baktığımız son geceyi hatırladım...

Mustafa Kemal, mektubun burasında durup kendisine uçsuz bucaksız gökyüzünden bir yıldız seçmek üzere başını kaldırdı. Çok değil daha üç ay önce Selanik’te Beyaz Kule’nin balkonunda Eleni’yle yıldızlara baktıkları geceyi hatırladı.

- Kemal! Bak! Yıldız kaydı gördün mü?
- Nerde?
- Şunu görüyor musun? En parlak olanı? İşte o Venüs. Onun yanından kaydı.

Eleni elini zarif bir bilek hareketiyle yıldızlara doğru uzatırken, işveli bir edayla Mustafa Kemal’e sokuldu. 

- Sen astrolojiye de inanmazsın değil mi Kemalimu?
- Ben sadece astronomiye inanırım Elenimu? İstikbali yıldız pırıltısında değil, kılıç şakırtısında aramaya başlayalı çok oldu...

Eleni, gecenin serinliğinden mi, Kemal’in romantizmden eser taşımayan sesinden mi bilinmez, ürperdi. Mustafa Kemal üzerindeki askeri ceketini genç kadının omuzlarına örterken, Eleni onun yakışıklılığına hayranlıkla bakmaktan kendini alamıyordu.

Hoş sadece o değil, askeri lise üniformasını giyip de elini öpmek üzere annesinin ikinci evliliğini yaşadığı sokakta göründüğünde, terzi Mualla iğneyi parmağına batırmış, komşusu Eftelya asmaya çalıştığı çamaşırı ipten düşürmüş, dedikoducu kadınlar dişlerinin arasına sıkıştırdıkları ayçekirdeklerini çıtlatamadan öylece bakakalmışlar, o günden sonra ne Selanik’in namlı güzelleri, ne de Manastırın işveli tazeleri bakışlarını ondan alamaz olmuşlardı.

Eleni ise o günlerde henüz serpilmiş, yeni taşındıkları bu mahallede, kadınlar gününde birgün hamamda üryan su dökünürken endamını gösterince, başından üç doğum, dört düşük geçmesine rağmen tam on yedi yıldır güzellikte birinciliği elinden alınamamış olan “Selanik’li Afrodit” nam, Alexandra bile “yassuvre! Hey maaşallah” diyerek, görünmez tahtıyla, tacını oracıkta Eleni’ye teslim edivermişti. İşte tam da Eleni’nin namının alıp yürüdüğü günlerden birinde, genç Mustafa Kemal, ramazan bayramı dolayısıyla verilen tatilde yine doğduğu şehre gelmiş, yakın arkadaşlarıyla Asmalı Meyhane’nin denize bakan ön bahçesinde oturmuş, harçlıkları ancak ona yettiği için, Apostol’un kendi imalatı olan ucuz biradan -yoksa boza mı demeli?- içerken, sanki bu delikanlı yaşlarınının başka muhabbet mevzuu yokmuş gibi gene Devlet-i Alî’yi nasıl kurtaracaklarını konuşuyor, arkadaşlarının “dur! sus!” gibi ikazlarına aldırış etmeksizin yüksek perdeden, yapılması gerekenleri bir bir sıralıyordu ki, hiç beklenmedik bir rüzgarla ters dönen şemsiyesine hakim olmaya çalışırken elindeki paketleri düşüren Eleni’nin görüntüsü etraftakilerin retinalarına düşmeye vakit bulana kadar, yerinden fırlayan Mustafa Kemal duruma hakim olmuştu bile. Sadece duruma mı? Eleni’nin göğüs kafesini kırmak istercesine çarpmaya başlayan küçük kalbine de hâkim olmuştu. İşte şimdi aralıklı görüşmelerle, yasaklarla yaşayageldikleri ilişkilerinde yine kaçak bir anın tadını çıkartırlarken, Mustafa Kemal, alt tarafı ceketini örtmüş, örterken de omuzlarına parmaklarının ucuyla şöyle bir dokunmuştu ama Kemal’in erkek kollarındaki güç, elektrik akımı verilmiş gibi Eleni’nin bütün hücrelerine dalga dalga yayılmıştı.

- İtalyanlar Trablus’u bombalamaya başlamış. Mütemadiyen asker çıkartıyorlarmış.

