23 Ekim 2016 Pazar

DEMOKRASİ MANİFESTOSU

1. Devlet ceberut bir efendi değil, alçak gönüllü bir hizmetkâr olmalıdır.

2. Özgürlük kayıtsız ve şartsız olmalıdır. Tüm vatandaşlar ulusal ya da toplumsal köken, ırk, renk, cins, dil, din, inanç, siyasi görüş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden eşit olarak yararlanmalıdır. Ne ki; mevcut siyasi partiler bir yandan özgürlük sözcüğünü ağızlarından düşürmezken, diğer yandan kendi ikiyüzlü sahte özgürlük paketleriyle toplumun karşısına çıkmaktadır. İşte onlar; “kendine liberal”, “kendine demokrat”, ”kendine halkçı”, “kendine Müslüman”dır. Oysa evrensel çerçevede özgürlük paketi, herhangi bir parçanın kabulü ile değil; tüm parçaların kabulü ile işlerlik kazanır. Dilden, dinden, inançlardan, yaşam biçiminden, giyim tarzından, başörtüsünden, cinsel kimlikten, bedenden, bebekten, haber alma özgürlüğünden, üniversitelerden devletin elini, dilini ve yargısını çekmesi şarttır.

3. İfade özgürlüğü sınırsız olmalıdır. Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu özgürlük ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve düşünceleri her araçta arama, elde etme ve yayma hakkını içerir ve anayasal güvence altına alınmak zorundadır. Demokratik açık bir toplum için tüm vatandaşlar fikirlerini iç ve dış sansüre tabi tutmadan ifade edebilmelidir. Şiddet kullanarak fikirlerini kabul ettirmeye çalışmamış ancak sadece siyasi görüşlerinden, fikirlerinden dolayı suçlu bulunup cezalandırılmış herkes özgür bırakılmalı ve itibarları iade edilmelidir.

4. Basın özgürlüğü şarttır. Basın kuruluşlarıyla siyasiler ve yakınları arasındaki finansal bağlantılar yasaklanmalı, gizli ilişkiler şiddetle cezalandırılmalıdır.

5. Düşünce ve ifade özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. Toplantı, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne sadık kalınarak uygulanmalıdır.

6. Toplantı, gösteri, yürüyüş ve örgütlenme özgürlüğü anayasal haktır. Polisin demokrasinin sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması, tam tersine kısıtlayana mani olması şarttır. Toplantı, gösteri ve yürüyüş sırasında provokasyon yapan ya da orantısız güç kullanan polis insanlık suçu işlemiş addedilmeli ve yargıya hesap vermelidir.

7. Özel yaşam kutsaldır. Hiç kimse, özel yaşamı, ailesi, konutu ya da yazışması konularında keyfi müdahaleye, saldırıya uğrayamaz. Herkesin, bu müdahale ve saldırılara karşı yasa ile korunmaya hakkı vardır. Haberleşme özgürlüğü, milli güvenlik maskesiyle baskı altına alınamaz. Herkes kendi mahrem hayatını özgürce yaşama hakkına sahiptir. Suçluları tespit etmek için telefon dinlemek, her sistemde yapılabilecek bir polisiye tedbirdir. Ancak telefon dinlemelerini siyasi erk kazanmada bir silah olarak kullanmak, bunun üzerinden kişileri özel hayatları ile tehdit etmek; işkence yapmak ile eşit oranda insanlık suçu sayılmalıdır.

8. Din ve vicdan özgürlüğü haktır. Bu hak din ya da inanç değiştirme; dinini ya da inancını tek başına ya da topluca, açık ya da özel olarak öğretim, uygulama, tapınma ve anma bağlamında açığa vurma özgürlüğünü içerir. İnanç özgürlüğü tüm inanç sistemlerine ve inançsızlara karşı eşit özgürlük ilkesine uygun olmalıdır.

9. Dinde zorlama yoktur. Evrensel özgürlük anlayışında zorlama olamaz. Bir taraftan “Dinde zorlama yoktur” derken, diğer yandan dayatma kabul edilemez. Ana babalar, çocuklarına verilecek eğitim türü için öncelikli seçme hakkına sahiptir. İnanç özgürlüğü doğrultusunda zorunlu din dersleri derhal kaldırılmalıdır. Zorunlu din dersleri devletin resmi seçimiyle zorunlu Sünni İslam dersleri şeklinde uygulanmaktadır. Bunun yerine tüm dinler ve din karşıtlığı hakkında bilgi veren, tarafsız ve eleştirel felsefe dersleri olmalıdır.

10. Cem Evleri ibadethane olarak tescillenmelidir. Ruhban okulu açılmalıdır. Her türlü inanç sistemi, her türlü ibadet etme biçiminde özgür bırakılmalıdır. Diyanet İşleri derhal kaldırılmalı, inanç sistemleri mensuplarının bağışları yoluyla finanse edilmelidir. Hristiyan’ın, Yahudi’nin, ateistin, putperestin vergisiyle hac olmaz.

