10 Kasım 2018 Cumartesi

I. BÖLÜM



1.Bölüm

Kelebek kanatlarında o mütereddit ve endişeli titreşimler olmasa; kumsaldaki çakıl taşlarını okşayıp yıkadıktan sonra usulca geri çekilen sakin dalgalara bakan hiç kimse, gök kubbenin altında yaşayan hiçbir canlı, 1937 Ağustosunun 17'sinin takvimlere bir sonun başlangıcı olarak kayıt düşüleceğini söyleyemezdi.

Yorgun yazdan kalan miskin güneşin yalancı yalayışları, kuzeyden gelen diri esintiyle tuvalindeki renkleri hercai bir alışkanlıkla harmanlayan sokak ressamı gibi altunî kavak yapraklarını, şarabî sarmaşıklara, kuruyup kahverengine çalmış eskiyeşili, kavruk tütün rayihasına karıştırıyordu. Deniz kıyısındaki korunun göğsüne zarif bir yüzük taşı gibi taht kurmuş iki katlı, mütevazı Yalova Köşkü’nün üst katındaki yatak odasında, beyaz saten çarşafların üzerinde Zsa Zsa Gabor, değdiği gözü yangın yerine çeviren likör yeşili gözlerini açtı. Mahmur bakışlarını sol yanına çevirdiğinde yatakta yalnız olduğunu fark etti. Belli ki Paşa, her sabah olduğu gibi, yine erkenden kalkmıştı. 

Odanın açık balkon kapısının tülünü havalandıran sabah esintisinden mi bilinmez Zsa Zsa bir yıl önce henüz on yedi yaşındayken, Budapeşte'nin Hotel Galiard Balo Salonu'nda Macaristan Güzeli seçildiği geceyi hatırladı. O gece orada birisi ona Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün metresi ve İngiltere adına çalışan bir casus olacağını söyleseydi, Fransız Limoges porselen vazolarından yankılanmışçasına parlayan kahkahasını tutamazdı herhalde. 

Kalçalarına kadar dökülen dalgalı altın renkli saçları, yaşasaydı Koca Sinan'ın minarelerine ilham verecek kadar uzun, süt beyazı bacaklarıyla Karpat dağlarının vahşi ormanlarında fütursuzca sıçrayan ceylanları önünde diz kırdıracak güzellikteki  Zsa Zsa yataktan akarcasına inip çıplak ayaklarıyla balkona yürüdü. 

Yalova Köşkü asırlık çınarın serin soluğu altında yeni bir sabaha uyanıyordu. Paşa ise gazetelerini almış, yine her sabah yaptığı gibi, sinekkaydı tıraşını olmuş, jilet gibi giyinmiş ve çınarın altındaki beyaz, hasır Emmanuel koltuğuna kurulmuştu. Paşa akşam rakı sofrasında konukların nefesini kesecek kadar yüksek zekâ şerareleri ve esprileriyle ortalığı kırmış geçirmişti. Konukların köşkü terk etmelerini takiben Zsa Zsa, nasıl olduğunu anlayamadan altı ay önce Ankara Karpiç Lokantası'nda daha ilk dans edişlerinde âşık olduğu adamın kollarına dün gece yine kendisini bırakmış, beyaz saten çarşaflar üzerinde esrik bir bedensel yükselişi yeniden tatmışlardı. 

Mahur sevişmelerinin ardından birbirlerine sarmaşıklar gibi dolanarak uyumuşlardı. Paşa günün onca yorgunluğuna ve rakıya ve aşka rağmen yine kısa bir şekerleme sonrasında yataktan sıyrılarak çıkıp küçük barok çalışma masasına oturmuş, Zsa Zsa uyanmasın diye elektrik ampulünü açmayıp, gaz lambası ışığı altında, burun ucuna düşürdüğü gözlükleri gözünde, aklından geçenler kaçıp, kompartıman değiştirmeden kâğıda dökmeye karar vermişti. Oysa Zsa Zsa uyumamış, uzun kirpiklerinin arasından Paşa’nın saklı defterine not düştüğünü görmüştü. İşte şimdi o gecenin sabahında Zsa Zsa, Macaristan'dayken kendisine verilen görevi yerine getirmek üzere mutfağa gitti.  Köşk görevlileri onu görünce cezveyi, kahveyi, fincanları hazırladılar. Zsa Zsa her sabah olduğu gibi Paşa’sının kahvesini pişirmek üzere ocağın başına geçti. Pişen kahveyi fincana aktarırken kaşla göz arasında, yine Macaristan'da ona gizlice verilen küçük kahverengi cam şişedeki ilaçtan bir damla Paşa’sının kahvesine damlattı.

Kahveyi Paşa’sına gönderen Zsa Zsa, hizmetliye, banyo yapıp Paşa’nın yanına, kahvaltıya geleceğini söylemesini de tembihlemişti. Yukarı, yatak odasına çıkan Zsa Zsa Fransa’dan getirtilmiş çinko küveti sıcak suyla doldurup uzandı ve Paşa’sının ilacın etkisiyle uyumasını bekledi. Kısa bir banyo keyfinin ardından balkona çıkan Zsa Zsa, Paşa’nın çınarın gölgesindeki Emmanuel koltukta kaykılmış, kahvesi sehpada, kitabı kucağında uyuyakaldığını görünce balkondan odaya bornozunun eteklerini savurarak seğirtti. Barok masanın çekmecesini usulca çekti. Paşa’nın sır defterine gece düştüğü notların olduğu sayfayı açtı ve stiloyla kopyasını çıkartmaya koyuldu. Odanın kapısını kilitlemeyi unutmamış, bir kulağını ise balkona asılı bırakmıştı. 

Paşa, yalnızca uyurken eğdiği başını sol omzuna misafir etmiş, beyaz hasır koltuğunda, bembeyaz bir istiridyenin kalbinde sakladığı incinin huzurlu ışıltısını yüzünde taşıyarak uyuyordu.
Paşa’nın ebediyete göçmesinin hemen ardından büyük ödülünü kazanacak ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, Ellis adasındaki göçmen kuyruğunu by-pass ederek giriş yapıp, Hilton Oteller zincirinin varisi Conrad Hilton’la; evlilik zincirinin birinci halkasını takacak olan, Amerikalıların seslenişiyle Zsa Zsa, asırlık çınar ağacına doğru ellerinde testere ve ahşap merdivenle yaklaşan iki bahçıvanı görmedi. Koltuk, Paşa’yı öylesine bağrına basıp saklamıştı ki, bahçıvanlar onu fark etmeden, çınarın yanına geldiler. Koca çınarın ana dallarından biri köşkün duvarına dayanmış, sakin gücüyle son bir kaç aydır santim santim itmekteydi. 

Bahçıvanlar bir buçuk iri kıyım erkek kulacı çapındaki ana dalı kesmek üzere merdiveni çınarın asırlık gövdesine dayayarak tırmandılar. Testerenin dişlerini ağaca geçirmiş, dalı gövdeden ayırmak üzere ileri geri kuvvetle ittirdikçe çınar, gözyaşlarını Paşa’nın yüzüne akıtıyordu adeta. Havada dans ederek süzülen talaşlarının yüzüne düşmesiyle uykusundan uyanan Paşa, gözleri uyku perdesinden sıyrılıp da hedefine kilitlenince ağacın dalındaki bahçıvanları gördü.

- Ne yapıyorsun orda?

Paşa’nın sesi köşkün yatak odası tavanına çarpıp da Zsa Zsa’nın kulaklarına dolunca, ipek sabahlığının rüzgârının savurduğu kağıdın düşmesine aldırış etmeden dışarıya seslendi.

 - Paşam, bana mı sordunuz?

Tek bir adımla balkona çıkan Zsa Zsa, dalından kopup, gülle gibi toprağa çakılan ham ayvalar gibi düşmekten, kestikleri dala sarılarak kurtulan bahçıvanları azarlamakta olan Paşa’yı gördü.
 
- Günaydın gün ışığım... 

Dedi Ekselans, Juliette gibi balkonundan sarkmış, ona bakmakta olan Rapunzel’e.

- Günaydın Paşam...

Doğan güneşi selamlarcasına bakmıştı koca adam balkondan yükselen ışığa. O esnada bahçıvanlar dalın üstünde tir tir titremekteydi.

- Ne yapıyorsunuz orada dedim?

- Dal köşke dayandı Gazi Hazretleri, budayacaktık...

Diye yanıtladı bahçıvanlardan yaşlıca olanı. Paşa derin bir soluk aldıktan sonra;

 - Inin bakayım oradan çabuk.

