1.Bölüm
Kelebek kanatlarında o mütereddit ve endişeli
titreşimler olmasa; kumsaldaki çakıl taşlarını okşayıp yıkadıktan sonra usulca
geri çekilen sakin dalgalara bakan hiç kimse, gök kubbenin altında yaşayan
hiçbir canlı, 1937 Ağustosunun 17'sinin takvimlere bir sonun başlangıcı olarak
kayıt düşüleceğini söyleyemezdi.
Yorgun yazdan kalan miskin güneşin
yalancı yalayışları, kuzeyden gelen diri esintiyle tuvalindeki renkleri hercai
bir alışkanlıkla harmanlayan sokak ressamı gibi altunî kavak yapraklarını,
şarabî sarmaşıklara, kuruyup kahverengine çalmış eskiyeşili, kavruk tütün
rayihasına karıştırıyordu. Deniz kıyısındaki korunun göğsüne zarif bir yüzük taşı
gibi taht kurmuş iki katlı, mütevazı Yalova Köşkü’nün üst katındaki yatak
odasında, beyaz saten çarşafların üzerinde Zsa Zsa Gabor, değdiği
gözü yangın yerine çeviren likör yeşili gözlerini açtı. Mahmur bakışlarını sol
yanına çevirdiğinde yatakta yalnız olduğunu fark etti. Belli ki Paşa, her sabah
olduğu gibi, yine erkenden kalkmıştı.
Odanın açık balkon kapısının tülünü
havalandıran sabah esintisinden mi bilinmez Zsa Zsa bir yıl önce henüz on yedi yaşındayken,
Budapeşte'nin Hotel Galiard Balo Salonu'nda Macaristan Güzeli seçildiği geceyi
hatırladı. O gece orada birisi ona Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün metresi ve
İngiltere adına çalışan bir casus olacağını söyleseydi, Fransız Limoges
porselen vazolarından yankılanmışçasına parlayan kahkahasını tutamazdı
herhalde.
Kalçalarına kadar dökülen dalgalı altın renkli saçları, yaşasaydı Koca Sinan'ın minarelerine ilham verecek kadar uzun, süt beyazı bacaklarıyla Karpat dağlarının vahşi ormanlarında fütursuzca sıçrayan ceylanları önünde diz kırdıracak güzellikteki Zsa Zsa yataktan akarcasına inip çıplak ayaklarıyla
balkona yürüdü.
Yalova Köşkü asırlık çınarın serin soluğu altında yeni bir
sabaha uyanıyordu. Paşa ise gazetelerini almış, yine her sabah yaptığı gibi, sinekkaydı
tıraşını olmuş, jilet gibi giyinmiş ve çınarın altındaki beyaz, hasır Emmanuel
koltuğuna kurulmuştu. Paşa akşam rakı sofrasında konukların nefesini kesecek
kadar yüksek zekâ şerareleri ve esprileriyle ortalığı kırmış geçirmişti.
Konukların köşkü terk etmelerini takiben Zsa Zsa, nasıl olduğunu anlayamadan
altı ay önce Ankara Karpiç Lokantası'nda daha ilk dans edişlerinde âşık olduğu
adamın kollarına dün gece yine kendisini bırakmış, beyaz saten çarşaflar
üzerinde esrik bir bedensel yükselişi yeniden tatmışlardı.
Mahur sevişmelerinin ardından
birbirlerine sarmaşıklar gibi dolanarak uyumuşlardı. Paşa günün onca
yorgunluğuna ve rakıya ve aşka rağmen yine kısa bir şekerleme sonrasında
yataktan sıyrılarak çıkıp küçük barok çalışma masasına oturmuş, Zsa Zsa
uyanmasın diye elektrik ampulünü açmayıp, gaz lambası ışığı altında, burun
ucuna düşürdüğü gözlükleri gözünde, aklından geçenler kaçıp, kompartıman
değiştirmeden kâğıda dökmeye karar vermişti. Oysa Zsa Zsa uyumamış, uzun
kirpiklerinin arasından Paşa’nın saklı defterine not düştüğünü görmüştü. İşte
şimdi o gecenin sabahında Zsa Zsa, Macaristan'dayken kendisine verilen görevi
yerine getirmek üzere mutfağa gitti.
