ÖZGÜR BEDEN KÜLTÜRÜ
Bir elimde kallavi bir cigara, diğerinde kallavi bir
bira kupası ile ağır adımlarla çırılçıplak Vansee Gölü’nün derinliklerine doğru
yürürken Körper Frei Kultur[1]
kavramının tadını damıta damıta çıkartmaktaydım ki, son bir kez dönüp baktım
arkada kalanlara.
Cuma günüydü. Haftanın son iş gününün son saatinde
geldi Almanlar’ın bana oturum vizesi vermediklerinin haberi. Carsten telefonun
diğer ucunda öfkeli bir sesle bildirdi olumsuz cevabı. Auslanderbehörde
(yabancılar dairesi) yurda dönmeden, Almanya içinden yaptığım oturum
başvurusunu kabul etmemişti.
“Doğrusu beklemiyordum böyle bir sonucu. Sana boş
umut vermek istemediğim için açıkça söylememiştim ama belli ki kendime boş umut
vermişim.”
“Peki şimdi
ne yapacağız Carsten? B planımız nedir?”
“Alman
devletiyle kavga etmeyeceğiz. Senin içinde bulunduğun koşullar göz önüne
alınacak olursa, Alman devletinin sana “memleketine git, başvurunu oradan yap”
demesi, seni göz göre göre hayati tehlikeye ya da en azından temel
özgürlüklerini elinden alma ihtimali çok kuvvetli olan bir duruma doğru
itmesidir açıkçası. Hakkında Türkiye Cumhurbaşkanı’na hakaretten iki, onun
destekçisi olan medyaya hakaretten üç, halkı terör ve resmi otoriteye isyana
teşvik ve bölücü örgüt propagandasına destekten bir olmak üzere altı hapis
istemli dava sürmekte. Alman otoriteler de biliyor ki, demokratik hukuku askıya
almış bir Türkiye’de tamamı fikir özgürlüğü kapsamında olan bu davaların hiç
birinin hakaretle, bölücülükle, terörle ilgisi yoktur ama Alman yasaları da tam
Alman’dır. Değişmez, delinmez, eğilip, bükülmez. Yani bu koşullar altında
oturum vizesi için yurda dönüp başvuru yapmak; ya tutuklanman, ya yurt dışı
çıkış yasağına maruz kalman, ya da Cumhurbaşkanı’nın hedef gösterdiği bir
“hain” olarak bir köşe başında çakallar tarafından puştça pusuya düşürülmen
gibi satırlarla katırlar arasından bir seçim yapmakla eş anlamlıdır ve tüm
bunlar göz önünde bulundurulunca ben derim ki; Türkiye’ye gitme!”
“Peki ne
yapacağız Carsten?”
“Siyasi sığınma isteyeceğiz!”
İyi de siyasi sığınma seçeneği, canım kadar çok sevdiğim ülkeme giriş yasağı
demek. Deliye deli, dedik diye. Yok, öyle yağma. Deli gider, akıl hâkim olur
yeniden iklime. İstanbul’un martısına simit atmadığım, vapurunun çığlığını duymadığım,
anamın babamın mezarına ayda yılda bir gidip konuşmadığım, fıstık çamlarına,
erguvanlarına, nisanlarında mimozalarına bakmadığım, haziranda ıhlamur tüten ağaçlarınhazzına
varmadığım, yağmurlu bir kasımda hırçın boğaz dalgalarıyla ıslanmadığım,
Karadeniz’deki köyümün sisli yeşil dağlarına çıkamadığım, Kapadokya
mağaralarında uyuyamadığım bir hayat tasarlamadım ben kendime. Kavgamın
bedelinin bu olacağını bilseydim, yine de verirdim aynı kavgayı. Kuşku yok da,
sığınmak onuruma dokunmakta. Almayım, eksik olsun. Vatanımda tüm özgürlük
kaleleri teker teker yobazların eline düştükçe –ki bunda kullanışlı aptalların
epeyce rolü var- soluğu özgür bir derin nefes almak için çıkıp geldiğim
gurbette siyasi sığınma demek, entegrasyon sürecinde iş yapmadan, çalışmadan,
para kazanmadan Alman devletinin sadakasıyla yaşamak demek. Tamam beleş para,
al üstüne yat da, yok Carsten, buraya sığınmaya gelmedim ben. Bunu bilsin
Almanlar. Elim kalem tutmakta, aklım fikir yazmakta. Tatilde de değilim ben. Yazmam,
çalışmam lazım. Alman’ın da bunu anlaması lazım. Almanlar’ın bedavadan parasını
almaya değil, hikâyeler anlatmaya geldim ben buraya. B planın nedir? Onu söyle
bana.”