Bir hamlede ağaçtan inen bahçıvanlar süt dökmüş kediler gibi karşısına geçtiğinde Paşa gözlerini dikip;

- Üç yıllık köşk için üç yüz yıllık çınar mı kesilirmiş?

Verecek cevabı olmayan bahçıvanların yardımına, konuşmaları duyup koşarak gelen yaveri nefes nefese yetişti:

- Köşkün temellerini oynatıyor paşam, başka ne yapalım bilemedik..

Paşa en az üç yüz yıllık çınar ağacının bilgeliğini taşıyan gülüşüyle bir saniye bile düşünmedi:

- Köşkü taşıyın.

Genç köşk de, balkondaki genç kadın da, asırlık çınar ağacı da, yaver de, bahçıvanlar da, mütereddit kelebekler de imkânsızlığı imkansız kılan adamın şaka yapmadığını anlayacaklardı o gün...

Köşkün temellerine kadar toprak derinlemesine kazılmış, köşkten itibaren ise yerkabuğunun karnı yirmi metre yarılmış, taze toprak kokusu havayı kaplamıştı. Yarığın dibine tren rayları döşenmiş, dekoville çıkan toprak taşınmakta, raylar üzerinde kaydırılacak olan köşkün yolu açılmaktaydı. Lacivert blazer ceketinin altına giydiği beyaz keten pantolonu ve beyaz ayakkabılarına bulaşmaya kıyamayan çamura aldırış etmeyen Paşa, köşkü çekerek raylar üzerinde kaydıracak olan kalın meşin kolanların da hazır olduğu bilgisini alınca izleyenlerin nefeslerini tuttuğu o anda komutunu verdi:

- Çekin!

Paşa koskoca köşkü temelinden kaydırma işlemini paylaşmak için küçük bir grubu da davet etmişti o gün köşkün bahçesine. Çarklar meşin kolanlara asıldıkça kulakları tırmalayan bir gıcırtı yükseldi önce. Nihayetinde meşin kolanlar esneme kapasitesinin sonuna geldiğinde gerilim had safhaya ulaşmıştı. Ya köşk direnecekti, ya kolanlar... Elbette beklenen oldu, Paşa’nın hesabı tuttu, koca köşk titreye titreye yerinden oynadı. Çoğunluğu yabancı gazetecilerden oluşan kadınlı, erkekli topluluğun hayret dolu nidaları eşliğinde köşk raylar üzerinde ağır ağır yürümeye başladı. Alkışlar, tebrikler havada uçuşurken Paşa yüzündeki geniş ve gururlu gülümsemesiyle konuklarına dönerek pürüzsüz Fransızcasıyla sordu:

- Acıkmadınız mı? 

Konukların toplandığı temaşa alanının hemen arkasında, köşkün santim santim kaymasını izleyebilecekleri bir yere uzun bir masa kurdurmuştu çoktan. Beyaz örtülerle kaplı masaya, beyaz porselen yemek takımları yerleştirilmiş, konukları beklemekteydi. Konuklar masanın etrafındaki koltuklara yerleşirlerken bir yandan da hem servis hem sohbet başlamıştı bile. 

- Ekselans! Adım Maurice Pernot.. Fransız Revue des Deux Mondes gazetesi adına buradayım. Sizi kutlarım. Bir ağaç için gösterdiğiniz hassasiyet alkışları hak etmekte. Bir röportajınızda muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız dediniz. Bunu açar mısınız? 

- Mösyö, Bizim vücutlarımız doğuda ise de, düşüncelerimiz batıya dönüktür. Bu nedenle öncelikle halkımızı fikrini serbestçe ifade etmek hususunda cesaretlendireceğiz. Çünkü bu millet asırlardır "senin düşünmene gerek yok, senin yerine ben düşünürüm!" diyen idareciler tarafından yönetildi.. Yaratıcı fikirler ancak kişinin düşündüğünü serbestçe söylemesi, yazmasıyla mümkündür!

Konuklar Paşa'ya hayranlıkla bakarken, yabancı olduğu anlaşılan bir diğer gazeteci David Graham Farmer kızgın bakışlarını ondan alamamaktaydı. Ateş saçan gözler Paşa'nın dikkatini çekse de o anda başka bir gazeteci söz aldı.

 - Ward Price, Daily Mail gazetesi. Ekselans! Siz böyle diyorsunuz ama Avrupalı birçok yazar, sizi "Diktatör" olarak vasıflandırıyor!

Paşa kendine ve yaptıklarına güveni tam olan adamların gülüşüyle karşılık verdi bu soruya önce ve sonra cevapladı:

- Eğer ben diktatör olsaydım, siz bana bu soruyu sorabilir miydiniz Mösyö?

Masadakiler gülerlerken Farmer yine katılmamıştı coşkuya... Ekselans bu kez başkasının araya girmesine izin vermeden sözü ona verdi:

- Siz belli ki bana bir nedenle kızgınsınız.. Öğrenebilir miyim?

Farmer Fransızca bilmediğinden yanındaki konuk Ekselansın sorusunu fısıldayarak İngilizceye çevirdi. Bunun üzerine Farmer:

- Komutan! Size kızgınım çünkü siz Çanakkale'de ağabeyimi öldürdünüz.

Farmer’ın yorumu Ekselansa çevrilince masadakilerde bir tedirginlik bulutu dolaştı. Hâlbuki Ekselansın gülümseyen yüzünde hiç bir ifade değişikliği olmamıştı. Hatta belki gülümsemesi bir nebze daha genişlemişti.

- Ağabeyiniz Çanakkale'ye nereden gelmişti?

- Avustralya?

- Avustralya... Dünyanın öteki ucu. .. Peki Mr. Farmer söyleyin bakalım; ağabeyinizi Çanakkale'ye ne maksatla yollamışlardı?

Masanın etrafındakilerden farklı tepkiler yükseldi. Paşa yeniden söze başlayınca konuşmalar kesildi.

- Ağabeyiniz için üzüldüm. Ağabeyiniz gibi uzak diyarlardan emperyalist emeller uğruna gönderilerek savaşmış tüm askerler için de üzgünüm. Vatanımızın meşru müdafaası için toprağa düşen bu toprakların çocukları için de üzgünüm. Vatanın meşru müdafaası dışında her savaşı cinayet saydım ben. Keşke hiç olmasaydı bütün bu savaşlar ama heyhat, ne genç bedenler kaybedildi emperyalist çıkarlar uğruna. Mr. Farmer, bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken ağabeyiniz gibi tüm kahramanlar artık burada dost bir vatanın toprağında huzur ve sükûn içinde uyumaktalar. Onlar bizim çocuklarımızla yan yana, koyun koyunadır artık. Memleketinize döndüğünüzde uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analara saygılarımı iletin. Gözyaşlarını dindirsinler. Evlatları bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

Konuklar gözlerinde biriken yaşlarla dinledikleri bu konuşmanın sonunda alkışlar, tebriklerle minnetlerini bildirdiler. Paşa küçük rakı kadehini kaldırarak: 

-Ruhları şad olsun...

Deyince masadakiler ona eşlik ettiler. Kadeh çınlamaları ve konukların aralarında başlattıkları kakafoni esnasında zar zor bir kadın sesi duyuldu:

- Peki Ekselans... Hiç âşık oldunuz mu?

Ekselans küçük rakı kadehini dudaklarına götürürken bir anda donakaldı. Yüzü asıldı. Masadakiler sesin geldiği yöne bakarak fısıldaştı. Havada asılı kalan kadehini yavaşça çeviren Ekselans bir yudumda rakıyı kafasına dikti. Kadehi masaya geri bıraktığında nefesler kesilmişti. Ekselansın yüzündeki o güleç, sevecen ifade kaybolmuştu. Kaşları çatılmış, gözleri boş kadehine kilitlenmişti. Garson elleri titreyerek kadehi doldurdu. Ekselans öne eğilip sesin geldiği yöne bakınca konuklar; "ben sormadım" dercesine, domino taşları gibi arkalarına yaslanarak onun delici bakışlarından kaçtı. Masanın en ucunda sessizce oturmakta olan dünyanın en güzel genç kadını öne eğilerek sorunun sahibi olduğunu belli etti. 

-Ekselans!

Dedi genç kadın. Etraftaki yabancılar bu genç ve güzel kadının kim olduğunu merak etmekteydi. Aralarında fısıldaştılar. Bunu fark eden genç kadın ayağa kalktı:

- Je suis Zsa Zsa Gabor...