Köşk görevlileri onu görünce cezveyi, kahveyi, fincanları hazırladılar. Zsa
Zsa her sabah olduğu gibi Paşa’sının kahvesini pişirmek üzere ocağın başına
geçti. Pişen kahveyi fincana aktarırken kaşla göz arasında, yine Macaristan'da
ona gizlice verilen küçük kahverengi cam şişedeki ilaçtan bir damla Paşa’sının
kahvesine damlattı.
Kahveyi Paşa’sına gönderen Zsa Zsa,
hizmetliye, banyo yapıp Paşa’nın yanına, kahvaltıya geleceğini söylemesini de
tembihlemişti. Yukarı, yatak odasına çıkan Zsa Zsa Fransa’dan getirtilmiş çinko
küveti sıcak suyla doldurup uzandı ve Paşa’sının ilacın etkisiyle uyumasını
bekledi. Kısa bir banyo keyfinin ardından balkona çıkan Zsa Zsa, Paşa’nın
çınarın gölgesindeki Emmanuel koltukta kaykılmış, kahvesi sehpada, kitabı
kucağında uyuyakaldığını görünce balkondan odaya bornozunun eteklerini
savurarak seğirtti. Barok masanın çekmecesini usulca çekti. Paşa’nın sır
defterine gece düştüğü notların olduğu sayfayı açtı ve stiloyla kopyasını
çıkartmaya koyuldu. Odanın kapısını kilitlemeyi unutmamış, bir kulağını ise
balkona asılı bırakmıştı.
Paşa, yalnızca uyurken eğdiği başını sol
omzuna misafir etmiş, beyaz hasır koltuğunda, bembeyaz bir istiridyenin
kalbinde sakladığı incinin huzurlu ışıltısını yüzünde taşıyarak uyuyordu.
Paşa’nın ebediyete göçmesinin hemen
ardından büyük ödülünü kazanacak ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, Ellis
adasındaki göçmen kuyruğunu by-pass ederek giriş yapıp, Hilton Oteller
zincirinin varisi Conrad Hilton’la; evlilik zincirinin birinci halkasını
takacak olan, Amerikalıların seslenişiyle Zsa Zsa, asırlık çınar ağacına doğru
ellerinde testere ve ahşap merdivenle yaklaşan iki bahçıvanı görmedi. Koltuk,
Paşa’yı öylesine bağrına basıp saklamıştı ki, bahçıvanlar onu fark etmeden,
çınarın yanına geldiler. Koca çınarın ana dallarından biri köşkün duvarına
dayanmış, sakin gücüyle son bir kaç aydır santim santim itmekteydi.
Bahçıvanlar bir buçuk iri kıyım erkek
kulacı çapındaki ana dalı kesmek üzere merdiveni çınarın asırlık gövdesine
dayayarak tırmandılar. Testerenin dişlerini ağaca geçirmiş, dalı gövdeden
ayırmak üzere ileri geri kuvvetle ittirdikçe çınar, gözyaşlarını Paşa’nın
yüzüne akıtıyordu adeta. Havada dans ederek süzülen talaşlarının yüzüne
düşmesiyle uykusundan uyanan Paşa, gözleri uyku perdesinden sıyrılıp da
hedefine kilitlenince ağacın dalındaki bahçıvanları gördü.
- Ne yapıyorsun orda?
Paşa’nın sesi köşkün yatak odası
tavanına çarpıp da Zsa Zsa’nın kulaklarına dolunca, ipek sabahlığının rüzgârının
savurduğu kağıdın düşmesine aldırış etmeden dışarıya seslendi.
-
Paşam, bana mı sordunuz?
Tek bir adımla balkona çıkan Zsa Zsa,
dalından kopup, gülle gibi toprağa çakılan ham ayvalar gibi düşmekten,
kestikleri dala sarılarak kurtulan bahçıvanları azarlamakta olan Paşa’yı
gördü.
