18 Haziran 2017 Pazar

KFK

ÖZGÜR BEDEN KÜLTÜRÜ
Bir elimde kallavi bir cigara, diğerinde kallavi bir bira kupası ile ağır adımlarla çırılçıplak Vansee Gölü’nün derinliklerine doğru yürürken Körper Frei Kultur[1] kavramının tadını damıta damıta çıkartmaktaydım ki, son bir kez dönüp baktım arkada kalanlara.  
Cuma günüydü. Haftanın son iş gününün son saatinde geldi Almanlar’ın bana oturum vizesi vermediklerinin haberi. Carsten telefonun diğer ucunda öfkeli bir sesle bildirdi olumsuz cevabı. Auslanderbehörde (yabancılar dairesi) yurda dönmeden, Almanya içinden yaptığım oturum başvurusunu kabul etmemişti.
“Doğrusu beklemiyordum böyle bir sonucu. Sana boş umut vermek istemediğim için açıkça söylememiştim ama belli ki kendime boş umut vermişim.”
 “Peki şimdi ne yapacağız Carsten? B planımız nedir?”
 “Alman devletiyle kavga etmeyeceğiz. Senin içinde bulunduğun koşullar göz önüne alınacak olursa, Alman devletinin sana “memleketine git, başvurunu oradan yap” demesi, seni göz göre göre hayati tehlikeye ya da en azından temel özgürlüklerini elinden alma ihtimali çok kuvvetli olan bir duruma doğru itmesidir açıkçası. Hakkında Türkiye Cumhurbaşkanı’na hakaretten iki, onun destekçisi olan medyaya hakaretten üç, halkı terör ve resmi otoriteye isyana teşvik ve bölücü örgüt propagandasına destekten bir olmak üzere altı hapis istemli dava sürmekte. Alman otoriteler de biliyor ki, demokratik hukuku askıya almış bir Türkiye’de tamamı fikir özgürlüğü kapsamında olan bu davaların hiç birinin hakaretle, bölücülükle, terörle ilgisi yoktur ama Alman yasaları da tam Alman’dır. Değişmez, delinmez, eğilip, bükülmez. Yani bu koşullar altında oturum vizesi için yurda dönüp başvuru yapmak; ya tutuklanman, ya yurt dışı çıkış yasağına maruz kalman, ya da Cumhurbaşkanı’nın hedef gösterdiği bir “hain” olarak bir köşe başında çakallar tarafından puştça pusuya düşürülmen gibi satırlarla katırlar arasından bir seçim yapmakla eş anlamlıdır ve tüm bunlar göz önünde bulundurulunca ben derim ki; Türkiye’ye gitme!”
 “Peki ne yapacağız Carsten?”
“Siyasi sığınma isteyeceğiz!”
İyi de siyasi sığınma seçeneği,  canım kadar çok sevdiğim ülkeme giriş yasağı demek. Deliye deli, dedik diye. Yok, öyle yağma. Deli gider, akıl hâkim olur yeniden iklime. İstanbul’un martısına simit atmadığım, vapurunun çığlığını duymadığım, anamın babamın mezarına ayda yılda bir gidip konuşmadığım, fıstık çamlarına, erguvanlarına, nisanlarında mimozalarına bakmadığım, haziranda ıhlamur tüten ağaçlarınhazzına varmadığım, yağmurlu bir kasımda hırçın boğaz dalgalarıyla ıslanmadığım, Karadeniz’deki köyümün sisli yeşil dağlarına çıkamadığım, Kapadokya mağaralarında uyuyamadığım bir hayat tasarlamadım ben kendime. Kavgamın bedelinin bu olacağını bilseydim, yine de verirdim aynı kavgayı. Kuşku yok da, sığınmak onuruma dokunmakta. Almayım, eksik olsun. Vatanımda tüm özgürlük kaleleri teker teker yobazların eline düştükçe –ki bunda kullanışlı aptalların epeyce rolü var- soluğu özgür bir derin nefes almak için çıkıp geldiğim gurbette siyasi sığınma demek, entegrasyon sürecinde iş yapmadan, çalışmadan, para kazanmadan Alman devletinin sadakasıyla yaşamak demek. Tamam beleş para, al üstüne yat da, yok Carsten, buraya sığınmaya gelmedim ben. Bunu bilsin Almanlar. Elim kalem tutmakta, aklım fikir yazmakta. Tatilde de değilim ben. Yazmam, çalışmam lazım. Alman’ın da bunu anlaması lazım. Almanlar’ın bedavadan parasını almaya değil, hikâyeler anlatmaya geldim ben buraya. B planın nedir? Onu söyle bana.”
 “Kazakistan mı demiştin neydi? Oradaki arkadaşında kalabilir misin üç ay? Ya da Schengen vizesi olmayan başka bir ülkede?”