Kule dibinden yükselen bu çığlık, sanki Selanik şehrinin şalterini indirmişti. Eleni’ye dönüp, başıyla sert bir asker selamı veren Mustafa Kemal, kızı orada öylece bırakıp, kulenin merdivenlerinden aşağı uçarcasına indi. Kule dibindeki kalabalık neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, Selanik garına giren trenin acı sireni sesleri örttü. Enver, haberi Berlin’de alır almaz ilk trene atlamış, soluğu Selanik’te almıştı. Başta partililer, neredeyse tüm Selanik halkı İttihat ve Terakki’nin yalıdaki merkezine doluşmuştu. Enver kürsüde, arkasındaki duvara asılı haritada göstererek durumu açıkladı:

- Kardeşlerim, Berlin’de İtalyanların Trablusu işgale başladığını içimiz kan ağlayarak öğrendik.

Salondaki öfkeli kalabalık, “Savaşalım! Gidelim! Öl de, ölelim!” Ve benzeri nidalarla yeri göğü inletirken Enver kafasındakini açıkladı.

- Savaşmak için ordu göndermemiz lazım ancak deniz yoluyla göndermemiz imkânsız. İtalyanlar Akdeniz’e bütünüyle hâkim. Bizim hantal donanmamızı ilk atakta batırırlar. Karadan asker sevk etmek de imkânsız çünkü Mısır da İngilizler ’in işgali altında. Müttefikleri olan İtalya’yla savaşacak bir ordunun geçmesine müsaade etmezler. Yani kısacası Devletin eli kolu bağlı. Bu durumda yapılacak tek şey var...

Konuşmasının burasında küçük bir es verince, salon nefesini tutup, liderlerinin ne diyeceğini bekledi. Enver:

- Trablusgarp’a gizlice gideceğiz. Orada Almanların gerilla savaşı dediği, sizinse gayet iyi bildiğiniz çete savaşı yapacağız...

Salondan kahramanca nidalar yükselirken, meseleleri serinkanlı ve etraflıca düşünüp, tarttıktan sonra hareket etmesiyle meşhur Ali Fethi:

- Bu Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya savaş açması manasına gelmez mi?
- Devlet kararı demezsiniz. ‘kendi kararlarıydı’ dersiniz.. Allah’ın izniyle kazanırsak sahip çıkarsınız. Zafer İmparatorluğumuzun zaferi olur. Kaybedersek ‘Başıbozuk Çeteciler’ dersiniz. Osmanlı’ya halel gelmez.

Vatanının onuru için gözünü kırpmadan ölüme koşan bu yiğit adamın adının, istiklalleri uğrunda canını verdiği gelecek kuşakların tarih kitaplarında kahraman şehit değil, başıbozuk çeteci olarak düşmesi ihtimaline rağmen gösterdiği kararlı fedakârlık silahşorlarda -bıraksalar şimdi pencereden uçup, doğrudan Trablusgarp’taki İtalyan karargâhının tepesine konmak arzusunu öyle bir ateşlemişti ki, kitleleri böylesine harekete geçirmek her kulun değil, ancak büyük önderlerin harcıydı. Bunu çok iyi bilen Talat Bey, artık ne Enver’i, ne de salondakileri kararlarından geri çeviremeyeceğini biliyordu. Hoş zaten buna hiç niyeti de yoktu.

- Kararlılığınızı görüyorum... Cesaretinizi bilirim...  Size itimadım tamdır... Teklifinizi destekleyeceğiz...  Bize düşen nedir?
- Şehit olursak ailelerimize maaş bağlayın... Başka da bir isteğimiz yoktur.

Salondakiler, bu mütevazı talebin arkasındaki muhteşem mangal yüreğin karşısında, sanki saygıda kusur edeceklermiş gibi soluk almadan, büyülenmiş gözlerle bakarlarken, Enver son soruyu sordu?

- Benimle Trablus’a savaşmaya kimler gelecek arkadaşlar?

Ssalonda kim varsa, zerre kadar tereddüt etmeden, aynı anda hep bir ağızdan bağırdı:

- Ben!

Bir tek Mustafa Kemal farkındaydı salondakiler arasında… Enver’in mangal yüreği vardı var olmasına da, akıl kısmına düşen hisse hem zırnık kadardı, hem de askeri ya da vicdani stratejilere değil, sadece şöhrete ve iktidara endeksliydi. İttihat ve Terakki Parti tarihinin en mühim toplantılarından 1909 Selanik kongresinde Mustafa Kemal bir manifesto yayınlamış; “Askerlik yapacaksak siyaseti; siyaset yapacaksak askerliği bırakmalıyız!” dediği için partiden atılmıştı. İttihatçılara göre ise siyasi erki elde etmenin ve korumanın yolu askeri darbeden geçmekteydi. 909 kongresinde Mustafa Kemal ve Enver’in yolları bu nedenle son kez Trablusgarp’ta, siyasi değil askeri disiplin gereği kesişmenin dışında, o gün, bir daha fikri olarak hiç bağdaşmayacak şekilde ayrılmıştı. Çok değil, Trablusgarp’tan sadece üç sene sonra askerlikle siyasetin neden bir arada yürütülmemesi gerektiğinin dehşetengiz örneği kan revan içinde yaşanacak; bir buçuk Osmanlı vatandaşı Ermeni, Kürtlerle torak kavgasına düşürülerek katledilecek, evlerinden barklarından zorla uzaklaştırılıp, çoluk çocuk, yaşlı, hasta demeden, aç ve yaya olarak uzun ölüm yürüyüşüne, açıkça soykırıma mahkûm edilecekti. Ve 20. Yüzyılın bu ikinci soy kırım –ki ilki birincisinde üç sene önce Balkanlar’da yaşanmış, 3 milyon Müslüman katledilip, kılıç artıklarının Anadolu’ya doğru kum saatinin boynuna itilir gibi sürülmesi ile sonuçlanmıştı- kararının altında bu İttihatçı triumviranın imzası olacaktı: Enver, Talat, Cemal…