“Kazakistan
mı demiştin neydi? Oradaki arkadaşında kalabilir misin üç ay? Ya da Schengen
vizesi olmayan başka bir ülkede?”
Portakal kabuğu gibi serilmiş dünya haritası geldi
gözümün önüne. En solda Los Angeles, en sağda Tokyo… Seç beğen al. Ya da seni
kim seçerse, çok düşünme git onu al…
“İyi de kazın ayağı hiç öyle değil. Erdoğan
faşizmine iktidarı ele geçirdikleri 2.Kasım.2002 gecesinden başlayarak muhalif
olduğum için ve son filmi 2006’da sansüre takıldıktan sonra tüm yolları
kesilmiş, Kültür Bakanlığı sübvansiyonları bloklanmış, televizyon kanallarının
kapıları kapatılmış, niyetli yapımcıları korkutulmuş bir kara liste üyesiyim. E
diğer yandan cumhuriyet çocukları olarak devlet memuriyetindeki üç otuz
kuruşluk birikiminden başka bir serveti olmayan bir ailenin evladıyım. Yani seç
beğen al hangi ülkeyi alırsan da, neyle alacaksın? Banka hesabıma bakıyorum.
Taş çatlasa birkaç ay idare eder gurbette. Nihayetinde az buz değil, on yıldır
engellemiş faşist iktidar ekmeğimi. Dedim ya kara listedeyiz. Carsten telefonu
kapatınca aldı beni bir efkâr. Efkâr sardı şaraba. Şarap daldı damara. Ben
bağladım karaya. Memleket bakıyorum kendime. Gece on buçuk gibi telefon geldi Carsten’dan.
Carsten hukuku Türkçe hukuk kitaplarından okuyan, kızının adını Mavi koymuş bir
Aryan. Dedi ki;
“çok ama çok kızgınım bu Almanlar’a. Nasıl redderler
böyle bir dosyayı ya? Resmen Kırmızı Pazartesi bu. Yok, ben kavga etmeye karar
verdim. Bu Pazartesi’yi ben kırmızı yapacağım. Alman Devleti’ni mahkemeye
vereceğim. Olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar yolu var. Dava
sonlana kadar bir şey yapamazlar. Almanya’da kalırsın. Var mısın kavgaya?”
Kargaya kavga sordu iyi mi?
“Yürü be Carsten! Dalalım Almanya’ya!”
diyerek kapattım telefonu. Bir şat sek rakı şarabın
üstüne. Bir de ince Müzeyyen. Çat, Würgeengel. En sevdiğim Berlin barı.
950’lerden kalma. Adını Lois Bunuel’in “El Angel Exterminador” filminden almış.
Doku, koku hala 50’lerden. Exterminador İspanyolca “bitirici, sonlandırıcı”
demek. Bitirici melek yani. Bildiğin Azrail demek. Barın adı, Würgeengel,
Almanca’da da Azrail haliyle. Gel gör ki Almanlar’da Azrail bizdeki gibi bir
çeşit değilmiş. Her ölüm modeline bir başka Azrail bakıyor. Uzman ya bu
Almanlar, Azrail’ler de uzmanlaşmış. Vurarak öldüreni var, keserek öldüreni
var, deşerek öldüreni var, var oğlu var. Bizimki de boğarak öldüreniymiş.
Velhasıl Berlin’in savaş sonrası modernist barlarından Würgeengel’in, dekadan
atmosferine attım kapağı. Almanya’yla girişeceğim savaş öncesinde ateş suyu
almaya gelmişim. Arthur shaker sallamakta.
“Çaksana Arthur bana bir cin. Hendrick’s. Keine
tonic. Bol buzlu…”
Bar taburesi üstünde cinleri yuvarlayıp, kavgaya
girecek muharip adrenali yükseltirken ben, iki genç adam yanımda boşalan
taburelere iskele alabanda oldular. Genç derken 30’ların sonlarında ikisi de.