11. Devlet laik olmalıdır. Şarttır. Devlet tüm vatandaşlarının inanç ya da inançsızlık özgürlüğünün garantörü olmalı ve bunu sağlarken laiklik ilkesine sıkı sıkı sarılmalıdır.

12. Tüm vatandaşlar cins ayrımı gözetilmeksizin bütün hak ve özgürlüklerden eşit olarak yararlanmalıdır.  Kadınların özgürlük ve eşitliği sözde kalmamalıdır. Kaç çocuk doğuracağına, doğurup doğurmayacağına sadece kadın karar verebilir. Evlenme çağına gelen her erkek ve kadın, ırk, uyruk ya da din bakımından hiçbir sınırlamaya bağlı olmaksızın evlenme ve aile kurma hakkına sahiptir. Söz konusu kişiler, evlenme konusunda, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit haklara sahiptirler. Evlenme ancak, evleneceklerin özgür ve tam rızası ile gerçekleştirilebilir.

13. Herkesin, doğrudan ya da özgürce seçilmiş kişiler aracılığıyla ülkesinin kamu yönetimine katılma hakkı vardır.

14. Herkes ülkenin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. 

15. Cumhuriyet rejimlerinde halkın iradesi, hükümet erkinin temelidir. Bu irade, gizli ya da buna denk bir yöntemle yapılacak ve genel ve eşit oy verme yoluyla gerçekleşecek olan dönemsel ve dürüst seçimle belirir. Oysa Türkiye’de halkın iradesi barajlarla engellenmektedir. Seçim barajı derhal %0’a indirilmeli, her türlü düşüncenin mecliste yer edinmesini sağlayacak düzenlemelere gidilmelidir.

16. Dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Bu ayrım, özgürlüğün eşit dağılım ilkesine aykırıdır.

17. Kimse bir başkasının özgürlüğüne, haklarına, konfor alanına, inançlarına ve değerlerine tecavüz edemez. “Başörtüme özgürlük” eyvallah iken, “alkol yasak” olmaz! “camiye özgürlük” eyvallah iken “cemevine yasak” olmaz! “Türkçe ’ye özgürlük” eyvallah iken “Kürtçe ’ye yasak” olmaz! “yandaş medyaya özgürlük” eyvallah iken “karşıt görüşe yasak” olmaz! Kısaca “adalet olmayan yerde özgürlük olmaz.”

18. İnsan yalnızca eşit ölçüde özgür insanlar arasında gerçekten özgürdür. Bir tek insanın bile köleliği tüm insanlığı çiğner ve herkesin özgürlüğünü etkisiz hale getirir. Herkesin özgürlüğü bu nedenle yalnızca herkesin eşitliği halinde gerçekleşebilir. Özgürlüğün eşitlikle gerçekleşmesi; adalettir. Eşitlik ruhun özgürlüğüdür. Yani eşitlik olmadan özgürlük olamaz.

19. Tüm vatandaşlar kanun önünde eşittir. Irk, renk, cinsiyet, dil, din, mezhep, felsefi inanç, siyasî düşünce ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin herkes kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz ve ayrım gözetilmeksizin yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma hakkını taşır.

20. Bütün insanlar özgür; onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar. Kardeşlik ötekileştirmemektir. Ötekileştirmek, kendi özüne ötekileşmektir. Temel mesele dindar/laik, Alevi/Sünni, Türk/Kürt, ulusalcı/liberal sağcı/solcu, gibi birbiriyle çelişen kavramların tarafı olmak değildir. Temel mesele ait olmadığımız tarafın varlığını inkâr edip, bizim gibi yapmaya, asimile etmeye çalışmak; olmuyorsa ötekileştirerek dışlamak, haklarını gasp etmekten kaynaklanmaktadır. Türkiye halkları, geçmişte yaşadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve küslüğü unutmak, kimseyi ötekileştirmeden, tüm kesimlerin hoşgörü ve saygı çerçevesinde bir araya gelebileceği kardeşçe bir yaşam istemektedir. Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, dindarlar, ateistler, Kemalistler, liberaller, komünistler, sosyalistler, çevreciler, eşcinseller ve istisnasız herkesin empati kapasitesini arttıracak ve kardeşliği güçlendirecek sosyal projeler derhal hayata geçirilmeli ve desteklenmelidir.

21. Demokrasi sözde değil, insan onuruna en yakışan biçimde; özde olmalıdır. Tüm vatandaşların devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi haline getirilmelidir.

22. Demokrasi; özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkeleri çerçevesinde tanımlanmalıdır. Toplumsal dayanışmanın her alana yayılımını, gelirin adaletli dağılımını, eşitlikçi bir rekabet ve hakça paylaşımla, toplumun tamamının refah seviyesin ve yaşam kalitesinin yükseltmesini hedeflemelidir.