Siyaseti askerlikten de, dinden de, egemen sınıf elinden de alarak sivil yurttaşların yönetimine bırakmaya kararlı ve sırf bu nedenle her rüzgârın jiletine açık genç bir yalnız adam, Yüzbaşı Mustafa Kemal; Tanrıların ateşini halka dağıttığı için sonsuza kadar kendisini sürekli rejenere eden karaciğerle ölümsüz sonsuz ölüme mahkûm edilen Prometheus’un akıbetinin benzeriyle ömrünü tamamlayacağını -üstelik ölüm nedeni karaciğer yetmezliği olarak açıklanmıştır- elbette o gün, Kuzey Afrika’nın o ıssız çölünde, ateşin karşısında cigarasını tüttürürken bilemezdi.

Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini göstermiş, hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Mustafa Kemal, Eleni’yle yıldızların seyrine daldıkları geceden üç ay sonra Trablusgarp’tan yazdığı mektuba ara verip onu hatırlamanın tadını hakkını vere vere çıkartıyordu. Bakışlarını, saatlerdir ona çapkınca göz kırpıp durmakta olan Venüs’ten alıp, yazmaya devam etti:

- Buradaki tek avuntum geceleri hangi yıldıza bakacağımı biliyor olmam.. Mümkündür aslında, şu anda sizin de aynı yıldıza başka bir zaviyeden, başka bir coğrafyadan bakıyor olmanız. Eğer öyleyse hislerimi görmeniz de mümkündür. "Şu astroloji meselesini incelesem mi acaba?” diye sormaktan alamıyorum kendimi.

Mektubu bitiren Mustafa Kemal, zarfın ağzını kapattı. Cigarasından derin bir nefes çekti ve dünyanın geri kalanından sıyrılıp bakışlarını yeniden Venüs’e çevirerek astrolojinin oyunlarına daldı.  



Dipnot: Okuduğunuz pasaj, bu satırların yazarının “Sevmeye Vakit mi Vardı” adlı senaryosundan yola çıkarak yazmakta olduğu, aynı adlı romandan alınmıştır.

25 Mart 2017 Cumartesi

ADMIRAL BRUCK VE KOYUKADİFE SESLİ KADIN



ADMIRAL BRUCK VE KOYUKADİFE SESLİ KADIN

Admiral Brück üstünde durdular. Gece Berlin saati, ayrılık vakti. Kanala sis çökmüştü, sise daldılar. Gece Berlin karlı, beyazı çaldılar. Sımsıkı kenetlenmişti elleri, ilk kara beraber bastılar. Dudaklarına usulca konan kar taneleri, kora düşmüş gibi erirken daha fazla dayanamadılar. Uzaktan sarhoş laternacının şarkısı duyuldu, dünyanın geri kalanını umursamadılar.
Kışla kapısının önündeki fener 
Eskiden de oradaydı, şimdi de orada 
yine o fenerin altında  öpüşsek ya 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 

İkimizin gölgesi sanki birdi 
nasıl sevdiğimiz kolayca görülebilirdi 
eğer  bana bir şey olursa 
Seninle kim kalacak 
O fenerin altında 
Seninle, Lili Marleen? 
Seninle, Lili Marleen? 