Biri kumral, ben ebatta, benden yakışıklı, güler yüzlü. Diğeri bana bir on
santim takar, sarışın, kıvırcık, mavi gözlü. Birincisi Mark, ikincisi, bana
yakın oturan Victor… Birazdan tanışacağız. Mark uzandı:
“sizden bir sigara alabilir miyim?”
“Naturlich…”
“Ateş peki?
“Kein problem”… Sigarayı yaktı. Güler yüzüyle
teşekkür etti. Herkes kendi dünyasına döndü. Sanmışım ben. Meğerse Mark
dönmemiş.
“Sizin yüzünüzde hikâyeler dolaşıyor.”
Uuups! Sağlam girdi çocuk mevzuya.
“Ohooooo! Bitmez bizde hikâye. Bir başlarsam pişman
olabilirsin sigara istediğine.”
Aslında anlatasım var tabi. Efkârlanmışız.
Pizlenmişiz. Rakı dünyasından kopmuş gelmişiz. Bas düğmeye anlatalım hesabı.
Dedi ki;
“Sıkıldık biz de birbirimizle aynı mevzuları
konuşmaktan. Belli ki sen yüklüsün. Dökül, muhabbet olsun!”
Tabi bunları böyle söyleyemedi de, benim duyduğum
bunun gibi bir şeylerdi. Belki de duymak istediğim. Dedim;
“Nerden başlasam/Nasıl anlatsam/Kaç kişiydik o zaman
bak/Kaç kişi kaldık şimdi?”
Demedim tabi, içimden geçirdim. Maksat zaman
kazanmak. Dedim ki direkman;
“Tayyip’le mahkemeliğim…”
“Ooooo. Süper…”
dedi Mark. Elin Alman’ı sevinince ben bodoslama
daldım muhabbete. Ne zayıf yanlarım var benim yahu?
“Bir de değil,
bir ton mahkeme var. Ya atacaklar içeri, ya yurt dışı çıkış yasağı
koyacaklar, zaten on yıldır sırf muhalifiz diye hiç iş yaptırmıyorlar, üstüne
de son mahkeme olunca, yeter artık deyip attım kendimi buraya”
diye başladım mevzuya. Gelsin cinler, biralar… Prost,
şerefe geyikleri… Büyük yudumlar…
“Ben film yönetmeniyim, senaryo yazarıyım…”
“Aaaa ben de yönetmenim”
“Hadi ya?”
“Evet. Ben belgesel yönetmeniyim. Sen?”
“Ben kurmaca film çektim daha çok. Gerçi dediğim
gibi on yıldır fotoğraf çektirmiyorlar.”
“Nasıl yani?”
“Bizde iki finans kaynağı var, sizdeki gibi. Biri
Kültür Bakanlığı, diğeri TV kanalları. Gel gör ki ne o, ne diğeri bağımsızdır
bizde. İkisi de göbekten hükümetlere bağlıdır. Hükümet istemeyince
fotoğraf çekemezsin bizim memlekette”
“Ama bu sanat!”
“Sen gel bunu Tayyip’e anlat.”
Kahkahalar. Gelsin cinler, biralar…
“Neydi ki mahkeme?”
“Tayyip’e deli dedim, hakaretten saydılar.”
“Yok artık” dedi ikisi birden.
“Ne yoku? 10 ay hapis kitlediler.”
“Scheisse!” dedi ikisi birden.
“Ne yani deli dedin diye mahkemeye mi verdi savcı?”
“Ne savcısı? Tayyip kendi bizzat mahkemeye verdi.”
“Mahkemede ne oldu peki? Sen ne dedin hakime?”
“Ben hakaret etmedim. Teşhis koydum dedim”
“Teşhis mi?”
“Evet tıbbi teşhis. Çünkü ben bir yandan da
doktorum.”
“İşe bak! Biz de öyleyiz. Ben yönetmenim. Victor doktor.
Sen hem yönetmensin hem doktor.
Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak,
limon… yetmez. Noch ein mal… Drei mal yani. Tuz, tekila, tak, limon… Neredeyse
“öpiim abi” modundayız artık.
“Eeee.. Neler oldu mahkemede?”