Deyince, konuklardan Ward Price söze karıştı: 

- Hatırladım sizi... Siz geçen senenin Macaristan Güzeli değil misiniz?

Ayakta ürkek bir kumru gibi titreyen bu genç kadını gören konuklar kıkırdadılar. Zsa Zsa onlara aldırmayarak devam etti:

- Ekselans! Merak ediyorum. Siz, yenilmez bir kumandan, şaşırtıcı bir devlet adamı, müthiş bir devrimcisiniz. Bütün bunları tarih kitapları, mecmualar yazmakta. Ama, hiç bilinmeyen bir tarafınız var.. Ekselans, siz hiç sevdiniz mi?

Paşa önüne baktı, hüzünlü bir tebessüm yerleşti yüzüne... Masadakiler nefesini tutmuş, bu hazır cevap liderin vereceği cevabı duymak için sabırsızlanmaktaydı. Paşa iki parmağının arasında tuttuğu kadehi havada ağır ağır çevirdikten sonra bir yudum alıp hüzünlü gülümsemesini kaybetmeden, ağır ağır konuştu:

- Matmazel, bir ömür kışlalarda, cephelerde, karargâhlarda, savaşlarda geçti... 

Konuşmasının bu noktasında durakladı Ekselans. Yüzündeki hüzün derinleşmekteydi. Paşa'nın hüznü derinleştikçe, onun canını yakmak için soruyu sorduğu belli olan Zsa Zsa’nın yüzünde de hüznün çemberleri giderek kendini göstermekteydi. Aralarında yaşanmış, yaşanamamış ne varsa sadece ikisi bilmekteydi ama derin yaralar olduğu masadakilerin gözlerinden kaçmamaktaydı. Paşa  alçak sesle cümlesini tamamladı:

- Sevmeye vakit mi vardı?

Paşa kadehini yine sonuna kadar kafasına dikti. Boş kadehi masaya hafif sert bırakırken başı öne eğikti. Burnunun ucunda birikmeye başlayan kan damlasını o da dahil hiç kimse fark etmemişti. Ağırlığına dayanamayan kan damlası havada süzülüp önündeki boş beyaz porselen tabakta dağıldı. Ekselans endişeli gözlerle karşısındaki doktoru Nihat Reşat'a baktı. Doktor da kanamayı görmüştü. Köşkün yürütülmesine şahit olmak üzere çağrılmış olan konuklar, bir devrin kapanış faslının ilk gününe de şahit olmuşlardı.

Güneş, gün batımına doğru, o gün doğduğuna doğacağına pişman olmuş gibi bir mahcubiyet içinde kurşuni bulutların arkasına çekilmiş, deniz yaşanacakları düşündükçe hırçınlaşmış, rüzgâr zapt edemediği öfkesinden sertleşmişti. Konuklar gitmiş, köşk hedeflenen mesafeye kaydırılmış, çalışma bitmişti. Kayan köşk ardında açık bir yara gibi taze toprak yarığı bırakmıştı. 

Paşa ve Zsa Zsa, mütevazı Yalova Köşkü'nün tam karşısından denize bir dil gibi uzanan ahşap, uzun, dar iskelenin en ucunda, yan yana ayakta durmaktaydı. Rüzgârla etekleri savrulan pardösüleri üzerlerinde, sessiz bir hüzünle denize bakmaktalardı. Paşa'nın yaveri ürkek adımlarla iskelede yürüyerek sokuldu. Elinde kâğıtları Paşa'ya gösterdi. Paşa göz kapaklarını indirerek hem anladığını, hem de çekilebileceğini anlattı yavere. Yaver geldiği gibi usul adımlarla iskeleden çekilince neler olup bittiğini anlamaya çalışan Zsa Zsa cesaretini toplayarak konuştu:
- N'oluyor Paşam! Neden bana hiç bir şey söylemiyorsunuz?
Paşa sessizliğini bozmadan ufka bakmaya devam etmekteydi. Zsa Zsa nemlenmiş likör yeşili gözleriyle sokulup sordu:
- Kemal, neler oluyor sana? Benim bilmeye hakkım yok mu? Neden...

 - Yarın sabah trenle Ankara'ya dönüyorsun Zsa Zsa...

Zsa Zsa donup kaldı önce:

- Hiç bir yere gitmem ben seni böyle bırakıp... Benden bunu isteme, kalbimi söküp al, bunu benden isteme... 

Paşa'nın burnundan ince bir kan çizgisi akmaya başladı o anda. Mendiliyle kanı silerken:

- Görmüyor musun Zsa Zsa... Senin yerin artık kocanın yanı.. Sabah Ankara'ya dönüyorsun..

- Gitmem... Gidemem... Seni bırakmam... bırakamam... sonuna kadar seninleyim... gidemem..

- Sonu burası likör gözlüm.. Yol bitti!

Zsa Zsa ağlayarak Paşa'nın göğsünü minik yumruklarıyla dövmeye başladı. Paşa heykel gibi dikilmekteydi. Zsa Zsa Paşa'nın elindeki kanlı mendilini aldı, nefret ederek yere attı. Sivri topuklarıyla mendili ezmeye başladı. Ne var ki, o mendilde sevdiği adamın kanı vardı. Kıyamadı, çömeldi, mendili ıslak zeminden aldı. Gözyaşlarına boğulmaktaydı. Mendili derin derin koklayarak sevdiği adamın kokusunu içine çekti. Dimdik ayakta duran Atatürk, eliyle usulca genç kadının saçlarını okşamak istedi. Sanki yasak bir sobaya elini uzatmış gibi dokunamadan parmaklarını topladı. Gözleri, ufukta patlayacak olan fırtınaya dikilmişti. Alacakaranlık çökmüştü ama tüm detayları aydınlatacak kadar güçlü bir şimşeğin ardından, yeri göğü inleten bir gök gürültüsüyle birlikte yağmur patladı. Zsa Zsa çömeldiği yerde Paşa’nın bacağına sarılıp, sığındı.

Paşa’nın kulaklarında gök gürültüsü ve fırtınanın sesleri gerilerken, havada uçan havan toplarının vınlaması çınladı.