Sessiz odalardan, yerin yatağından 
Aşk dolu dudakların, bir rüya gibi, 
Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım  o fenerin altında 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 

Dudakları ayrılsa da nefesleri, nefeslerinin buğusu birbirine karışmaktaydı. Ayşe Leyla’ın camlanmış gözleri, Max’in gözlerine sanki bir daha göremeyeceğini bilirmiş gibi titrek bir ürpertiyle kilitlenmişti. “Heeeeyyyy Askeeeerrr! Komutan seni bekliyor, acele etmen hayrına olacak.” 1. Dünya Savaşı sırasında, Galiçya’da bir şarapnel parçasıyla kaybettiği gözünün karanlık çukuru zaman zaman dayanılmaz ağrılarla Albay Schultz’u Berlin ayıları gibi böğürtüyor, morfinden başka hiçbir şey sızısını dindiremiyordu. İyi ki koca yarmanın o gece göz ağrısı tutmuş, iyi ki kışla revirinde morfin bitmiş ve iyi ki o saate Max’in posta nöbeti denk gelmişti de, Oranien Pharmacy’ye onu göndermişler, böylece ömrünün biricik aşkı Aşye Leyla’la –belki de son kez, yeni yağan karın altında, Berlin sokaklarında elele yürüyebilmişlerdi.

Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım  o fenerin altında 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 

Sarhoş laternacı son nakaratı tekrarlarken, en kalın abadan yapılma koyu haki asker paltosunun etekleri Berlin’in çelik ayazında uçuşan Max, Admiral Brück’ün karşı ucunda, kışlaya giden yolda sisler arasında kaybolduğunda Ayşe Leyla gözyaşlarını daha fazla tutamadı.

Çok değil, sadece dört yıl olmuştu Berlin garında Orient Expres’ten ineli. 1935 yılının bir sonbahar günü Ankara Devlet Operası’nın Genel sanat Direktörü Carl Ebert hocasının referans mektubu küçük valizinde, 18 yaşın kelebekleri saçlarına takılı, hayallerinde hayallerle gelmişti Berlin’e Ayşe Leyla.

Adolf Hitler 1933 yılının Ocak ayı biterken azınlık oyuna rağmen Alman şansölyesi olmasa, nasyonalist oyları konsolide etmek için tezgahladığı Reichtag yangını propogandasına hizmet etmese, daha iktidara geleli sadece 2 ay geçmişken, Alman Çalışma Yasalarını değiştiren -“Das Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums”- yasa 7.Nisan 1933’te yürürlüğe girmemiş olsa, Ernst Reuter, Carl Ebert, Ernst Praetorius, Paul Hindemith, Herbert Dieckmann, Erich Frank, Rudolph Nissen, Ernst Hirsch, Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Fritz Neumark, Alfred Kantorovitz, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzky-Schütte, Alber Eckstein, Philipp Schwartz gibi hepsi birbirinden değerli sanatçılar, doktorlar, bilim adamları, edebiyatçılar, iktisatçılar Nazi hışmına uğrayarak üniversitelerindeki kürsülerinden, devlet dairelerinden, belediyelerden Alman siyasi ve sosyal yaşamından dışlanmasalar, dışlananların başını çekerek Philipp Schwartz Zürich’te Albert Einstein’la buluşmasa, birlikte “Notgemeinschaft Deutsche Wissenschaftler im Ausland” adlı Almanya’dan dışlanmış bilim adamlarının dayanışma örgütünü kurmasalar ve Einstein, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazmış olmasa, belki de Ayşe Leyla 1939’un bu Şubat soğuğunda aşık olduğu adamı Prusya Cephesine göndermeden önce, Berlin’in Admiral Brück’ünden sisli kanala bakarak sigara yakmayacaktı.

Naziler’e ve ardından Nazi faşizmi yetmemiş gibi, Stalin komünizmine karşı Almanlar’ın efsanevi direnişçisi, her şerri yendikten sonra hak ettiği ünvanla Herr Berlin olarak çağrılan Ernst Reuter, Magdeburg Belediye Başkanı iken sosyalist fikirleriyle milliyetçi Alman gençliğini zehirlediği gerekçesiyle tutuklanarak konsantrasyon kampına gönderilen ilk aydınlardan birisiydi.

Frankfurt Göethe Üniversitesi Fizyopatoloji Kürsüsü direktörü Ordinarius Profesör Doktor Philipp Schwartz yeni yetme Nazi subayı tarafından okulunun merdivenlerinden itilerek kovulmuştu.

Carl Ebert Berlin Operası’nda Paul Hindemith’in eserini sahneye koymaması istendiği için Genel Direktör’lük istifa etmeye zorlanmıştı.

Paul Hindemith “Ressam Mahler” Operasında güya etnik müzikle Alman gençlerini zehirlemekteydi ve Hermann Göring tarafından eseri “atonal bir gürültü” olarak tarif edilmiş, Almanlar’ın en önemli çağdaş klasik müzik kompozitörü Hindemith Berlin Operasından kovulmuştu.