- Günaydın gün ışığım...
Dedi Ekselans, Juliette gibi balkonundan
sarkmış, ona bakmakta olan Rapunzel’e.
- Günaydın Paşam...
Doğan güneşi selamlarcasına bakmıştı
koca adam balkondan yükselen ışığa. O esnada bahçıvanlar dalın üstünde tir tir
titremekteydi.
- Ne yapıyorsunuz orada dedim?
- Dal köşke dayandı Gazi Hazretleri,
budayacaktık...
Diye yanıtladı bahçıvanlardan yaşlıca
olanı. Paşa derin bir soluk aldıktan sonra;
- Inin bakayım oradan çabuk.
Bir hamlede ağaçtan inen bahçıvanlar süt
dökmüş kediler gibi karşısına geçtiğinde Paşa gözlerini dikip;
- Üç yıllık köşk için üç yüz yıllık
çınar mı kesilirmiş?
Verecek cevabı olmayan bahçıvanların
yardımına, konuşmaları duyup koşarak gelen yaveri nefes nefese yetişti:
- Köşkün temellerini oynatıyor paşam,
başka ne yapalım bilemedik..
Paşa en az üç yüz yıllık çınar ağacının
bilgeliğini taşıyan gülüşüyle bir saniye bile düşünmedi:
- Köşkü taşıyın.
Genç köşk de, balkondaki genç kadın da,
asırlık çınar ağacı da, yaver de, bahçıvanlar da, mütereddit kelebekler de
imkânsızlığı imkansız kılan adamın şaka yapmadığını anlayacaklardı o gün...
Köşkün temellerine kadar toprak
derinlemesine kazılmış, köşkten itibaren ise yerkabuğunun karnı yirmi metre
yarılmış, taze toprak kokusu havayı kaplamıştı. Yarığın dibine tren rayları
döşenmiş, dekoville çıkan toprak taşınmakta, raylar üzerinde kaydırılacak olan
köşkün yolu açılmaktaydı. Lacivert blazer ceketinin altına giydiği beyaz keten
pantolonu ve beyaz ayakkabılarına bulaşmaya kıyamayan çamura aldırış etmeyen
Paşa, köşkü çekerek raylar üzerinde kaydıracak olan kalın meşin kolanların da
hazır olduğu bilgisini alınca izleyenlerin nefeslerini tuttuğu o anda komutunu
verdi:
- Çekin!
Paşa koskoca köşkü temelinden kaydırma
işlemini paylaşmak için küçük bir grubu da davet etmişti o gün köşkün
bahçesine. Çarklar meşin kolanlara asıldıkça kulakları tırmalayan bir gıcırtı
yükseldi önce. Nihayetinde meşin kolanlar esneme kapasitesinin sonuna
geldiğinde gerilim had safhaya ulaşmıştı. Ya köşk direnecekti, ya kolanlar...
Elbette beklenen oldu, Paşa’nın hesabı tuttu, koca köşk titreye titreye
yerinden oynadı. Çoğunluğu yabancı gazetecilerden oluşan kadınlı, erkekli
topluluğun hayret dolu nidaları eşliğinde köşk raylar üzerinde ağır ağır
yürümeye başladı. Alkışlar, tebrikler havada uçuşurken Paşa yüzündeki geniş ve
gururlu gülümsemesiyle konuklarına dönerek pürüzsüz Fransızcasıyla sordu:
- Acıkmadınız mı?
Konukların toplandığı temaşa alanının
hemen arkasında, köşkün santim santim kaymasını izleyebilecekleri bir yere uzun
bir masa kurdurmuştu çoktan. Beyaz örtülerle kaplı masaya, beyaz porselen yemek
takımları yerleştirilmiş, konukları beklemekteydi. Konuklar masanın etrafındaki
koltuklara yerleşirlerken bir yandan da hem servis hem sohbet başlamıştı bile.