23. Demokrasi çoğulcu olmalıdır. Denetimden uzak demokratik sistemlerin, otokratikleşerek bireysel hakları ihlal eden "çoğunlukçu" sisteme dönüşme riski nedeniyle, ileri demokrasi, çoğulcu demokrasi olmalıdır. Çoğulcu demokrasi toplumdaki farklılığı ve çokluluğu kabul eder. Bu nedenle; (1) güçler ayrılığı ilkesinin kuvvetle korunması ve dengeli olması (2) merkezi otoritenin gücünün perifere yayılması ve böylece yerel yönetimlerin güçlenmesi (3) sivil toplum kuruluşlarının etkinlik ve özgürlük alanlarının artırılarak katılımcı demokrasinin gelişmesi şarttır.

24. Güçler ayrılığı ilkesi demokrasinin olmazsa olmazıdır. Özgürlükçü ve eşitlikçi demokrasilerde (1)Yasama (2)Yürütme (3)Yargı kurumlarının birbirlerinden bağımsız ve eşdeğer güçte olması ve yekdiğerini denetleyebilmesi, otokrasiyi yani, iktidarın tek elde toplanmasını engellemek adına hayati öneme sahiptir. İktidarın bu üç kurum arasında paylaşımı; demokratik yollarla iktidara gelen kişiler ya da partilerin kendi diktatörlüklerini kurma heves ve girişimlerinin dünyayı sürüklediği felaketlerden elde edilen tecrübeler üzerine geliştirilmiştir. Güçler ayrılığı ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, Adolf Hitler’in demokratik yolla iktidara gelmesinden sonra, yasama, yürütme ve yargıyı tekelinde toplayarak dünyayı yangın yerine çevirmesinden sonra anlaşılmıştır. Güçler ayrılığı ilkesinin işlemediği demokratik sistemlerde, yasamanın (meclisin), yürütmenin (hükümetin) kontrolü altına girme ve otokratikleşme tehlikesi her zaman mevcuttur. Bu nedenle güçler ayrılığı ilkesi korunmalıdır, şarttır.

25. Güçler ayrılığı ilkesinin yasama görevini ileri demokratik sistemde meclis üstlenir. Meclis; adil rekabet, adil seçim ve eşit oylama ilkeleriyle halkın temsilcilerini özgür seçimlerle belirleyerek oluşturduğu bir kurumdur ve milli iradeyi temsil etmelidir. Bu nedenle seçim barajı kaldırılmalıdır. Sıfırlanmalıdır. Milli irade demokratik parlamenter sistemden bahsediyorsak; meclise tam yansımalıdır.

26. Seçimler adil olmalıdır. Seçimler; retina taraması, parmak izi karşılaştırması vs gibi mükerrer ya da sahte oy kullanımını önleyecek ve %100 digital olan ve tüm katılımcı parti temsilcileri tarafından on-line denetlenebilecek bir sisteme kavuşturulmalıdır.

27. Eyalet ve Başkanlık sistemi referanduma sunulmalıdır. Yasama, nüfusu 80 milyona yaklaşan ve çok kültürlü ülkemizde artık merkezi meclisten değil, yerel meclisler üzerinden olmalıdır. Merkezi meclis sistemi yerine, eyalet sistemi (federatif sistem), eyalet meclisleri ve eyalet hükümetleri tartışılmalıdır. Bu sistem halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlayacaktır.

28. Her eyaletin kendi seçtiği bir meclisi ve o meclisin içinden çıkan bir hükümeti olmalıdır. 

29. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tüm eyalet meclisleri vekillerinden oluşan TBMM içinden seçilir. Başkanlık sistemi bu seçime dayanarak kabul edilebilir.

30. Siyasi partiler yasası demokratik ve katılımcı olmalıdır. Parti içi demokrasi şarttır.
a. Delegelerin de, milletvekillerinin de %50'si 40 yaş altında olmalıdır.
b. Delegelerin de, milletvekillerinin de %50'si kadın olmalıdır.

31. Yargı tam bağımsız olmalıdır. Hâkimler Savcılar Yüksek Kurumu’na Adalet Bakanı ya da müsteşarı katılmamalı, üyeler barolar tarafından seçilmelidir. Başbakan’ı temsilen Adalet Bakanı’nın Başkanlığını yaptığı HSYK’nun bağımsızlığından, dolayısıyla Güçler Ayrılığı ilkesinden söz edilemez.

32. Yargı adil ve açık olmalıdır. Herkes, kendisine yöneltilen herhangi bir suçlama karşısında, bağımsız ve tarafsız bir mahkemece tam bir eşitlikle, adil ve açık olarak yargılanma hakkına sahiptir. Oysa yargı, 12 Eylül referandumundan beri yürütme erkinin altında çalışmaya başlamıştır. Adalet Bakanı’nın HSYK’na Başkan olması ve Bakanlık Müsteşarı’nın onun yokluğunda başkanlığı üstlenmesi, yargı bağımsızlığının ortadan kalktığının ve yargının Başbakanın vesayeti altında kalmasının açık kanıtıdır.