Almanya’nın yetiştirdiği, belki de en değerli müzik teorisyeni, tarihçisi ve orkestra şefi Ernst Praetorius’un,  Cardillac adlı operasının repertuara alınması Naziler için bardağı taşıran son damla oldu. Praetorius Weimar Operası Genel Müzik Direktörlüğü’nden uzaklaştırıldı. Takip eden iki yıl boyunca hayatını Berlin’de taksi şoförlüğü yaparak kazanacaktı.

Diderot üzerine yaptığı çalışmalarla dünya çapında bir romanist olan Herbert Dieckmann da faşizmin dışladığı en önmeli değerlerden biri olarak kendisine başka bir vatan bulmak zorunda bırakıldı.

İnsülin tedavisine alternatif olarak geliştirmekte olduğu oral antidiabetik ilaçları keşfedemeden Breslau Üniversitesindeki kliniğinden apar topar kovulan Ordinaryus Profesör Doktor Erich Frank, bilimsel çalışma notlarını Naziler yakmadan önce son dakikada kurtarabilmişti.

Albert Einstein’ın da özel doktoru olan ve yaptığı fundoplikasyon ameliyat tekniği, bugün dahi cerrahlarca daha iyisi bulunamadığı için uygulanmaya devam eden Ordinaryus Profesör Doktor Rudolph Nissen  Charité–Universitätsmedizin Berlin’den kovulmuştu.

Ernst Hirsch,10.Mayıs.1933 gecesi Römberg tepesinde düzenlenen o korkunç “kitap yakma” gecesine;  “Ben bu günaha ortak olmayacağım!” Dediği için Üniversiteden atılmış, Friedrichshein-Ostbahnhof’dan trene binerken yakın arkadaşı Julius Magnus; “İşte Almanya’nın geleceği gidiyor!” diye fısıldamıştı.
Alfred Kantorovitz, Bonn Üniversitesinde öğrencilerine zorlu bir 20 yaş dişini nasıl çekeceklerini bir hasta üzerinde göstermekteyken, kliniği basan Kahverengi Gömlekliler Kantorovitz’i sosyaldemokrat olması gerekçesiyle tutuklayıp Lichtenstein’daki Börgermoor konsantrasyon kampına göndermişlerdi.

Fritz Neumark, Göethe Üniversitesindeki görevinden karısının Yahudi olması gerekçesiyle atılmıştı.

Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzy-Schütte, Albert Eckstein ve daha pek çok bilim insanı, sanatçı, siyaset bilimcisi faşist zihniyetin yok edici ayrımcılığından kurtulamamış, ailelerine, çocuklarına bakabilecek pozisyonlarını kaybetmişlerdi. Sadece 14 sene önce 1.Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış yoksul Almanya’da, yoksul ailelerin bu çalışkan çocukları türlü fedakârlıklarla kendilerini yetiştirmiş, kürsü, pozisyon sahibi olmuş, artık Almanya’nın geleceğini teslim edecekleri öğrenciler yetiştirmeye başlamışlardı. Ne var ki Nazizm şimdi üzerlerinden biçerdöver gibi geçmişti. O meşum tarihte, 1933’te ne Amerika Birleşik Devletleri, Ne İngiliz Krallığı ne de hiçbir Avrupa ülkesi Hitler’in kovduğu bu profesörleri -Einstein kadar ünlü bir kaçına tanıdıkları istisna dışında- göçmen olarak almaya cesaret edememekteydi. Neyse ki Schwartz ve Einstein’ın çabaları sonuç vermiş; Atatürk olabildiğince hızlı ve olabildiğince çok sayıda bilim insanına Türkiye’nin kapılarını açmıştı. Çürümüş Osmanlı yapıları üzerine bina ettiği Cumhuriyet henüz sadece 10 yaşındaydı ve sosyal, siyasal, iktisadi, medeni, bilimsel alanlarda çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak için “en hakiki öğreticinin bilim” olduğuna inanmaktaydı. Yıldırım hızıyla bürokratik ve diplomatik engeller aşıldı, 1933 yılının Temmuz ayında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çağdaş üniversitesi İstanbul’da yukarıda adlarını saygıyla andığımız göçmenler tarafından açıldı. Bebek cumhuriyet aradığı ilaca, beyin gücüne kavuşmuştu. Devrimler hız kazanmış, kadın erkek eşitliği başta olmak üzere, eğitim ve sağlık politikaları baştan aşağı değişmişti. Artık Türkiye’nin her yerinde okullar açılmakta, Türk insanı Osmanlı Devletinin kendini mahkûm ettiği cehalet prangalarından kurtulmaktaydı.