Anlattım uzun uzun, tadını çıkarta çıkarta… Size
sonra anlatırım neler olduğunu o mahkeme salonunda. Size sonra anlatacağım,
karar duruşmasından bir gün önce babamı ellerimle toprağa verişimi… Size sonra
bahsedeceğim, Atina uçağına son dakikada yetişip, koltuğuma yerleşince nasıl
nefes nefese kaldığımı ve babamın mezar toprağını botlarımın altında nasıl
Atina’ya götürdüğümü… Onlara hepsini tam tekmil o gece anlattım. Size de sonra
anlatacağım. Neyse. O gece Boğarak Öldüren Melek Barı’nda Victor ve Marc en
baba kankalarım oldu, tam da Almanya’nın beni dışladığı gece. Üç beş gün sonra
vize bitecek ve artık Gürcistan mı, Kazakistan mı bilinmez yeni vatan
arayacağım kendime. Yani Almanya’dan çıkar ayak iki kanka buldum iyi mi? Gelsin
o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… Yetmez. Noch drei mal. Tuz,
tekila, tak, limon… Olduk mu kelle?
“Yahu bir dışarı çıkıp hava alalım mı?”
Çıktık. Marc ve Victor ceketlerini paltolarını da
alarak çıktılar ki, oradan uzayacaklar otellerine. Son bir sigara içeceğiz
dışarıda. Benimkiler ancak birer fırt asıldılar çift kâğıtlıdan. Sonra bir
sevgi seli, kucaklaşmalar, ölümüne kanka sözleriyle düştüler yollarına.
Evimde açtım gözlerimi cumartesi akşama doğru. Geçti
gece akşamdan kalma çorbaları, gavisconlarla, geçti Pazar az despresyon, biraz
tedavi, biraz pazartesinin hazırlıklarıyla.
Pazartesi hayat benim için olağandan çok üstün
başladı. Cuma günü mesainin bitimine beş kala birinci Carsten telefonuyla
“vatansız” durumuna düşmüşken, Pazartesi sabah mesai başlamadan ikinci Carsten
telefonuyla ise Almanya’nın bana olmadık bir istisna yaptığı haberini aldım.
Almanya’yı dava etmek üzere haftanın ilk gününün sabahının köründe kolları
sıvayıp bilgisayarının başına oturan Carsten, hafta sonu boyunca tasarladığı
dava dilekçesini tam yazacakken Auslander Behörde’den gelen bir e mail pop-up
yapınca bir durmuş.
“Cuma günü bizden aldığınız e maili yok hükmünde
sayın Sayın Avukat. Altıoklar’a bir yıl sanatçı vizesi verdik”
Ne olmuştu da, olmuştu bunlar? Neydi beni getiren
buralara? Neden Almanlar, hiç onlardan beklenmedik bir şekilde- Cuma’dan
Pazartesi’ye karar değiştirmişlerdi? Kim onlara bir şey fısıldamıştı? Biri mi
bir şey fısıldamıştı? Kafamda deli sorular. Kafada duman olan bilir, sarmaldır
o sorular. Marc’la Victor’a danışayım dedim. Nihayetinde kankayız ya artık.
Verdikleri telefonlar kullanılmayan numara çıkınca pek aldırmadım. Dil okulumu
astım. Kendime tatil verdim. Yeşil bir nefes almak için, adını duyduğum ama hiç
görmediğim Vansee gölüne kaçtım.
Puzzellarda rastlanan güzellikte bir koy. Yeşilin ortasında bir göl. Kumsalda
Ekim ayı olmasına rağmen güneşin son kırıntılarını da yakalamak isteyen
Almanlar. Çıplak Almanlar. Üstsüz güneşlenen, üstsüz göle giren Almanlar. Aaaa…
Altsız gölden çıkan Almanlar… Çıplaklar kampındayım… Adının Körper Frei Kultur
olduğunu az sonra öğreneceğim yerdeyim. Özgür Beden Kültürü yani. Özgürlüğü
gökte ararken kumsalda bulunca düştü şiir aklıma:
“savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye
/ zaman ki sana hasta oldu, incelikli haytasın / nüksederken raksına mahallenin
maşallahı eyvallahı / Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın…[2]”
diyerek indirdim şortu, girdim kuyruğa, aldım
Arjantinimi, kurdum şezlongu göl kıyısındaki bir söğütün altına, sardım kallavi
cıgarayı, Marc’la Victor’a bir selam çaktım ve yürüdüm Gölün ortasına doğru… Ekim
soğuğu taşıyan küçük göl dalgaları kasıklarımı aşıp belime doğru yükselirken, Özgür
Beden Kültürü’ne hoşgeldin demekteydi sonbahar kaçağı güneş.