Portakal kabuğu gibi serilmiş dünya haritası geldi gözümün önüne. En solda Los Angeles, en sağda Tokyo… Seç beğen al. Ya da seni kim seçerse, çok düşünme git onu al…
“İyi de kazın ayağı hiç öyle değil. Erdoğan faşizmine iktidarı ele geçirdikleri 2.Kasım.2002 gecesinden başlayarak muhalif olduğum için ve son filmi 2006’da sansüre takıldıktan sonra tüm yolları kesilmiş, Kültür Bakanlığı sübvansiyonları bloklanmış, televizyon kanallarının kapıları kapatılmış, niyetli yapımcıları korkutulmuş bir kara liste üyesiyim. E diğer yandan cumhuriyet çocukları olarak devlet memuriyetindeki üç otuz kuruşluk birikiminden başka bir serveti olmayan bir ailenin evladıyım. Yani seç beğen al hangi ülkeyi alırsan da, neyle alacaksın? Banka hesabıma bakıyorum. Taş çatlasa birkaç ay idare eder gurbette. Nihayetinde az buz değil, on yıldır engellemiş faşist iktidar ekmeğimi. Dedim ya kara listedeyiz. Carsten telefonu kapatınca aldı beni bir efkâr. Efkâr sardı şaraba. Şarap daldı damara. Ben bağladım karaya. Memleket bakıyorum kendime. Gece on buçuk gibi telefon geldi Carsten’dan. Carsten hukuku Türkçe hukuk kitaplarından okuyan, kızının adını Mavi koymuş bir Aryan. Dedi ki;
“çok ama çok kızgınım bu Almanlar’a. Nasıl redderler böyle bir dosyayı ya? Resmen Kırmızı Pazartesi bu. Yok, ben kavga etmeye karar verdim. Bu Pazartesi’yi ben kırmızı yapacağım. Alman Devleti’ni mahkemeye vereceğim. Olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar yolu var. Dava sonlana kadar bir şey yapamazlar. Almanya’da kalırsın. Var mısın kavgaya?”
Kargaya kavga sordu iyi mi?
“Yürü be Carsten! Dalalım Almanya’ya!”
diyerek kapattım telefonu. Bir şat sek rakı şarabın üstüne. Bir de ince Müzeyyen. Çat, Würgeengel. En sevdiğim Berlin barı. 950’lerden kalma. Adını Lois Bunuel’in “El Angel Exterminador” filminden almış. Doku, koku hala 50’lerden. Exterminador İspanyolca “bitirici, sonlandırıcı” demek. Bitirici melek yani. Bildiğin Azrail demek. Barın adı, Würgeengel, Almanca’da da Azrail haliyle. Gel gör ki Almanlar’da Azrail bizdeki gibi bir çeşit değilmiş. Her ölüm modeline bir başka Azrail bakıyor. Uzman ya bu Almanlar, Azrail’ler de uzmanlaşmış. Vurarak öldüreni var, keserek öldüreni var, deşerek öldüreni var, var oğlu var. Bizimki de boğarak öldüreniymiş. Velhasıl Berlin’in savaş sonrası modernist barlarından Würgeengel’in, dekadan atmosferine attım kapağı. Almanya’yla girişeceğim savaş öncesinde ateş suyu almaya gelmişim. Arthur shaker sallamakta.
“Çaksana Arthur bana bir cin. Hendrick’s. Keine tonic. Bol buzlu…”
Bar taburesi üstünde cinleri yuvarlayıp, kavgaya girecek muharip adrenali yükseltirken ben, iki genç adam yanımda boşalan taburelere iskele alabanda oldular. Genç derken 30’ların sonlarında ikisi de. Biri kumral, ben ebatta, benden yakışıklı, güler yüzlü. Diğeri bana bir on santim takar, sarışın, kıvırcık, mavi gözlü. Birincisi Mark, ikincisi, bana yakın oturan Victor… Birazdan tanışacağız. Mark uzandı:
“sizden bir sigara alabilir miyim?”
“Naturlich…”
“Ateş peki?
“Kein problem”… Sigarayı yaktı. Güler yüzüyle teşekkür etti. Herkes kendi dünyasına döndü. Sanmışım ben. Meğerse Mark dönmemiş.
“Sizin yüzünüzde hikâyeler dolaşıyor.”
Uuups! Sağlam girdi çocuk mevzuya.
“Ohooooo! Bitmez bizde hikâye. Bir başlarsam pişman olabilirsin sigara istediğine.”
Aslında anlatasım var tabi. Efkârlanmışız. Pizlenmişiz. Rakı dünyasından kopmuş gelmişiz. Bas düğmeye anlatalım hesabı. Dedi ki;
“Sıkıldık biz de birbirimizle aynı mevzuları konuşmaktan. Belli ki sen yüklüsün. Dökül, muhabbet olsun!”