- Ekselans! Adım Maurice Pernot..
Fransız Revue des Deux Mondes gazetesi adına buradayım. Sizi kutlarım. Bir ağaç
için gösterdiğiniz hassasiyet alkışları hak etmekte. Bir röportajınızda muasır
medeniyetler seviyesine çıkmalıyız dediniz. Bunu açar mısınız?
- Mösyö, Bizim vücutlarımız doğuda ise
de, düşüncelerimiz batıya dönüktür. Bu nedenle öncelikle halkımızı fikrini
serbestçe ifade etmek hususunda cesaretlendireceğiz. Çünkü bu millet asırlardır
"senin düşünmene gerek yok, senin yerine ben düşünürüm!" diyen
idareciler tarafından yönetildi.. Yaratıcı fikirler ancak kişinin düşündüğünü
serbestçe söylemesi, yazmasıyla mümkündür!
Konuklar Paşa'ya hayranlıkla bakarken, yabancı olduğu anlaşılan bir diğer gazeteci David Graham Farmer
kızgın bakışlarını ondan alamamaktaydı. Ateş saçan gözler Paşa'nın dikkatini
çekse de o anda başka bir gazeteci söz aldı.
-
Ward Price, Daily Mail gazetesi. Ekselans! Siz böyle diyorsunuz ama Avrupalı
birçok yazar, sizi "Diktatör" olarak vasıflandırıyor!
Paşa kendine ve yaptıklarına güveni
tam olan adamların gülüşüyle karşılık verdi bu soruya önce ve sonra cevapladı:
- Eğer ben diktatör olsaydım, siz bana
bu soruyu sorabilir miydiniz Mösyö?
Masadakiler gülerlerken Farmer yine
katılmamıştı coşkuya... Ekselans bu kez başkasının araya girmesine izin
vermeden sözü ona verdi:
- Siz belli ki bana bir nedenle
kızgınsınız.. Öğrenebilir miyim?
Farmer Fransızca bilmediğinden yanındaki
konuk Ekselansın sorusunu fısıldayarak İngilizceye çevirdi. Bunun üzerine
Farmer:
- Komutan! Size kızgınım çünkü siz
Çanakkale'de ağabeyimi öldürdünüz.
Farmer’ın yorumu Ekselansa çevrilince
masadakilerde bir tedirginlik bulutu dolaştı. Hâlbuki Ekselansın gülümseyen
yüzünde hiç bir ifade değişikliği olmamıştı. Hatta belki gülümsemesi bir nebze
daha genişlemişti.
- Ağabeyiniz Çanakkale'ye nereden gelmişti?
- Avustralya?
- Avustralya... Dünyanın öteki ucu. .. Peki
Mr. Farmer söyleyin bakalım; ağabeyinizi Çanakkale'ye ne maksatla
yollamışlardı?
Masanın etrafındakilerden farklı
tepkiler yükseldi. Paşa yeniden söze başlayınca konuşmalar kesildi.
- Ağabeyiniz için üzüldüm. Ağabeyiniz
gibi uzak diyarlardan emperyalist emeller uğruna gönderilerek savaşmış tüm
askerler için de üzgünüm. Vatanımızın meşru müdafaası için toprağa düşen bu
toprakların çocukları için de üzgünüm. Vatanın meşru müdafaası dışında her
savaşı cinayet saydım ben. Keşke hiç olmasaydı bütün bu savaşlar ama heyhat, ne
genç bedenler kaybedildi emperyalist çıkarlar uğruna. Mr. Farmer, bu memleketin
toprakları üstünde kanlarını döken ağabeyiniz gibi tüm kahramanlar artık burada
dost bir vatanın toprağında huzur ve sükûn içinde uyumaktalar. Onlar bizim
çocuklarımızla yan yana, koyun koyunadır artık. Memleketinize döndüğünüzde uzak
diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analara saygılarımı iletin. Gözyaşlarını
dindirsinler. Evlatları bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık
bizim evlatlarımız olmuşlardır.