Ankara’da kurulan Devlet konservatuarının kapısını bir gün 17 yaşında bir kız çocuğu çaldı.  İstanbul’dan trene atlayıp gelmişti Ayşe Leyla. Tek bir amacı vardı. Opera şancısı olmak. Carl Ebert, Ernst Praetorius ve Paul Hindemith’in öğle yemeğini takiben hep yaptıkları gibi çiftekavrulmuş lokum eşliğinde Türk kahvesi yudumladıkları sırada Ayşe Leyla dizleri titreyerek odaya girdi. Hindemith piyanoyu açtı. Ayşe’ye hangi opera partisyonunu bildiğini sordu. Bir ay sonra Ayşe Leyla kendisini Berlin’e götürecek olan Orient Expres’in kulakları yırtan ıslığı ve raylardan çıkan ilk takırtılarla anladı, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Sesinin oktavlarını, pürüzsüzlüğünü, hançeresinin derinliğini, şarkı söylerken etrafında oluşan görünmez haleyi gören üç büyük müzik insanı onun eğitimini Almanya’da almasına karar vermişlerdi. Eğitimini tamamlayacak, Türkiye’ye dönecek ve Ankara Operasının primadonnası olacaktı.

Berlin kabareleri ve müzikholleri egzotik güzelliği ışıltılar saçan Ayşe Leyla ile henüz tanışmamıştı ama onu ilk gördüğü gün kalbinden vurulan Max Fritz yönettiği orkestranın senkronunu bir daha toparlayamayacağı şekilde kaçırmıştı.

İlk kahvelerini Charlottenburg’da Cafe de Lebens‘te yudumladılar. Suda ilk taş sektirmelerini Kaiser döneminde avlak olarak kullanılan Tiergarten’da, söğütlerin saçlarını yıkadığı Spree kıyısında yaptılar. İlk şaraplarını bir gün batımında yelkenlileri seyrederken Wansee’de içtiler. Van Gogh, Toulouse-Lautrec, Oscar Wilde ve Attila İlhan’ın vazgeçilmezi Absinth’i kesme şekere damlatarak Chamäleon Varieté’de tattılar. İlk öpücüklerini –iki ağır batarya kadar sarhoş olup- yerini unuttukları bir köşe başında, bir seher vakti verdiler.


Aradan geçen dört sene boyunca yaşadıklarını ikisi de hiç unutmayacaklardı. En çok da havagazı lambalarının yakıldığı saatlerde, Berlin sokaklarına safir mavisi huzmeler yayıldığında ve hele de kar yağmışsa, yağmışsa bembeyaz şehrin üstüne, bu gecede olduğu gibi, Franz Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan mısralar okurlardı birbirlerinin kulaklarına: “Eğer mutluluktan ölünüyorsa bu benim başıma gelmeli. Ve eğer ölüme yazgılı biri mutluluk sayesinde hayatta kalıyorsa, o zaman ben hayatta kalacağım. Düşünsene yanımda yürüyordun Milena, yanımda yürümüştün.”

Ve 9.Kasım.1938 gecesi, Almanya tarihinin en kara gecelerinden biri olarak not düşülen o Kristallnacht kabusu; Max için de aşkları için de hem aydınlandıkları, hem karanlıklarının başladığı gece olacaktı.

Almanya 17 bin Polonyalı Yahudi’yi sınır dışı etmişti. Polonya’nın almayı reddettiği zavallılar iki ülke arasında sıkışıp kalmış, çoğu soğuk, açlık ve hastalıktan yaşamını yitirmişti. Ölenler arasında ailesinin de olduğunu öğrenen 17 yaşındaki Herschel Grynszpan,  Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ni basmış Konsolos Ernst vom Rath’ı  tek kurşunla indirmişti. Goebbels bunun organize bir Yahudi komplosu olduğunu öne sürerek Alman ırkını intikam almaya çağıran konuşmalarla kışkırtıp, Yahudileri hedef göstermişti. Sivil polislerin provokasyonuyla Kasım'ın 9'unu 10'una bağlayan gece kanlı saldırılara göz yumuldu. Polis ve itfaiye olaylara kasıtlı olarak müdahale etmedi. Geceye bu ad, saldırıdan sonra sokakları kaplayan cam kırıklarının ışıltılarından esinlenerek verilmişti. Gecenin sonunda 91 Yahudi öldürülmüş, yüzlercesi ağır yaralanmış, Yahudilere ait 7.500 dolayında iş yeri yağmalanmış, tahminen 177 sinagog yakılıp yıkılmış, pek çok Yahudi mezarlığı, “gömü var” efsanesiyle tahrip edilmişti.