33. Masumiyet karinesi işlerliğe kavuşturulmalıdır. Her sanık, savunması için gerekli bütün güvencenin sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile suçlu olduğu saptanmadıkça suçsuz sayılır.

34. Hiç kimse keyfi olarak gözaltına alınamaz, tutuklanamaz ve tarafsız uzman kuruluşlar tarafından sahteliği ispatlanmış uydurma delillerle yargılanamaz. 

35. Hiç kimse işkenceye ya da acımasız, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da muameleye uğratılamaz. Oysa uzun tutukluluk süreleri yargısız infaz olarak kullanılmaktadır. Teknolojinin bu kadar gelişmiş olduğu bir çağda, özellikle düşünce kaynaklı suç zanlıları teknolojik takibe alınarak tutuksuz yargılanmalıdır.

36. İnsanlık suçları net olarak yasalarda belirtilmeli ve bu suçla yargılananlar için zaman aşımı kaldırılmalıdır.

37. Anayasa yasama, yürütme ve yargıyı da denetlemelidir. Çoğunluğun yönettiği bir toplumda iktidarda olanların sınırlarını da belirlemeli, çoğunluk tiranlığının kurulmasını engelleyecek bir devlet organı olmalıdır.

38. Anayasa çalışmaları kapalı kapılar ardından çıkartılmalıdır. Parklarda forumlarda maddeler halka anlatılmalı, tartışılmalı, sokağın sesi dinlenmelidir. Digital dünyada bunu organize etmek hiç de zor değildir.

39. Mahkemeler ücretsiz olmalıdır. Adalet talep etmek için başvuran halktan harç alınmamalıdır.

40. Özel Yetkili Mahkemeler demokrasiyle bağdaşmaz. Kaldırılmalıdır.

41. Özel yetkili mahkemelerin 2005 yılından bu yana verdikleri kararlar için yeniden yargılama yolu açılmalı, hatalı ve/veya suçlu bulunan yargıçlar yargılanmalıdır.

42. Faili meçhuller, yargısız infazlar cezasız bırakılamaz. İnsanlık suçu addedilmeli, zaman aşımı engellenmelidir.

43. Gizli tanık uygulamasına son verilmelidir. Gizlilik adalete olan güvene gölge düşürür.

44. Yasa dışı dinlemeler kanıt olarak kullanılamamalıdır. Kullananlar zamanla tespit edilecek olursa, zaman aşımına bakılmaksızın görevden alınmalı ve yargılanmalıdır.

45. Yargıçlar ve savcılar da sıradan vatandaşlar kadar kolaylıkla yargılanabilmelidir.

46. Askeri Yargı kaldırılmalıdır. Askerler de sivil mahkemelerde yargılanmalıdır.

47. Milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılmalıdır.

48. Sivil Toplum Kuruluşları katılımcı demokrasinin şartıdır. STK’lar birbirleriyle ortak amaçlara sahip insanların seslerini ve isteklerini sandık dışında da duyurdukları katılımcı demokrasi araçlarıdır.

49. Yürütme erki, her eyalette özerk bir eyalet hükümeti eliyle uygulanmalıdır. 

50. İstikrar adına, koalisyon hükümetlerini engellemek için seçim barajlarıyla milli irade engellenmemelidir. Koalisyon demek, demokrasi; demokrasi demek, koalisyon demektir.

51. Yürütme STK’larla yakın temasta çalışmalıdır. Mecliste sendika ve dernek temsilcilerini temsil eden konfederasyonların temsilcileri için kontenjan milletvekilliği açılmalıdır.

52. Türkiye’de tek bir işsiz kalmamalıdır. Herkesin çalışmaya, işini özgürce seçmeye, adil ve elverişli çalışma koşullarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır. Devlet ve Belediyelerin istihdamı dört katına çıkartılmalı, devlet daireleri ve belediyeler yedi gün, üç vardiya ve yirmi dört saat çalışmalıdır. Böylece işsiz oranı sıfıra inerken devletin etkin ve seri çalışması sağlanmalıdır.

53. Tüm vatandaşların çalışma saatlerinin düşürülmesi, dinlenme ve boş zamanlarını değerlendirmesi sağlanmalıdır. Hafta tatili üç, yıllık izin otuz gün olmalıdır. Newroz, Paskalya gibi Sünni inanç dışındaki inanç sistemlerinin kutsal günleri de tatil ilan edilerek bayramlar birlikte kutlanmalıdır.

54. Tüm vatandaşların haklarını ve isteklerini dile getirmek ve korunmak için sivil toplum kuruluşu kurmaya ve katılmaya hakkı olmalıdır. 