18 Haziran 2017 Pazar

KFK

ÖZGÜR BEDEN KÜLTÜRÜ
Bir elimde kallavi bir cigara, diğerinde kallavi bir bira kupası ile ağır adımlarla çırılçıplak Vansee Gölü’nün derinliklerine doğru yürürken Körper Frei Kultur[1] kavramının tadını damıta damıta çıkartmaktaydım ki, son bir kez dönüp baktım arkada kalanlara.  
Cuma günüydü. Haftanın son iş gününün son saatinde geldi Almanlar’ın bana oturum vizesi vermediklerinin haberi. Carsten telefonun diğer ucunda öfkeli bir sesle bildirdi olumsuz cevabı. Auslanderbehörde (yabancılar dairesi) yurda dönmeden, Almanya içinden yaptığım oturum başvurusunu kabul etmemişti.
“Doğrusu beklemiyordum böyle bir sonucu. Sana boş umut vermek istemediğim için açıkça söylememiştim ama belli ki kendime boş umut vermişim.”
 “Peki şimdi ne yapacağız Carsten? B planımız nedir?”
 “Alman devletiyle kavga etmeyeceğiz. Senin içinde bulunduğun koşullar göz önüne alınacak olursa, Alman devletinin sana “memleketine git, başvurunu oradan yap” demesi, seni göz göre göre hayati tehlikeye ya da en azından temel özgürlüklerini elinden alma ihtimali çok kuvvetli olan bir duruma doğru itmesidir açıkçası. Hakkında Türkiye Cumhurbaşkanı’na hakaretten iki, onun destekçisi olan medyaya hakaretten üç, halkı terör ve resmi otoriteye isyana teşvik ve bölücü örgüt propagandasına destekten bir olmak üzere altı hapis istemli dava sürmekte. Alman otoriteler de biliyor ki, demokratik hukuku askıya almış bir Türkiye’de tamamı fikir özgürlüğü kapsamında olan bu davaların hiç birinin hakaretle, bölücülükle, terörle ilgisi yoktur ama Alman yasaları da tam Alman’dır. Değişmez, delinmez, eğilip, bükülmez. Yani bu koşullar altında oturum vizesi için yurda dönüp başvuru yapmak; ya tutuklanman, ya yurt dışı çıkış yasağına maruz kalman, ya da Cumhurbaşkanı’nın hedef gösterdiği bir “hain” olarak bir köşe başında çakallar tarafından puştça pusuya düşürülmen gibi satırlarla katırlar arasından bir seçim yapmakla eş anlamlıdır ve tüm bunlar göz önünde bulundurulunca ben derim ki; Türkiye’ye gitme!”
 “Peki ne yapacağız Carsten?”
“Siyasi sığınma isteyeceğiz!”
İyi de siyasi sığınma seçeneği,  canım kadar çok sevdiğim ülkeme giriş yasağı demek. Deliye deli, dedik diye. Yok, öyle yağma. Deli gider, akıl hâkim olur yeniden iklime. İstanbul’un martısına simit atmadığım, vapurunun çığlığını duymadığım, anamın babamın mezarına ayda yılda bir gidip konuşmadığım, fıstık çamlarına, erguvanlarına, nisanlarında mimozalarına bakmadığım, haziranda ıhlamur tüten ağaçlarınhazzına varmadığım, yağmurlu bir kasımda hırçın boğaz dalgalarıyla ıslanmadığım, Karadeniz’deki köyümün sisli yeşil dağlarına çıkamadığım, Kapadokya mağaralarında uyuyamadığım bir hayat tasarlamadım ben kendime. Kavgamın bedelinin bu olacağını bilseydim, yine de verirdim aynı kavgayı. Kuşku yok da, sığınmak onuruma dokunmakta. Almayım, eksik olsun. Vatanımda tüm özgürlük kaleleri teker teker yobazların eline düştükçe –ki bunda kullanışlı aptalların epeyce rolü var- soluğu özgür bir derin nefes almak için çıkıp geldiğim gurbette siyasi sığınma demek, entegrasyon sürecinde iş yapmadan, çalışmadan, para kazanmadan Alman devletinin sadakasıyla yaşamak demek. Tamam beleş para, al üstüne yat da, yok Carsten, buraya sığınmaya gelmedim ben. Bunu bilsin Almanlar. Elim kalem tutmakta, aklım fikir yazmakta. Tatilde de değilim ben. Yazmam, çalışmam lazım. Alman’ın da bunu anlaması lazım. Almanlar’ın bedavadan parasını almaya değil, hikâyeler anlatmaya geldim ben buraya. B planın nedir? Onu söyle bana.”
 “Kazakistan mı demiştin neydi? Oradaki arkadaşında kalabilir misin üç ay? Ya da Schengen vizesi olmayan başka bir ülkede?”
Portakal kabuğu gibi serilmiş dünya haritası geldi gözümün önüne. En solda Los Angeles, en sağda Tokyo… Seç beğen al. Ya da seni kim seçerse, çok düşünme git onu al…
“İyi de kazın ayağı hiç öyle değil. Erdoğan faşizmine iktidarı ele geçirdikleri 2.Kasım.2002 gecesinden başlayarak muhalif olduğum için ve son filmi 2006’da sansüre takıldıktan sonra tüm yolları kesilmiş, Kültür Bakanlığı sübvansiyonları bloklanmış, televizyon kanallarının kapıları kapatılmış, niyetli yapımcıları korkutulmuş bir kara liste üyesiyim. E diğer yandan cumhuriyet çocukları olarak devlet memuriyetindeki üç otuz kuruşluk birikiminden başka bir serveti olmayan bir ailenin evladıyım. Yani seç beğen al hangi ülkeyi alırsan da, neyle alacaksın? Banka hesabıma bakıyorum. Taş çatlasa birkaç ay idare eder gurbette. Nihayetinde az buz değil, on yıldır engellemiş faşist iktidar ekmeğimi. Dedim ya kara listedeyiz. Carsten telefonu kapatınca aldı beni bir efkâr. Efkâr sardı şaraba. Şarap daldı damara. Ben bağladım karaya. Memleket bakıyorum kendime. Gece on buçuk gibi telefon geldi Carsten’dan. Carsten hukuku Türkçe hukuk kitaplarından okuyan, kızının adını Mavi koymuş bir Aryan. Dedi ki;
“çok ama çok kızgınım bu Almanlar’a. Nasıl redderler böyle bir dosyayı ya? Resmen Kırmızı Pazartesi bu. Yok, ben kavga etmeye karar verdim. Bu Pazartesi’yi ben kırmızı yapacağım. Alman Devleti’ni mahkemeye vereceğim. Olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar yolu var. Dava sonlana kadar bir şey yapamazlar. Almanya’da kalırsın. Var mısın kavgaya?”
Kargaya kavga sordu iyi mi?
“Yürü be Carsten! Dalalım Almanya’ya!”
diyerek kapattım telefonu. Bir şat sek rakı şarabın üstüne. Bir de ince Müzeyyen. Çat, Würgeengel. En sevdiğim Berlin barı. 950’lerden kalma. Adını Lois Bunuel’in “El Angel Exterminador” filminden almış. Doku, koku hala 50’lerden. Exterminador İspanyolca “bitirici, sonlandırıcı” demek. Bitirici melek yani. Bildiğin Azrail demek. Barın adı, Würgeengel, Almanca’da da Azrail haliyle. Gel gör ki Almanlar’da Azrail bizdeki gibi bir çeşit değilmiş. Her ölüm modeline bir başka Azrail bakıyor. Uzman ya bu Almanlar, Azrail’ler de uzmanlaşmış. Vurarak öldüreni var, keserek öldüreni var, deşerek öldüreni var, var oğlu var. Bizimki de boğarak öldüreniymiş. Velhasıl Berlin’in savaş sonrası modernist barlarından Würgeengel’in, dekadan atmosferine attım kapağı. Almanya’yla girişeceğim savaş öncesinde ateş suyu almaya gelmişim. Arthur shaker sallamakta.
“Çaksana Arthur bana bir cin. Hendrick’s. Keine tonic. Bol buzlu…”
Bar taburesi üstünde cinleri yuvarlayıp, kavgaya girecek muharip adrenali yükseltirken ben, iki genç adam yanımda boşalan taburelere iskele alabanda oldular. Genç derken 30’ların sonlarında ikisi de. Biri kumral, ben ebatta, benden yakışıklı, güler yüzlü. Diğeri bana bir on santim takar, sarışın, kıvırcık, mavi gözlü. Birincisi Mark, ikincisi, bana yakın oturan Victor… Birazdan tanışacağız. Mark uzandı:
“sizden bir sigara alabilir miyim?”
“Naturlich…”
“Ateş peki?
“Kein problem”… Sigarayı yaktı. Güler yüzüyle teşekkür etti. Herkes kendi dünyasına döndü. Sanmışım ben. Meğerse Mark dönmemiş.
“Sizin yüzünüzde hikâyeler dolaşıyor.”
Uuups! Sağlam girdi çocuk mevzuya.
“Ohooooo! Bitmez bizde hikâye. Bir başlarsam pişman olabilirsin sigara istediğine.”
Aslında anlatasım var tabi. Efkârlanmışız. Pizlenmişiz. Rakı dünyasından kopmuş gelmişiz. Bas düğmeye anlatalım hesabı. Dedi ki;
“Sıkıldık biz de birbirimizle aynı mevzuları konuşmaktan. Belli ki sen yüklüsün. Dökül, muhabbet olsun!”
Tabi bunları böyle söyleyemedi de, benim duyduğum bunun gibi bir şeylerdi. Belki de duymak istediğim. Dedim;
“Nerden başlasam/Nasıl anlatsam/Kaç kişiydik o zaman bak/Kaç kişi kaldık şimdi?”
Demedim tabi, içimden geçirdim. Maksat zaman kazanmak. Dedim ki direkman;
“Tayyip’le mahkemeliğim…”
“Ooooo. Süper…”
dedi Mark. Elin Alman’ı sevinince ben bodoslama daldım muhabbete. Ne zayıf yanlarım var benim yahu?
“Bir de değil,  bir ton mahkeme var. Ya atacaklar içeri, ya yurt dışı çıkış yasağı koyacaklar, zaten on yıldır sırf muhalifiz diye hiç iş yaptırmıyorlar, üstüne de son mahkeme olunca, yeter artık deyip attım kendimi buraya”
diye başladım mevzuya. Gelsin cinler, biralar… Prost, şerefe geyikleri… Büyük yudumlar…
“Ben film yönetmeniyim, senaryo yazarıyım…”
“Aaaa ben de yönetmenim”
 “Hadi ya?”
“Evet. Ben belgesel yönetmeniyim. Sen?”
“Ben kurmaca film çektim daha çok. Gerçi dediğim gibi on yıldır fotoğraf çektirmiyorlar.”
“Nasıl yani?”
“Bizde iki finans kaynağı var, sizdeki gibi. Biri Kültür Bakanlığı, diğeri TV kanalları. Gel gör ki ne o, ne diğeri bağımsızdır bizde. İkisi de göbekten hükümetlere bağlıdır. Hükümet istemeyince fotoğraf  çekemezsin bizim memlekette”
“Ama bu sanat!”
“Sen gel bunu Tayyip’e anlat.”
Kahkahalar. Gelsin cinler, biralar…  
“Neydi ki mahkeme?”
“Tayyip’e deli dedim, hakaretten saydılar.”
“Yok artık” dedi ikisi birden.
“Ne yoku? 10 ay hapis kitlediler.”
“Scheisse!” dedi ikisi birden.
“Ne yani deli dedin diye mahkemeye mi verdi savcı?”
“Ne savcısı? Tayyip kendi bizzat mahkemeye verdi.”
“Mahkemede ne oldu peki? Sen ne dedin hakime?”
“Ben hakaret etmedim. Teşhis koydum dedim”
“Teşhis mi?”
“Evet tıbbi teşhis. Çünkü ben bir yandan da doktorum.”
“İşe bak! Biz de öyleyiz. Ben yönetmenim. Victor doktor. Sen hem yönetmensin hem doktor.
Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… yetmez. Noch ein mal… Drei mal yani. Tuz, tekila, tak, limon… Neredeyse “öpiim abi” modundayız artık.
“Eeee.. Neler oldu mahkemede?”
Anlattım uzun uzun, tadını çıkarta çıkarta… Size sonra anlatırım neler olduğunu o mahkeme salonunda. Size sonra anlatacağım, karar duruşmasından bir gün önce babamı ellerimle toprağa verişimi… Size sonra bahsedeceğim, Atina uçağına son dakikada yetişip, koltuğuma yerleşince nasıl nefes nefese kaldığımı ve babamın mezar toprağını botlarımın altında nasıl Atina’ya götürdüğümü… Onlara hepsini tam tekmil o gece anlattım. Size de sonra anlatacağım. Neyse. O gece Boğarak Öldüren Melek Barı’nda Victor ve Marc en baba kankalarım oldu, tam da Almanya’nın beni dışladığı gece. Üç beş gün sonra vize bitecek ve artık Gürcistan mı, Kazakistan mı bilinmez yeni vatan arayacağım kendime. Yani Almanya’dan çıkar ayak iki kanka buldum iyi mi? Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… Yetmez. Noch drei mal. Tuz, tekila, tak, limon… Olduk mu kelle?
“Yahu bir dışarı çıkıp hava alalım mı?”
Çıktık. Marc ve Victor ceketlerini paltolarını da alarak çıktılar ki, oradan uzayacaklar otellerine. Son bir sigara içeceğiz dışarıda. Benimkiler ancak birer fırt asıldılar çift kâğıtlıdan. Sonra bir sevgi seli, kucaklaşmalar, ölümüne kanka sözleriyle düştüler yollarına.
Evimde açtım gözlerimi cumartesi akşama doğru. Geçti gece akşamdan kalma çorbaları, gavisconlarla, geçti Pazar az despresyon, biraz tedavi, biraz pazartesinin hazırlıklarıyla. 
Pazartesi hayat benim için olağandan çok üstün başladı. Cuma günü mesainin bitimine beş kala birinci Carsten telefonuyla “vatansız” durumuna düşmüşken, Pazartesi sabah mesai başlamadan ikinci Carsten telefonuyla ise Almanya’nın bana olmadık bir istisna yaptığı haberini aldım. Almanya’yı dava etmek üzere haftanın ilk gününün sabahının köründe kolları sıvayıp bilgisayarının başına oturan Carsten, hafta sonu boyunca tasarladığı dava dilekçesini tam yazacakken Auslander Behörde’den gelen bir e mail pop-up yapınca bir durmuş.
“Cuma günü bizden aldığınız e maili yok hükmünde sayın Sayın Avukat. Altıoklar’a bir yıl sanatçı vizesi verdik”
Ne olmuştu da, olmuştu bunlar? Neydi beni getiren buralara? Neden Almanlar, hiç onlardan beklenmedik bir şekilde- Cuma’dan Pazartesi’ye karar değiştirmişlerdi? Kim onlara bir şey fısıldamıştı? Biri mi bir şey fısıldamıştı? Kafamda deli sorular. Kafada duman olan bilir, sarmaldır o sorular. Marc’la Victor’a danışayım dedim. Nihayetinde kankayız ya artık. Verdikleri telefonlar kullanılmayan numara çıkınca pek aldırmadım. Dil okulumu astım. Kendime tatil verdim. Yeşil bir nefes almak için, adını duyduğum ama hiç görmediğim Vansee  gölüne kaçtım. Puzzellarda rastlanan güzellikte bir koy. Yeşilin ortasında bir göl. Kumsalda Ekim ayı olmasına rağmen güneşin son kırıntılarını da yakalamak isteyen Almanlar. Çıplak Almanlar. Üstsüz güneşlenen, üstsüz göle giren Almanlar. Aaaa… Altsız gölden çıkan Almanlar… Çıplaklar kampındayım… Adının Körper Frei Kultur olduğunu az sonra öğreneceğim yerdeyim. Özgür Beden Kültürü yani. Özgürlüğü gökte ararken kumsalda bulunca düştü şiir aklıma:
“savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye / zaman ki sana hasta oldu, incelikli haytasın / nüksederken raksına mahallenin maşallahı eyvallahı / Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın…[2]
diyerek indirdim şortu, girdim kuyruğa, aldım Arjantinimi, kurdum şezlongu göl kıyısındaki bir söğütün altına, sardım kallavi cıgarayı, Marc’la Victor’a bir selam çaktım ve yürüdüm Gölün ortasına doğru… Ekim soğuğu taşıyan küçük göl dalgaları kasıklarımı aşıp belime doğru yükselirken, Özgür Beden Kültürü’ne hoşgeldin demekteydi sonbahar kaçağı güneş.