Konuklar gözlerinde biriken yaşlarla
dinledikleri bu konuşmanın sonunda alkışlar, tebriklerle minnetlerini
bildirdiler. Paşa küçük rakı kadehini kaldırarak:
-Ruhları şad olsun...
Deyince masadakiler ona eşlik ettiler.
Kadeh çınlamaları ve konukların aralarında başlattıkları kakafoni esnasında zar
zor bir kadın sesi duyuldu:
- Peki Ekselans... Hiç âşık oldunuz mu?
Ekselans küçük rakı kadehini dudaklarına
götürürken bir anda donakaldı. Yüzü asıldı. Masadakiler sesin geldiği yöne bakarak
fısıldaştı. Havada asılı kalan kadehini yavaşça çeviren Ekselans bir yudumda
rakıyı kafasına dikti. Kadehi masaya geri bıraktığında nefesler kesilmişti. Ekselansın
yüzündeki o güleç, sevecen ifade kaybolmuştu. Kaşları çatılmış, gözleri boş
kadehine kilitlenmişti. Garson elleri titreyerek kadehi doldurdu. Ekselans öne
eğilip sesin geldiği yöne bakınca konuklar; "ben sormadım" dercesine,
domino taşları gibi arkalarına yaslanarak onun delici bakışlarından kaçtı.
Masanın en ucunda sessizce oturmakta olan dünyanın en güzel genç kadını öne
eğilerek sorunun sahibi olduğunu belli etti.
-Ekselans!
Dedi genç kadın. Etraftaki yabancılar bu
genç ve güzel kadının kim olduğunu merak etmekteydi. Aralarında fısıldaştılar.
Bunu fark eden genç kadın ayağa kalktı:
- Je suis Zsa Zsa Gabor...
Deyince, konuklardan Ward Price söze
karıştı:
- Hatırladım sizi... Siz geçen senenin
Macaristan Güzeli değil misiniz?
Ayakta ürkek bir kumru gibi titreyen bu
genç kadını gören konuklar kıkırdadılar. Zsa Zsa onlara aldırmayarak devam
etti:
- Ekselans! Merak ediyorum. Siz,
yenilmez bir kumandan, şaşırtıcı bir devlet adamı, müthiş bir devrimcisiniz.
Bütün bunları tarih kitapları, mecmualar yazmakta. Ama, hiç bilinmeyen bir
tarafınız var.. Ekselans, siz hiç sevdiniz mi?
Paşa önüne baktı, hüzünlü bir
tebessüm yerleşti yüzüne... Masadakiler nefesini tutmuş, bu hazır cevap liderin
vereceği cevabı duymak için sabırsızlanmaktaydı. Paşa iki parmağının
arasında tuttuğu kadehi havada ağır ağır çevirdikten sonra bir yudum alıp
hüzünlü gülümsemesini kaybetmeden, ağır ağır konuştu:
- Matmazel, bir ömür kışlalarda,
cephelerde, karargâhlarda, savaşlarda geçti...
Konuşmasının bu noktasında durakladı
Ekselans. Yüzündeki hüzün derinleşmekteydi. Paşa'nın hüznü derinleştikçe,
onun canını yakmak için soruyu sorduğu belli olan Zsa Zsa’nın yüzünde de hüznün
çemberleri giderek kendini göstermekteydi. Aralarında yaşanmış, yaşanamamış ne
varsa sadece ikisi bilmekteydi ama derin yaralar olduğu masadakilerin
gözlerinden kaçmamaktaydı. Paşa alçak sesle cümlesini tamamladı:
- Sevmeye vakit mi vardı?
Paşa kadehini yine sonuna kadar kafasına
dikti. Boş kadehi masaya hafif sert bırakırken başı öne eğikti. Burnunun ucunda
birikmeye başlayan kan damlasını o da dahil hiç kimse fark etmemişti. Ağırlığına
dayanamayan kan damlası havada süzülüp önündeki boş beyaz porselen tabakta
dağıldı. Ekselans endişeli gözlerle karşısındaki doktoru Nihat Reşat'a
baktı. Doktor da kanamayı görmüştü. Köşkün yürütülmesine şahit olmak üzere
çağrılmış olan konuklar, bir devrin kapanış faslının ilk gününe de şahit
olmuşlardı.