55. Sosyal Güvenlik geliştirilmeli, yaygınlaştırılmalıdır. Herkesin eğitim, sağlık, yiyecek, giyecek, konut ve gerekli toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere sağlığına ve esenliğine uygun bir yaşam düzeyine hakkı vardır.

56. Halkçılık tüm Türkiye halklarını imtiyazsız kapsamalıdır.

57. Milliyetçilik alt kimliklere saygılı ve vatanseverlik vurgulu olmalıdır.

58. Herkes toplumun kültürel etkinliklerine özgürce katılma, güzel sanatları tatma, bilim alanındaki ilerlemelerden ve bunların nimetlerinden yararlanma hakkına sahiptir. 

59. Sanat prangalarından kurtarılmalıdır. Devlet ve hükümet görevlilerinin ne üretim, ne de paylaşım aşamasında sanat eserleri üzerinde kısıtlama uygulamaları, olumlu ya da olumsuz telkinde bulunmaları yasaklanmalıdır.

60. Telif hakları etkin korunmaya alınmalıdır. Herkesin, sahibi bulunduğu her türlü bilim, yazın ya da sanat yapıtlarından kaynaklanan ahlaki ve maddi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır.

61. Laik devlet vardır, olmalıdır, şarttır. Laiklik; demokrasinin, belli bir dine ya da mezhebe inanan çoğunluğun tiranlığına dönüşmesini engellemek için devletin tüm dinlere aynı mesafede kalmasını sağlamak üzere geliştirilmiş bir kavramdır. Asla “dinsizlik” anlamına gelmediği gibi; “inançlıları baskı altına alan bir tiranlık” da değildir. Laiklik devletin, tüm inanışlara eşit mesafede durabilmek adına, dinin siyasetten ayrılmasıdır.

62. Laik devlet, herhangi bir dini, mezhebi, inanç sistemini referans almaz. Devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir. Cem evlerinin cami statüsünde olmasını istediği kadar, örtülü kız kardeşlerimizin kamusal alanda istihdamını da istemelidir.

63. Kimliklerden dini inanç ibaresi kaldırılmalıdır.

64. Her birey eğitim alma hakkına sahiptir ve eğitim özerk, parasız, zorunlu, fırsat ve imkân eşitliği sağlanmış bir yapıda olmalıdır.

65. Öğretmen maaşı en az milletvekili maaşı kadar olmalıdır.

66. Kalkınmak toplumun topyekûn mutluluğu için olmalıdır. 

67. Sanayi ve ticaret öncelikle çevre duyarlılığını gözetmelidir.

68. Tarım teşvik edilmeli, modernleştirilmelidir. Topraksız köylü kalmamalıdır.

69. Profesyonel ordu kurulmalıdır. Askerlik görevi kısaltılmalı ve sivil savunma ağırlıklı bir eğitim biçimine dönüştürülmelidir.


24 Temmuz 2016 Pazar

GAME OVER

On the evening of Septembre 15, millions of people thought that a amateour mise-en-scéne which is a look-a-like of a coup d’etat had set-up by Erdogan himself in the beginning. The common opinion was that this clowning was resembeling Hitler’s Reichtag. However in a couple of hours, this opinion of the millions seemed to be diverted into another direction, what Erdogan wanted them to belive in. From that moment onwards; many liberals, democrats, social democrats, even leftists and millions of ordinary people of Turkey and the planet started to beleive that Gülen was behind the curtain of this coup d’etat look-a-like clowning. Consequently, on perception management of the mass, Erdogan was once again triumphant. He diabolically consolidated not only his followers but also the mass media of the World and even his opponents around the idea of  that he is fighting for “higher democracy” against the real satan living in Philedelphia.

As Turkish people has only a capacity of memory, not more than a fish does have. I need to recall some of Erdogan’s false commitments for a brief undestanding for what is really happening in Turkey. Erdogan, in the very first years of his regime, gave a hope to the local liberal, liberten, democrat, leftist or in other words -so-called- “brandly new generated opinion leaders” of Turkey that he is going to bring real democracy to the country and he is going to make Europian Union’s irreplaceable rules on human rights to come true on every aspect. A few people like me did not belive in one single word of his commitments those days however local and international public opinion was insulting us of being prejudice and old-fashioned Kemalist laics and white-collared Turks. According to those so-called “brandly new generated opinion leaders”, Atatürk’s reforms had caused all of the anti-democratic developments in the history of young Republic. 

However things turned out in a way that Erdogan did not improve any critical law by means of democracy but, year by year he pushed his autheratian regime into daily life of the country. Consequently, on 12th of Septembre 2011, the liberal, liberten, democrat, leftist or in other words -so-called- “brandly new generated opinion leaders”, with a slogan of -not enough, but yes- supported Erdogan’s eager to change the constitution and consequently the devil had the chance to take over all of the law mechanisms which should stricly be independant. A few people claimed that he is going to captive the independent law constitutions under his control and he is going to create an imbalance among the three essential power of democracy but they lost. They were accused by local and international public opinion as being prejudice and old-fashioned Kemalist laics and white-collared Turks, once again.