Max, Berlin Operasında kompozitör ve en genç orkestra şefi olarak çalışan, geleceği oldukça parlak, Aryan bir aileye mensup, yapılı bedeninden beklenmeyecek kadar zarif bir modeldi. Modeldi, çünkü sekiz yaşındayken, Nazi Partisi üyesi babasının da önermesiyle ressam karşısına oturmuş, yeni Almanya’nın, Hitler’in istediği üç çocuklu çekirdek aile konseptini anlatan afişinin erkek çocuk modelliğini yapmıştı. Kristallnacht gecesi Ayşe Leyla’nın evinde, bir Berlin ayısı postunun üzerinde, şöminenin önünde sarmaşıklar gibi sarılıp, çırılçıplak uykuya dalmışlarken sokaktan gelen yağma sesleriyle uyanmışlardı. O güne dek Naziler’in giderek artan baskılarına şahit olsalar da, bu dönemin özel bir politik süreç olduğunu düşünmüş, hiç politikayla ilgilenmemiş, 30’lar Berlini’nin sanat ve eğlence gecelerinde soluklarını tüketmişlerdi. Şimdi evin alt katındaki züccaciye dükkânında ne varsa tuzla buz edilmekteydi. Dükkân sahibi ve aynı zamanda çocuklarından boşalan katı Ayşe Leman’a kiralamış olan üst katlarındaki ev sahibesi tonton Rakel teyze kapılarını çalmış, 77 yaşındaki kocası Herr Shumiel ile kendisini linçten korumaları için Ayşe Leman’a ricacı olmuştu. Kapıya dayanan SS subayına pasaportunu uzatırken; “Ben bir Türk opera sanatçısıyım. Gece kapımı askerler yumruklasın diye değil, Türk Devleti bursuyla eğitim almaya geldim buraya.” Diyerek çıkışmış ve Shumiel çiftinin infazlarını, kim bilir hangi konsantrasyon kampında tamamlanacak, dört yıl ertelemişti.

9.Kasım.1938 gecesi bu felaket yaşanmışken 10.Kasım 1938 sabahı Ayşe Leman her sabah yaptığı gibi saat 9:00’da radyoyu açmış, gece yaşanan gerginliği bir parça dağıtmak için “Sabah Konseri”ni dinlemeye başlamıştı. Her ne kadar ismi anons edilmese de, iki aydan beri Berlin Radyo’su Ayşe Leyla’nın bedeninden beklenmeyen kontralto sesi çok sevmiş, her sabah birkaç arya ile kulakları şenlendirir olmuştu. İşte o sabah, daha önce radyo stüdyosunda yaptığı plak kaydından Puccini'nin La Bohème'inin Mimi’nin Son Şarkısı çalmaktaydı ve Ayşe Leman’ın yüreği bir anda cız etmişti. Son zamanlarda memleketten gelen acı bir haber zaten dağlamaktaydı yüreğini. Atatürk komadaydı. Ayşe Leman’ın tek istediği ise, sayesinde kadınların erkeklerle eşit haklar kazandığı, sayesinde genç bir kadın olarak Müslüman ülkede opera söyleyecek bir sanatçı olma şansını bulduğu bu büyük devrimcinin huzurunda, kendi memleketinde arya söylemekti. Ne var ki bu arzusu –tutku mu demeli- sonsuza kadar gömülecekti çünkü radyo 10:00 haberlerinde Atatürk’ün son nefesini verdiğini duyurmuştu. Herr Shumiel’in gece boyunca elinden düşürmediği tespihini rica etti. Odasına girip yatağına oturdu ve bildiği tüm dualarla devrimciyi Berlin’den uğurladı.