[1] Özgür Beden Kültürü
[2] küçük İskender / Mustafa Altıoklar 

2 Nisan 2017 Pazar

VENÜS’ÜN OYUNLARI


Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini gösterdi. Hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Enver usul usul yanmakta olan ateşin önünde kuma oturmuş, hülyalı gözlerle ateşin dansına dalmış, Naciye Sultan’a yazacağı mektubu kafasında kurmaya çalışıyordu. Çalışıyordu ama çok değil daha üç ay önce Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan trene binerken Regina’nın, ince bıyıklı dudaklarının köşesine kondurduğu veda busesini bir türlü aklından çıkaramıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim bayrağını çektiği 1918 yılının 4 Kasım’ında onu bir sabaha karşı gizlice Almanya’ya kaçıran denizaltının yanaştığı Varna limanından bindiği trende Regina’yı ona ayrılan kompartımanda görünce, Berlin’de ateşe militerken mavi gözlerine meftun olduğu bu genç kadının arkeoloji öğrencisi falan değil, Alman Gizli teşkilatı ajanı olduğunu anlayacağı tarihe henüz yedi, bir buçuk milyon vatandaşının katline karar vermesine üç sene vardı. Enver Paşa, cayır cayır yanan dağ oteli şöminesinin önünde, Regina’nın kollarında daldığı mahur sükûnetinden sıyrıldığı, İtalyanlar’ın Trablusgarp’a asker çıkarttıklarını öğrendiği ve yıldırım hızıyla Selanik’e gitmesi gerektiğini söyleyen telgrafı aldığı o gün, elbette bu olacaklardan bihaberdi. Aceleyle toparlanıp Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan kalkacak trene atlaması, Berlin’de Orient Expres’i yakalaması ve Selanik’e uçması gerekmekteydi ve şimdi onu istasyona götüren atlı arabanın içinde Regina’yla diz dizeydi. Regina, Enver Paşa’nın küçük elini siyah dantelli eldiven giymiş kemikli elleriyle kavradı: “Almanya’da bulunduğunuz süre içinde yalnızca Almanya’nın Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana olduğunu geniş biçimde gözleme şansı buldunuz Herr Enver. Eminim Trablusgarp’tan bir destan çıkararak döneceksiniz.” Dedi. Enver, kendisine aşkla bakan bu bir çift mavi gözün sahibinin, bir arkeoloji öğrencisi olarak, dünya siyasetinin hassas dengelerine neden bu kadar hâkim olduğunu hiç sorgulamamıştı. “Ülkemiz bu ateş çemberinden geçerken bize Alman dostluğunun katacağı güçten hiç şüphe etmedim ben. Ve... Ve bir dosta güvenmeyi en müstesna haliyle bir Alman kadınının, sizin gözlerinizde gördüm Regina.” İleride, Almanlar’ın Enver Pascha Brück adını verecekleri tarihi taş köprünün üzerinden geçerken Regina; “Her Enver, ben de sizin gözlerinizdeki pırıltıdan görüyorum ki ülkenizin geleceği sizsiniz.” Demiş, Enver’in göğsü kimselere çaktırmadan kabarmış, çocukluğundan beri her mahcup oluşunda yaptığı gibi sağ kaşının ortasındaki bir tutam beyaz tüye serçe parmağının ucuyla dokunmuştu.