However, Erdogan, with a neckbreaking speed and violance showed his real face during the Taxim Gezi Park protests. Although finally he won the combat of Gezi Park, this did not satisfied his narcissistic personalty and to gain an absolute authority on the country to drive it backwards to the Ottoman style Islamic State formation, he started to insist on to be the first president of postmodern, neo-Ottoman Islamic Turkish Republic. A few people, once again claimed that he is running for a kind of sultanate, but it was again impossible to attract the attention of million but some of the liberals, libertens, democrats, leftists or in other words -so-called- “brandly new generated opinion leaders” seemed that they have turned their faces against Erdogan. Thus, public opinion surveys did not satisfy the dictator as some sort of things were not going so well as his belivers used to belive. Neither economy, nor the Kurdish problem, nor the relations with the neighbors were all quite on the eastern front any more.

Although, the“brandly new generated opinion leaders” supported Erdogan’s eager to privatize all of the values of Kemalist Turkey has produced in 80 years;  economic status of the country was rapidly going down. It turned out that, Erdogan’s commitments on democratic and social rights of the Kurdish society was an absolute fake. Inspite of Atatürk’s foreign policy based upon “peace at home, peace in the World”, Erdogan choose “fight at home, fight in the World” strategy -which is a very predictable consequance of the way of thinking of a narcissistic personality of the bloody dictators of the World history –until the proclimation of his absolute sultanate, as he is going to rule the World in peace under his sick mystisizm. Following the coming out of every corroptional case, or governments support for ISIS, or his ministers winks on industrial accidents as they have some dirty relations with their governing, or the disclaimer of the youth against freedom, or the massacre of Kurds, it end up with another  Decree and “Erdogan’s State” suspended the personal liberties listed in the Weimar Constitution, including the rights of personal freedom, freedom of opinion, freedom of the press, freedom of organization and assembly, and privacy of communication. Non of those anti-democratic Decree’s were able to divert the sliding down of the AKP’s central power and once again nothing was all quite on the eastern front any more. Reffering once again his “Führer’s” strategies as he reffered in every critical step of his governing, he had to put his very last act on the stage: Reichtag…
On the evening of February 27, 1933, Hitler was at a dinner party in Joseph Goebbels’ home, the Reichstag fire was set-up. About a month after the Reichstag fire in Germany Adolf Hitler took over Germany and became the Chancellor. The Reichstag fire was a last nail in the coffin of the basic freedoms in Germany. The fire was soon blamed on a Communist named Marinus van der Lubbe.
On the evening of July 15, 2016, Erdogan was in a summer house in the last dictator of Turkey’s, Evren’s town, the bombing of Assembly was set-up. About a week after the Assembly’s fire in Turkey Erdogan took all the power on himself and became the Cinc. The Assembly’s fire was a last nail in the coffin of basic freedoms in Turkey. The fire soon bloomed on some anti-democrat named Fetullah Gulen.
On the day following the Reichstag fire, juridical order was suspended by the Decree of the Reich President for the Protection of People and State (Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat). The decree involved the suspension of individual and civil liberties. The decree authorized the government to take complete control in the federal states and impose the death penalty for a number of crimes. In fact, Goering wanted to hang the arsonist on the spot right after his arrest.
On the days following the Assembly fire, juridical order was suspended by the Decree of the Assembly for the Protection of Democracy and State. The decree involved the suspension of individual and civil liberties. The decree authorized the government to take complete control in the country and  implied the death penalty for a number of crimes. In fact, anti-laics cut one of the innocent, unaware young soldiers throat on the Street and shouted to bring the death penalty back.
Whether the responsibility of the anti-Nazis or the Nazis themselves were behind the Reichtag  fire or not, what was substantial is, what came out of the hell: Absolute Fascisizm.
Whether the responsibility of the anti-Erdogan’s or the Erdogan himself is behind the Assebly  fire or not, what was substantial is, what came out of the hell: Absolute Fascisizm.
The tv channels started broadcasting his coup d’detat look-a-like mise-en-scéne live from Ankara and Istanbul, not during the dawn but despite the accustomed set-up of all of the military coups of the World history, at “prime time”. Shortly after, the military released a statement saying that the “military has seized all power in Turkey” through the state tv channel TRT.  And again very shortly after this, the military withdraw itself from the so-called occupied TRT, and the bridges, and the streets. There seemed to be a bombing of Turkish Parliament building but there were no serious damages although the traces of F16’s rockets hitting their targets but sonics were completing the mise-en-scéne. And before dawn, the pilots surrended and the curtain closed with a big applause of the crowd.
And the very next day  the State’s Decree suspended the personal liberties, including the rights of personal freedom, freedom of opinion, freedom of the press, freedom of organization and assembly, and privacy of communication with an aggrevated manner . according to the lists of intelligance service arrestments started.
Once again with a neckbreaking speed 10.000’s of people displaced, interrrogated and arrested and the end of the story brought the absolute power to Erdogan with the proclamation of state of emergency. However one cannot stop himself to ask, how come they could not stop the cuop d’etat before it started if they had those lists in their hands.
Within two hours, Turkey’s President Recep Tayyip Erdoğan was live on FaceTime and he urged the people to go to the public squares and the airport and defend the nation. Soon afterwards, there were echoes of calls to prayer from multiple minarets although it was not prayer time. I read later that there were also calls for action by Imams against the military urging people to take to the streets.
Joining the echo of the calls to prayers were the loud noises of military jets flying over Istanbul skies. The combination of these sounds made me think that yes, these were the sounds of the funeral of free speech, critical thinking, and any other remnants of liberal democratic process in Turkey. This coup was a mise-en-scéne or not, one thing was certain: there would no longer be room in Turkey for people who can listen, read, analyze, and think critically.