Sonraki günler şimşek hızıyla geçmeye başladı. Max’la birlikte bir opera sahnesinde performans vermek üzere uzun zamandır provalar yapmakta, prova aralarında aşklarına yeniden, yeniden ve yeniden yakacak atmaktaydılar. Max’in olağanüstü kompozisyonu, Ayşe Leyla’nın egzotik kostümleri, dekorlar, ışıklar her şey hazırdı. Afişler bile hazırdı. Genel prova sırasında salonun kapıları açıldı ve genç bir Yüzbaşı Aryan ırkından olmayanların sahneye çıkmalarının yasaklandığını bildiren kanunu önlerine koydu.  Ayşe Leman soluğu Max’le birlikte Berlin Kabareleri’ne gittikleri gecelerde karşılaştıkları General Franz Conrad von Moltke’nin ofisinde aldı. General Conrad, yine absinth içip Berlin gecelerine akan çiftle bir gece Variete’de karşılaşmıştı. Çarliston kostümü, siyah kısa kesilmiş saçları, serin kuyulardan yükselirmiş gibi çınlayan kahkaları ve Tiergarten’daki ahuların, Ayşe Leyla’nın gözleriyle karşılaşınca, utançtan kapadıkları gözlerinden daha ıslak bakışları olan bu genç kadını hayranlıkla izlemeye başlamıştı. Bir çift Nazi gözünün üzerinde gezdiğinden habersiz Ayşe Leman, absinthin etkisi ve Variete’nin presentatörü, eski dostu Janjan’ın ısrarıyla sahneye çıkıp da Lili Marlen’i Marlene Dietrich edasıyla söylediğinde, General Conrad şampanyaya abone olmuş, her karşılaşmalarında Champagne Krug 1928’leri –nasıl olsa müesseseden- ardı ardına patlatması 1938 Berlin’inde şehir efsanesi olarak yayılmıştı. Berlin Radyosu’nda Ayşe Leman’dan aryalar söylemesini isteyen de oydu. Şimdi bu ıslak bakışlı ahu karşısına geçmiş, “Beni sahneye çıkartmazsanız, ben de radyonuzda bir daha asla arya söylemem!” Demekteydi. Conrad ne yaptı ne ettiyse de bu inatçı keçiyi ikna edemedi. Nazi kanunu demiri bile keserdi ve Ayşe Leman sahneyi de, radyoyu da unutup karalar bağlamış, artık Berlin’in ışıltılı gecelerinden ayrılıp, İstanbul’una dönme zamanının yaklaştığını anlamıştı. Gel gör ki Aryan Almanlar aynı fikirde değildi. Adını dahi bilmedikleri –ki Aryan olmadığı için anons etmemekteydiler, Koyu Bordo Kadife Sesli Kadın’ın radyodan ayrıldığını duyanlar ısrarla radyoya mektuplar yazmaya başlamışlardı. Olur a, geceleri bir yerlerde karşılaşırsalar, Ayşe Leman Conrad’ın yüzüne dahi bakmıyor, gönderdiği Krug 1928’leri anında iade ediyordu. General, Göebels’in altından girdi, üstünden çıktı ve nihayetinde ne afişlerde, ne de hiçbir yerde adının geçmemesi kaydıyla –sadece Max’in adı yazılacaktı, kompozitör ve şef olarak- sahneye çıkma iznini koparabilmişti. Koyu Bordo Kadife Sesli Kadın Nazi kanunlarına başkaldırmış ve mucizevi bir şekilde kazanmıştı. Ne var ki bu kez de Max’in babası Motzart’ın Don Giovanni’si gibi dikilmişti aşkın önüne. Oğlunu ihbar etti. Max bir sabah ansızın Ayşe Leman’ın sıcak koltuk altından kopartılarak askere alındı. Önce Berlin’de acemi eğitimi görecek, sonra da kim bilir hangi cepheye gönderilecekti. Öyle ya, Aryan olmayan bir kızla evleneceğine, Alman Ulus’u için cephede şehit olması beklenirdi, koskoca Don Giovanni’nin oğlunun. Hem zaten Naziler Aryan olmayanlara sadece sahne yasağı koymamış, Aryanlar’la evlenmelerini de yasaklamıştı.

Adolf Hitler 1933 yılının Ocak ayı biterken azınlık oyuna rağmen Alman şansölyesi olmasa, nasyonalist oyları konsolide etmek için tezgahladığı Reichtag yangını propogandasına hizmet etmese, daha iktidara geleli sadece 2 ay geçmişken, Alman Çalışma Yasalarını değiştiren -“Das Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums”- yasa 7.Nisan 1933’te yürürlüğe girmemiş olsa, Ernst Reuter, Carl Ebert, Ernst Praetorius, Paul Hindemith, Herbert Dieckmann, Erich Frank, Rudolph Nissen, Ernst Hirsch, Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Fritz Neumark, Alfred Kantorovitz, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzky-Schütte, Alber Eckstein, Philipp Schwartz gibi hepsi birbirinden değerli sanatçılar, doktorlar, bilim adamları, edebiyatçılar, iktisatçılar Nazi hışmına uğrayarak üniversitelerindeki kürsülerinden, devlet dairelerinden, belediyelerden Alman siyasi ve sosyal yaşamından dışlanmasalar, dışlananların başını çekerek Philipp Schwartz Zürich’te Albert Einstein’la buluşmasa, birlikte “Notgemeinschaft Deutsche Wissenschaftler im Ausland” adlı Almanya’dan dışlanmış bilim adamlarının dayanışma örgütünü kurmasalar ve Einstein, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazmış olmasa, belki de Ayşe Leyla 1939’un bu Şubat soğuğunda aşık olduğu adamı Prusya Cephesine göndermeden önce, Berlin’in Admiral Brück’ünden sisli kanala bakarak sigara yakmayacaktı…