Şimdi, şu anda Kuzey Afrika Çölü’nde, otuz beş İttihtçı silahşörden oluşan Osmanlı karargahında –gerilla kampı mı demeli- ateşin önünde oturmuş; İstanbul’da, Osmanlı Sarayı’nın hareminde kendisini bekleyen nişanlısı Naciye Sultan’a mektup yazmak isteğiyle kıvranıyor ama Regina’nın dudak izi yakasını bırakmıyordu.

Neden sonra kelimeler kalemin ucundan damlamaya başladı: “Ruhum, Sultanım, Efendim...” Enver durdu, hafifçe gülümsedi. Her mektup yazmaya oturduğunda evvela nasıl bir hitapla başlayacağını düşünürdü. Artık tecrübeyle sabitlemişti ki; ilk hitapta seçtiği kelimeler, her zaman mektuplarının arkasını getirecek olan anahtarlar olmuştu. “Ruhum, Sultanım”, “Sultanım, Ruhum”, “Ruhumun Sultanı”, “Gözümün Nuru”, “Canım Efendim”, “İki Gözüm, Sultanım”, İki Gözüm Sultanım, Efendim”, “Sultanım, İki Gözüm, Efendim”, “Ruhum, Elmasım”, “Mukaddes Sultanım”, “Güzel Meleğim”, “Kâinattan Aziz Sevgili Sultanım, Efendim” ve benzeri hitaplarla yaptığı açılışlar, her zaman, Naciye Sultan’a yazmak istediği müteakip satırlara kılavuz olmuştu. Yine ruhunun derinliklerinden gelen insiyakın doğruluğuna inanarak gülümsemişti. Mektuba devam etti: “Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.” Son yazdığı temenni kelimesinin zayıflık intibaı uyandırabileceği endişesi ile bir an duraklasa da, yine de insiyakının sesini dinlemeyi tercih ederek, mektuba devam etti: “Dün geceden beri hafif bir fırtına hükmünü sürdürüyor. Bu unutulmuş çölde, fırtınanın hışırtısından başka bir şey işitilmiyor. Böyle yerde insan kendini her taraftan ayrılmış, büsbütün yalnız hissediyor. Bu yalnızlık içinde yegâne düşüncem sizlersiniz. Kim bilir şimdi derin derin uyuyor,”...

Enver,  “uyuyor” yazıp da virgülü koyunca bir an durup içinden gelen sesi dinledi ve cesaretle cümlenin sonunu getirdi: “belki beni düşünüyorsunuz, kim bilir ne güzel rüyalar görüyorsunuz”. Ben ise bin türlü müşkülat arasında yegâne olarak istirahat ve zevki sizi düşünmekte, böyle herkes dağıldıktan sonra yalnız olarak sizi tahayyülde buluyorum. İhtimal bu sözleri okuduğunuz vakit, yine hiç unutmam, bir mektubunuzda dediğiniz gibi; “öyle yalancıktan romanlarda gördüğünüz şeyleri yazmayın!” Diyeceksiniz. Fakat ruhum! Umarım ki bu defa artık hissiyatımın sizi aldatmak için yaratılmamış olduğunu anlıyorsunuz. Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman yazdıklarımı, böyle, düşman karşısında bütün adamlarımın hayatını elinde tutarak, onların ve vatanın bu parçasının mesuliyetini üzerimde taşıdığım bir zamanda da ayniyle yazıyorum.” Artık kelimeler teklemeden çıkmaya, düşünce bantı patinaj yapmaksızın akmaya başlamıştı. Kalemini mürekkebe daldırıp, damlanın fazlasının düşmesini beklemeden devam etti: “İki gözüm! Sizi belki ebediyen göremeyebilirim. Kim bilir, belki de yarın vuku bulacak bir çarpışmada, üstümüze yağan kurşunlardan bir tanesi hayatıma son verebilir. Fakat emin ol ki sultanım, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum. Allahtan istediğim bir şey var, o da siz müsterih ve afiyette olunuz ve size böylece tapan bu kalbi unutmayınız. Sizi bütün muhabbetimle kucaklar, güzel gözlerinizden öperim iki gözüm. Enver’iniz”. Enver, mektubu soluksuz tamamlamıştı. Katlayıp zarfa koymadan önce, kulağa nasıl geldiğini anlamak için bir kez de mırıldanarak okumaya karar verdi.

-Ruhum, Sultanım, Efendim...

“Buraya kadar iyi gidiyor” diye geçirdi içinden ve yine mırıldanarak devam etti:
-Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah. 

Durdu. Son kelimeyi bir kez daha okudu:

-İnşallah...

Kullanıcısının iyi niyet hislerini, yaldızlı olmamasına rağmen, Allah’ın lütuf karlığının yüceliğiyle bezeyerek ifade eden ve sırf bu nedenle bu kadar çok severek kullandığı bu kelimeyi, mektubunun tam da bu noktasında bir türlü sevememişti. Kendine güveni tam olmayan bir âşık intibaı bırakıyordu sanki. Kararlı bir şekilde kelimenin üstünü çizdi ama bu kez de ihtimam göstermeyen bir aşığın mektubuna dönüşüverdi elinin altındaki kâğıt parçası. Tereddüt etmeden buruşturup ateşe attı. Alevlerin yalayışıyla kavrulup havaya savrulan kelimelerine bir süre baktı. Sönmeye yüz tutmuş ateş, sanki onun kelimelerinin sıcaklığıyla yeniden yakıcılığına kavuşur gibi olmuştu ama bu da uzun sürmedi. Gece ilerledikçe çölün ayazı iyice çıplak tenleri ısırmaya başlamıştı ki, ateşe dalıp gitmiş olan Enver, içten gelen bir titremeyle bunu hissetti. Küllerin arasından aldığı bir dal parçasıyla ateşi dürtüp canlandırmaya çalışırken aklından, az önceki titremesinin esas sebebinin ne olduğunu geçirmeye çalıştı. Çölün ayazı mı, yoksa aşkla dolu hislerinin tercümanının bir anda yanıp yok olması mı içini titretmişti az önce?  Yoksa Allah esirgesin, hemencecik yanıp da, sönüveren, kâğıt parçası değil, hislerinin ta kendisi miydi? Öyle ya, her ne kadar, Padişah’ın inayeti ile Naciye Sultan’ı nikâhına alarak Saray’a damat olsa da, henüz karısının, bırakın yüzünü, tek bir fotoğrafını dahi görmüş değildi. Padişah kızıyla yüzünü görmeden evlenmeye karar vermesine; bırakın evlenmeyi, görmediği on üç yaşında bir kıza zilzurna âşık olmasına bakan bir kısım kötü niyetli, kötü ruhlu zevat, sanki görücü usulü evlilik başka bir milletin ananesiymiş gibi, aslı astarı olmayan bir dedikoduyu memlekete yaymış, meşrutiyetin kurucusu, hürriyet kahramanı Enver Bey’in, sanki böyle bir şeye tevessül etme ihtiyacı duyacakmış gibi, sırf saraya damat olmak için vaziyeti sineye çektiğini yazıp çizmişlerdi. Bunları düşünürken hayalinde prensesin suretini tarif üstüne canlandırmaya çalışan Enver, ateşi dürtüklediği dalın ucundaki kömürü kullanarak, Naciye Sultan’ın kara kalem portresini çizmeye karar verdi. Enver’in, resmetmeye kabiliyetli olduğu çoktan beri ispatlanmış olan becerikli eli, boş papirüsün üzerinde adeta dans ederek gidip geldikçe, ortaya, basbayağı alımlı bir geç kadın sureti çıkmaya başlamıştı ki, münasebetsiz bir sesin tesiriyle, kalem kayıverince, tam da dudakların birleşiği köşede hayal ettiği iffetli gülümseme, aniden ifadesiz bir gülümsemeye dönüşüverdi.