Güneş, gün batımına doğru, o gün
doğduğuna doğacağına pişman olmuş gibi bir mahcubiyet içinde kurşuni bulutların
arkasına çekilmiş, deniz yaşanacakları düşündükçe hırçınlaşmış, rüzgâr zapt
edemediği öfkesinden sertleşmişti. Konuklar gitmiş, köşk hedeflenen mesafeye
kaydırılmış, çalışma bitmişti. Kayan köşk ardında açık bir yara gibi taze
toprak yarığı bırakmıştı.
Paşa ve Zsa Zsa, mütevazı Yalova
Köşkü'nün tam karşısından denize bir dil gibi uzanan ahşap, uzun, dar iskelenin
en ucunda, yan yana ayakta durmaktaydı. Rüzgârla etekleri savrulan pardösüleri
üzerlerinde, sessiz bir hüzünle denize bakmaktalardı. Paşa'nın yaveri ürkek
adımlarla iskelede yürüyerek sokuldu. Elinde kâğıtları Paşa'ya gösterdi.
Paşa göz kapaklarını indirerek hem anladığını, hem de çekilebileceğini
anlattı yavere. Yaver geldiği gibi usul adımlarla iskeleden çekilince neler
olup bittiğini anlamaya çalışan Zsa Zsa cesaretini toplayarak konuştu:
- N'oluyor Paşam! Neden bana hiç bir şey
söylemiyorsunuz?
Paşa sessizliğini bozmadan ufka
bakmaya devam etmekteydi. Zsa Zsa nemlenmiş likör yeşili gözleriyle sokulup sordu:
- Kemal, neler oluyor sana? Benim
bilmeye hakkım yok mu? Neden...
-
Yarın sabah trenle Ankara'ya dönüyorsun Zsa Zsa...
Zsa Zsa donup kaldı önce:
- Hiç bir yere gitmem ben seni böyle
bırakıp... Benden bunu isteme, kalbimi söküp al, bunu benden isteme...
Paşa'nın burnundan ince bir kan çizgisi akmaya başladı o anda. Mendiliyle kanı silerken:
- Görmüyor musun Zsa Zsa... Senin yerin artık
kocanın yanı.. Sabah Ankara'ya dönüyorsun..
- Gitmem... Gidemem... Seni bırakmam...
bırakamam... sonuna kadar seninleyim... gidemem..
- Sonu burası likör gözlüm.. Yol bitti!
Zsa Zsa ağlayarak Paşa'nın göğsünü minik
yumruklarıyla dövmeye başladı. Paşa heykel gibi dikilmekteydi. Zsa Zsa Paşa'nın elindeki kanlı mendilini aldı, nefret ederek yere attı. Sivri topuklarıyla mendili ezmeye
başladı. Ne var ki, o mendilde sevdiği adamın kanı vardı. Kıyamadı, çömeldi,
mendili ıslak zeminden aldı. Gözyaşlarına boğulmaktaydı. Mendili derin derin
koklayarak sevdiği adamın kokusunu içine çekti. Dimdik ayakta duran Atatürk,
eliyle usulca genç kadının saçlarını okşamak istedi. Sanki yasak bir sobaya
elini uzatmış gibi dokunamadan parmaklarını topladı. Gözleri, ufukta patlayacak
olan fırtınaya dikilmişti. Alacakaranlık çökmüştü ama tüm detayları
aydınlatacak kadar güçlü bir şimşeğin ardından, yeri göğü inleten bir gök
gürültüsüyle birlikte yağmur patladı. Zsa Zsa çömeldiği yerde Paşa’nın bacağına
sarılıp, sığındı.
Paşa’nın kulaklarında gök gürültüsü ve
fırtınanın sesleri gerilerken, havada uçan havan toplarının vınlaması çınladı.