According to the “brilliant” Western policies, that Turkey could be a “sample” for a kind of Democratic- Islamic country, the cablestones to the hell was implanted by the domestic liberal, liberten, democrat, so-called leftist or in other words “brandly new generated opinion leaders” of Turkey, during the celebration of the funeral of Atatürk’s model of Laic-Democracy within the past decades and consequently with the siren-like echoes of calls to prayer and military jets, Turkey became a land only for true believers without a sing of true democracy. GAME OVER…

23 Ocak 2016 Cumartesi

YAHUDİ PROFESÖRLER VE ATATÜRKÜN ERİŞİLMEZ VİZYONU

7.Nisan.1933’te Adolf Hitler iktidara gelişinin henüz 3. ayında Yahudilere tüm kapıları kapatan yeni devlet memuriyeti yasasını onaylamıştır. Bu yasayla birlikte, Aryan ırkından olmayanların, Yahudilerin ve sosyalistlerin işlerinden, toplum yaşamından uzaklaştırılmaları, sindirilmeleri, ve nihayet yeryüzünden silinmeleri süreci başlayacaktır. Bilimin ışığından korkan tüm rejimlerde olduğu gibi bilim ve bilim adamları ilk hedeftirler. Dünya tarihi görüp göreceği en büyük insanlık trajedisine hazırlanırken, Yahudi kökenli veya sosyalist eğilimli akademisyenler bilim ve irfan yuvalarından dışlanarak faaliyet görmeleri kısıtlanır, yasaklanır. Evlerinden, işlerinden, vatanlarından sökülüp atılan, sürgün edilen bilim adamları sığınacak bir liman, kendilerini kabul edecek bir ülke arayışına girmek zorunda bırakılır.

Aynı dönemde henüz 11 yaşında bir cumhuriyet olan Türkiye’nin gündemini işgal eden temel sorunlardan biri de Üniversite Reformu’dur. Haziran 1931 de başlayan ve çağdaş anlamda bir üniversite reformu amaçlı çalışmalar tam hızla devam etmektedir.

Ne var ki;  «Hayatta en hakiki mürşit ilimdir…» Sözünün sahibi olan Atatürk için eldeki yetişmiş bilim adamları yeterli değildir. Bu nedenle Atatürk, tarafsız ve objektif bir rapor hazırlaması için Cenevre Üniversitesi’nden Pedagoji  öğretim üyesi Prof. Albert  Malche’i Türkiye’ye davet eder. 19 Ocak 1932’de çalışmalarına başlayan Prof. Malche,  düzenlediği 95 sayfalık raporunu 29 Mayıs 1932’de takdim eder. Raporu okuyan Atatürk’ün yorumu kısadır: “Bildiğimiz başka, hakikat başka”

O günlerde Almanya’dan kovulmak ya da ölmek tehdidiyle karşı karşıya olan Yahudi Akademisyenler, Frankfurt Tıp Fakültesi Patoloji Enstitüsü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Philipp Schwartz öncülüğünde Notgemeinschaft deutscher Wissenschaftler im Ausland - NdWA (Yurtdışındaki Alman Bilim Adamlarına Yardım Cemiyeti) adlı bir cemiyet kurarak yurt arayışlarını hızlandırmışlardır.

Atatürk’ün üniversite reformundan ve Malche’den istediği rapordan haberdar olan Prof. Albert Einstein ve Prof. Philippe Schwartz, Prof. Malche ile temasa geçer.

Bu arada Almanya’da temizliğe devam eden Hitler’in istihbaratı da boş durmamaktadır. Türk hükümetinin kendisinin kovduğu kişilerle temas kurduğunu öğrenen Hitler 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamına öfkeyle gelerek “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayı’nı Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem.” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajı gönderir.

Atatürk cevabı hiç uzatmaz: “Bu onbaşı beni cinayetlerine alet edemez…”  

Bunun üzerine Türkiye’ye sığınmak ve Türk Üniversitelerinde görev yapmak isteyen Alman profesörlerle ilgili işlemler hızlandırılır. 5 Temmuz 1933 günü NdWA başkanı Prof. Philipp Schwartz,  Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen ile beraber İstanbul’a gelir ve anlaşma imzalanır.