- Böyle miymiş prenses hazretleri?

Silahşor insiyakiyle tabancasına davranan Enver, seslenenin Mustafa Kemal olduğunu fark edince omuzlarını gevşetti.

- Hay Allah! Korkuttun beni. Dalmışım.

Derken, Mustafa Kemal’in eğilmiş, resme bakmakta olduğunu fark etti. Artık saklayacak olsa bir türlü, gösterecek olsa başka türlüydü. Serçe parmağıyla kaşındaki bir tutam beyaza dokunurken, pembeleşmiş yanaklarıyla, masum bir mahcubiyet içindeydi. Mustafa Kemal ise, çölün verdiği sıkıntıyı dağıtmak için sanki başka mevzu kalmamış gibi Naciye’nin resmine bakmaya devam ediyordu.

- Oldukça güzelmiş prenses hazretleri. Henüz görmediğini sanıyordum...
- Görüşmedik!

Enver’in cevabı keskin bir bıçak gibi ayazı kesti. Aynı anda resmi de ters çevirmişti. Aynı keskinlikle, gizli ve açık manası “git-yat” demek olan bir cümle kuruverdi:

- Sen uyumadın mı hala?
- Uyku tutmadı, dolanıyordum...

Sönmeye yüz tutmuş ateşin fersiz ışığında, Mustafa Kemal’in yüzünde az önce gördüğü belli belirsiz müstehzi ifade hala duruyor muydu, durmuyor muydu, seçilemiyordu ama neyse ki ateş almaya gelmiş olan Mustafa Kemal, cigarasını yakmıştı.

- İyi geceler kardeşim...
- İyi geceler Kemal.

Enver arkasından bakarken, Mustafa Kemal dudağında ince bir tebessümle çadırına doğru yürüdü. Karargâh uyumaktaydı.  Teğmen Yusuf da, sırtını Mustafa Kemal’in çadır direğine yaslamış, ellerinin arasında tuttuğu mektupla uyuya kalmıştı. Kumandanının ayak seslerini fark edince, ayağa fırladı. Mustafa Kemal:

- Uyumadın mı sen hala?
- Bir emriniz olur diye bekledim kumandanım.
- Eh! Madem ayaktasın bir fincan kahve yap bari!
- Baş üstüne kumandanım!

Mustafa Kemal çadırının önündeki derme çatma masaya otururken, Yusuf’un elindeki mektubu katlayıp, öptüğünü, sonra da göğüs cebine koyduğunu görmüştü.

- Karından haber var mı?
- Var komutanım, bir oğlum olmuş.
- Sorunca mı söylenir çucuk? Niye haber vermedin?

Teğmen Yusuf’un verecek cevabı yoktu. O, atalarından duyduğu; “aç var, açıkta var”, ikazı ile sevinçlerini bağıra çağıra ortalığa afişe etmeyi, sevinci olmayanlara karşı ayıp sayıp da, mahcup bir tevazu ile içinden yaşayanların topraklarında, Anadolu’nun bağrında büyümüştü. Kumandanına verecek cevap bulamayınca yanakları kızarmıştı. Kumandanı elbette biliyordu, cevapsızlığın nedenini. Yusuf’u daha fazla sıkıntıya sokmak istemedi.

- İyi bakalım-, Allah analı babalı büyütsün. Bana bak çucuk, asker yolu bekleyen ananın yüreği dar olur; kendimden bilirim, mektupsuz, habersiz bırakma kızcağızı...
- Emredersiniz kumandanım.

Kahve fincanını masaya bırakan Yusuf iki adım geri çekilip bekleyince, Mustafa Kemal:

- Hadi bakalım, şimdi git yat.
- Emredersiniz kumandanım. Bir emriniz var mı?
- Git yat dedim ya çucuk!

Teğmen Yusuf selam verip uzaklaştı. Mustafa Kemal sigarasından derin bir nefes çekerken başını geriye doğru atınca sonsuz saf siyahın içinde parıldayan yıldızların semavi gösterisinden gözleri kamaştı. Cebindeki ortası yanık mektubu çıkartıp, küçük masasının üzerine koydu ve gaz lambasının titrek ışığında cevap yazmaya başladı.

- Deryagözlü Eleni’mu... Tanrının güneşle yaktığı topraklardayım. Kuzey Afrika’da bir çöl burası. Şimdi hepimiz, bütün arkadaşlar burada, şahsi emellerimizden, şahsi arzularımızdan ziyade, vatanın müdafaası için tek vücut olduk. Gece olunca yıldızlar sanki onları tutmam için aşağıya iniyor, tıpkı Selanik gecelerindeki gibi, Elenimu. Yıldızlara birlikte baktığımız son geceyi hatırladım...

Mustafa Kemal, mektubun burasında durup kendisine uçsuz bucaksız gökyüzünden bir yıldız seçmek üzere başını kaldırdı. Çok değil daha üç ay önce Selanik’te Beyaz Kule’nin balkonunda Eleni’yle yıldızlara baktıkları geceyi hatırladı.

- Kemal! Bak! Yıldız kaydı gördün mü?
- Nerde?
- Şunu görüyor musun? En parlak olanı? İşte o Venüs. Onun yanından kaydı.

Eleni elini zarif bir bilek hareketiyle yıldızlara doğru uzatırken, işveli bir edayla Mustafa Kemal’e sokuldu. 

- Sen astrolojiye de inanmazsın değil mi Kemalimu?
- Ben sadece astronomiye inanırım Elenimu? İstikbali yıldız pırıltısında değil, kılıç şakırtısında aramaya başlayalı çok oldu...

Eleni, gecenin serinliğinden mi, Kemal’in romantizmden eser taşımayan sesinden mi bilinmez, ürperdi. Mustafa Kemal üzerindeki askeri ceketini genç kadının omuzlarına örterken, Eleni onun yakışıklılığına hayranlıkla bakmaktan kendini alamıyordu.

Hoş sadece o değil, askeri lise üniformasını giyip de elini öpmek üzere annesinin ikinci evliliğini yaşadığı sokakta göründüğünde, terzi Mualla iğneyi parmağına batırmış, komşusu Eftelya asmaya çalıştığı çamaşırı ipten düşürmüş, dedikoducu kadınlar dişlerinin arasına sıkıştırdıkları ayçekirdeklerini çıtlatamadan öylece bakakalmışlar, o günden sonra ne Selanik’in namlı güzelleri, ne de Manastırın işveli tazeleri bakışlarını ondan alamaz olmuşlardı.

Eleni ise o günlerde henüz serpilmiş, yeni taşındıkları bu mahallede, kadınlar gününde birgün hamamda üryan su dökünürken endamını gösterince, başından üç doğum, dört düşük geçmesine rağmen tam on yedi yıldır güzellikte birinciliği elinden alınamamış olan “Selanik’li Afrodit” nam, Alexandra bile “yassuvre! Hey maaşallah” diyerek, görünmez tahtıyla, tacını oracıkta Eleni’ye teslim edivermişti. İşte tam da Eleni’nin namının alıp yürüdüğü günlerden birinde, genç Mustafa Kemal, ramazan bayramı dolayısıyla verilen tatilde yine doğduğu şehre gelmiş, yakın arkadaşlarıyla Asmalı Meyhane’nin denize bakan ön bahçesinde oturmuş, harçlıkları ancak ona yettiği için, Apostol’un kendi imalatı olan ucuz biradan -yoksa boza mı demeli?- içerken, sanki bu delikanlı yaşlarınının başka muhabbet mevzuu yokmuş gibi gene Devlet-i Alî’yi nasıl kurtaracaklarını konuşuyor, arkadaşlarının “dur! sus!” gibi ikazlarına aldırış etmeksizin yüksek perdeden, yapılması gerekenleri bir bir sıralıyordu ki, hiç beklenmedik bir rüzgarla ters dönen şemsiyesine hakim olmaya çalışırken elindeki paketleri düşüren Eleni’nin görüntüsü etraftakilerin retinalarına düşmeye vakit bulana kadar, yerinden fırlayan Mustafa Kemal duruma hakim olmuştu bile. Sadece duruma mı? Eleni’nin göğüs kafesini kırmak istercesine çarpmaya başlayan küçük kalbine de hâkim olmuştu. İşte şimdi aralıklı görüşmelerle, yasaklarla yaşayageldikleri ilişkilerinde yine kaçak bir anın tadını çıkartırlarken, Mustafa Kemal, alt tarafı ceketini örtmüş, örterken de omuzlarına parmaklarının ucuyla şöyle bir dokunmuştu ama Kemal’in erkek kollarındaki güç, elektrik akımı verilmiş gibi Eleni’nin bütün hücrelerine dalga dalga yayılmıştı.

- İtalyanlar Trablus’u bombalamaya başlamış. Mütemadiyen asker çıkartıyorlarmış.

Kule dibinden yükselen bu çığlık, sanki Selanik şehrinin şalterini indirmişti. Eleni’ye dönüp, başıyla sert bir asker selamı veren Mustafa Kemal, kızı orada öylece bırakıp, kulenin merdivenlerinden aşağı uçarcasına indi. Kule dibindeki kalabalık neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, Selanik garına giren trenin acı sireni sesleri örttü. Enver, haberi Berlin’de alır almaz ilk trene atlamış, soluğu Selanik’te almıştı. Başta partililer, neredeyse tüm Selanik halkı İttihat ve Terakki’nin yalıdaki merkezine doluşmuştu. Enver kürsüde, arkasındaki duvara asılı haritada göstererek durumu açıkladı:

- Kardeşlerim, Berlin’de İtalyanların Trablusu işgale başladığını içimiz kan ağlayarak öğrendik.

Salondaki öfkeli kalabalık, “Savaşalım! Gidelim! Öl de, ölelim!” Ve benzeri nidalarla yeri göğü inletirken Enver kafasındakini açıkladı.

- Savaşmak için ordu göndermemiz lazım ancak deniz yoluyla göndermemiz imkânsız. İtalyanlar Akdeniz’e bütünüyle hâkim. Bizim hantal donanmamızı ilk atakta batırırlar. Karadan asker sevk etmek de imkânsız çünkü Mısır da İngilizler ’in işgali altında. Müttefikleri olan İtalya’yla savaşacak bir ordunun geçmesine müsaade etmezler. Yani kısacası Devletin eli kolu bağlı. Bu durumda yapılacak tek şey var...

Konuşmasının burasında küçük bir es verince, salon nefesini tutup, liderlerinin ne diyeceğini bekledi. Enver:

- Trablusgarp’a gizlice gideceğiz. Orada Almanların gerilla savaşı dediği, sizinse gayet iyi bildiğiniz çete savaşı yapacağız...

Salondan kahramanca nidalar yükselirken, meseleleri serinkanlı ve etraflıca düşünüp, tarttıktan sonra hareket etmesiyle meşhur Ali Fethi:

- Bu Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya savaş açması manasına gelmez mi?
- Devlet kararı demezsiniz. ‘kendi kararlarıydı’ dersiniz.. Allah’ın izniyle kazanırsak sahip çıkarsınız. Zafer İmparatorluğumuzun zaferi olur. Kaybedersek ‘Başıbozuk Çeteciler’ dersiniz. Osmanlı’ya halel gelmez.

Vatanının onuru için gözünü kırpmadan ölüme koşan bu yiğit adamın adının, istiklalleri uğrunda canını verdiği gelecek kuşakların tarih kitaplarında kahraman şehit değil, başıbozuk çeteci olarak düşmesi ihtimaline rağmen gösterdiği kararlı fedakârlık silahşorlarda -bıraksalar şimdi pencereden uçup, doğrudan Trablusgarp’taki İtalyan karargâhının tepesine konmak arzusunu öyle bir ateşlemişti ki, kitleleri böylesine harekete geçirmek her kulun değil, ancak büyük önderlerin harcıydı. Bunu çok iyi bilen Talat Bey, artık ne Enver’i, ne de salondakileri kararlarından geri çeviremeyeceğini biliyordu. Hoş zaten buna hiç niyeti de yoktu.

- Kararlılığınızı görüyorum... Cesaretinizi bilirim...  Size itimadım tamdır... Teklifinizi destekleyeceğiz...  Bize düşen nedir?
- Şehit olursak ailelerimize maaş bağlayın... Başka da bir isteğimiz yoktur.

Salondakiler, bu mütevazı talebin arkasındaki muhteşem mangal yüreğin karşısında, sanki saygıda kusur edeceklermiş gibi soluk almadan, büyülenmiş gözlerle bakarlarken, Enver son soruyu sordu?

- Benimle Trablus’a savaşmaya kimler gelecek arkadaşlar?

Ssalonda kim varsa, zerre kadar tereddüt etmeden, aynı anda hep bir ağızdan bağırdı:

- Ben!

Bir tek Mustafa Kemal farkındaydı salondakiler arasında… Enver’in mangal yüreği vardı var olmasına da, akıl kısmına düşen hisse hem zırnık kadardı, hem de askeri ya da vicdani stratejilere değil, sadece şöhrete ve iktidara endeksliydi. İttihat ve Terakki Parti tarihinin en mühim toplantılarından 1909 Selanik kongresinde Mustafa Kemal bir manifesto yayınlamış; “Askerlik yapacaksak siyaseti; siyaset yapacaksak askerliği bırakmalıyız!” dediği için partiden atılmıştı. İttihatçılara göre ise siyasi erki elde etmenin ve korumanın yolu askeri darbeden geçmekteydi. 909 kongresinde Mustafa Kemal ve Enver’in yolları bu nedenle son kez Trablusgarp’ta, siyasi değil askeri disiplin gereği kesişmenin dışında, o gün, bir daha fikri olarak hiç bağdaşmayacak şekilde ayrılmıştı. Çok değil, Trablusgarp’tan sadece üç sene sonra askerlikle siyasetin neden bir arada yürütülmemesi gerektiğinin dehşetengiz örneği kan revan içinde yaşanacak; bir buçuk Osmanlı vatandaşı Ermeni, Kürtlerle torak kavgasına düşürülerek katledilecek, evlerinden barklarından zorla uzaklaştırılıp, çoluk çocuk, yaşlı, hasta demeden, aç ve yaya olarak uzun ölüm yürüyüşüne, açıkça soykırıma mahkûm edilecekti. Ve 20. Yüzyılın bu ikinci soy kırım –ki ilki birincisinde üç sene önce Balkanlar’da yaşanmış, 3 milyon Müslüman katledilip, kılıç artıklarının Anadolu’ya doğru kum saatinin boynuna itilir gibi sürülmesi ile sonuçlanmıştı- kararının altında bu İttihatçı triumviranın imzası olacaktı: Enver, Talat, Cemal…

Siyaseti askerlikten de, dinden de, egemen sınıf elinden de alarak sivil yurttaşların yönetimine bırakmaya kararlı ve sırf bu nedenle her rüzgârın jiletine açık genç bir yalnız adam, Yüzbaşı Mustafa Kemal; Tanrıların ateşini halka dağıttığı için sonsuza kadar kendisini sürekli rejenere eden karaciğerle ölümsüz sonsuz ölüme mahkûm edilen Prometheus’un akıbetinin benzeriyle ömrünü tamamlayacağını -üstelik ölüm nedeni karaciğer yetmezliği olarak açıklanmıştır- elbette o gün, Kuzey Afrika’nın o ıssız çölünde, ateşin karşısında cigarasını tüttürürken bilemezdi.

Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini göstermiş, hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Mustafa Kemal, Eleni’yle yıldızların seyrine daldıkları geceden üç ay sonra Trablusgarp’tan yazdığı mektuba ara verip onu hatırlamanın tadını hakkını vere vere çıkartıyordu. Bakışlarını, saatlerdir ona çapkınca göz kırpıp durmakta olan Venüs’ten alıp, yazmaya devam etti:

- Buradaki tek avuntum geceleri hangi yıldıza bakacağımı biliyor olmam.. Mümkündür aslında, şu anda sizin de aynı yıldıza başka bir zaviyeden, başka bir coğrafyadan bakıyor olmanız. Eğer öyleyse hislerimi görmeniz de mümkündür. "Şu astroloji meselesini incelesem mi acaba?” diye sormaktan alamıyorum kendimi.

Mektubu bitiren Mustafa Kemal, zarfın ağzını kapattı. Cigarasından derin bir nefes çekti ve dünyanın geri kalanından sıyrılıp bakışlarını yeniden Venüs’e çevirerek astrolojinin oyunlarına daldı.  



Dipnot: Okuduğunuz pasaj, bu satırların yazarının “Sevmeye Vakit mi Vardı” adlı senaryosundan yola çıkarak yazmakta olduğu, aynı adlı romandan alınmıştır.