Takip eden aylarda Prof. Albert Einstein İstanbullu Dr. Samy M. Gunzberg’e, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Makamına sunulmak üzere yazdığı 17. Eylül. 1933 tarihli mektupla,  ekindeki listelerde adları ve kısaca özgeçmişleri belirtilen Tıp Profesörlerinin Türkiye’ye “yerleşerek icrayı sanat etmelerine müsaade buyurulması için müracaat” eder. İngiltere ve Fransa’nın Nazilerden çekindikleri için “vizeleri yok” bahanesiyle geri çevirdiği; ABD’nin kabul etmekte tereddüt ettiği dönemde, hepsi birbirinden değerli uzmanlar ve hocalar Atatürk’ün  özel talimatıyla yanlarına ailelerini, asistanlarını alarak Türkiye’ye gelir ve üniversitelerde, müzelerde, hastanelerde, laboratuvarlarda özgürce çalışmaya, bilimsel araştırmalar yapmaya başlar.

Türkiye’de bu olumlu gelişmeler gerçekleşirken Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştır ve Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye iltica eden bilim adamlarının ülkemizde ikametlerinden hala tedirgindir. Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Herbert Scurla 1939 yılında Türkiye’ye gelerek   “Bu bilim adamlarını bize geri veriniz. Size Almanya’nın en parlak beyinlerini gönderelim” mesajını iletir.   Atatürk ölmüştür ve iktidarda 8 sene sonra Türkiye'nin sağ- muhafazakar-faşist partilerini kuracak olan kadrolar vardır.  Profesörleri geri vermeseler de Türkiye'de çalışma ve yaşamalarını sağlayan, koruyan, kollayan Atatürk zihniyetinin yokluğunda, ülke olarak bilim adamlarının korunması refleksi gevşer. Hızla ve dalga dalga bu değerli bilim adamları dünyanın başka ülkelerine göç etmek zorunda kalırlar. Aralarından bir kısmı ağırlaşan koşullara rağmen burada oluşturdukları bağlardan vazgeçmez ve görevlerine devam ederler. Savaş sona erdiğinde hala hayatta kalanlar ise giderek sağ-muhafazakar-faşist zihniyetin yeniden hakimiyet kazandığı Türkiye'de daha fazla dayanamazlar ve terk etmek zorunda kalırlar.

Atatürk'ün yaşaması halinde varılmayacak olan bu istenmeyen son hariç Yahudi profesörlerin ülkede huzur içinde çalışmış ve araştırmalar yapmışlardır. Türk üniversitelerinde görev yapan ve kalıcı eserler bırakan bu Yahudi Akademisyenlerin   girişimiyle Türkiye’de; tıptan mühendisliğe, tarımdan edebiyata, müzikten güzel sanatlara hemen hemen tüm dallarda üniversiteler, fakülteler, kürsüler kurulmuş ve bir sonraki kuşak bilim adamları yetiştirilmiştir. 

Bilimin ışığından korkan tüm rejimlerde olduğu gibi bilim ve bilim adamları her zaman faşizimin ve cehaletin ilk hedefi olmuştur. Çünkü akıl, karanlıklarını açığa çıkartır. 85 sene önce Hitler faşizmi ne yaptıysa, bugün Tayyip faşizmi de aynı  yolun yolcusudur. 

Türkiye'nin Osmanlı'nın karanlık cahilliğinden mucize denilebilecek kadar kısa bir süre içinde çıkmasını borçlu olduğu lideri, bilim aşığı Atatürk,1933 yılı Cumhuriyet Bayramı açılış konuşmasında; "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimiz fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar." derken aynı yıl  Hitler o bilim adamlarından korkmuştu. O cahil onbaşı bile eğer bugün yaşasaydı akademisyenlere belki o günkü aklıyla değil, 21.yüzyıl aklıyla bakmayı becerebilirdi ama bizim kantin çavuşu neredeyse bir asır sonrasında bile cehaletinin karanlığında, kıskançlıktan kıvranarak sanatçıları, bilim adamlarını, akademisyenleri yok etme gayretine girmiş zavallı bir psikozda. 

Hiç bir narsist, narsist olmayı hak etmez etmesine ama, bazıları hele akademik eğitimden, sanattan, hayatın estetik alanlarından nasibini hiç almadan narsisisitik kişilik geliştirmiş bir "bozuk persona" hiç mi hiç hak etmez.

Ne var ki yana yana çıkacaktır yine karanlıklar aydınlığa.

Mustafa Altıoklar

NOT: Bu yazının önemli bölümü Prof.Arnold Raisman'ın Nazizmden Kaçanlar ve Atatürk'ün Vizyonu adlı değerli araştırma kitabından alınmıştır.