Tabi bunları böyle söyleyemedi de, benim duyduğum bunun gibi bir şeylerdi. Belki de duymak istediğim. Dedim;
“Nerden başlasam/Nasıl anlatsam/Kaç kişiydik o zaman bak/Kaç kişi kaldık şimdi?”
Demedim tabi, içimden geçirdim. Maksat zaman kazanmak. Dedim ki direkman;
“Tayyip’le mahkemeliğim…”
“Ooooo. Süper…”
dedi Mark. Elin Alman’ı sevinince ben bodoslama daldım muhabbete. Ne zayıf yanlarım var benim yahu?
“Bir de değil,  bir ton mahkeme var. Ya atacaklar içeri, ya yurt dışı çıkış yasağı koyacaklar, zaten on yıldır sırf muhalifiz diye hiç iş yaptırmıyorlar, üstüne de son mahkeme olunca, yeter artık deyip attım kendimi buraya”
diye başladım mevzuya. Gelsin cinler, biralar… Prost, şerefe geyikleri… Büyük yudumlar…
“Ben film yönetmeniyim, senaryo yazarıyım…”
“Aaaa ben de yönetmenim”
 “Hadi ya?”
“Evet. Ben belgesel yönetmeniyim. Sen?”
“Ben kurmaca film çektim daha çok. Gerçi dediğim gibi on yıldır fotoğraf çektirmiyorlar.”
“Nasıl yani?”
“Bizde iki finans kaynağı var, sizdeki gibi. Biri Kültür Bakanlığı, diğeri TV kanalları. Gel gör ki ne o, ne diğeri bağımsızdır bizde. İkisi de göbekten hükümetlere bağlıdır. Hükümet istemeyince fotoğraf  çekemezsin bizim memlekette”
“Ama bu sanat!”
“Sen gel bunu Tayyip’e anlat.”
Kahkahalar. Gelsin cinler, biralar…  
“Neydi ki mahkeme?”
“Tayyip’e deli dedim, hakaretten saydılar.”
“Yok artık” dedi ikisi birden.
“Ne yoku? 10 ay hapis kitlediler.”
“Scheisse!” dedi ikisi birden.
“Ne yani deli dedin diye mahkemeye mi verdi savcı?”
“Ne savcısı? Tayyip kendi bizzat mahkemeye verdi.”
“Mahkemede ne oldu peki? Sen ne dedin hakime?”
“Ben hakaret etmedim. Teşhis koydum dedim”
“Teşhis mi?”
“Evet tıbbi teşhis. Çünkü ben bir yandan da doktorum.”
“İşe bak! Biz de öyleyiz. Ben yönetmenim. Victor doktor. Sen hem yönetmensin hem doktor.
Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… yetmez. Noch ein mal… Drei mal yani. Tuz, tekila, tak, limon… Neredeyse “öpiim abi” modundayız artık.
“Eeee.. Neler oldu mahkemede?”
Anlattım uzun uzun, tadını çıkarta çıkarta… Size sonra anlatırım neler olduğunu o mahkeme salonunda. Size sonra anlatacağım, karar duruşmasından bir gün önce babamı ellerimle toprağa verişimi… Size sonra bahsedeceğim, Atina uçağına son dakikada yetişip, koltuğuma yerleşince nasıl nefes nefese kaldığımı ve babamın mezar toprağını botlarımın altında nasıl Atina’ya götürdüğümü… Onlara hepsini tam tekmil o gece anlattım. Size de sonra anlatacağım. Neyse. O gece Boğarak Öldüren Melek Barı’nda Victor ve Marc en baba kankalarım oldu, tam da Almanya’nın beni dışladığı gece. Üç beş gün sonra vize bitecek ve artık Gürcistan mı, Kazakistan mı bilinmez yeni vatan arayacağım kendime. Yani Almanya’dan çıkar ayak iki kanka buldum iyi mi? Gelsin o zaman tekila şatlar. Tuz, tekila, tak, limon… Yetmez. Noch drei mal. Tuz, tekila, tak, limon… Olduk mu kelle?
“Yahu bir dışarı çıkıp hava alalım mı?”
Çıktık. Marc ve Victor ceketlerini paltolarını da alarak çıktılar ki, oradan uzayacaklar otellerine. Son bir sigara içeceğiz dışarıda. Benimkiler ancak birer fırt asıldılar çift kâğıtlıdan. Sonra bir sevgi seli, kucaklaşmalar, ölümüne kanka sözleriyle düştüler yollarına.
Evimde açtım gözlerimi cumartesi akşama doğru. Geçti gece akşamdan kalma çorbaları, gavisconlarla, geçti Pazar az despresyon, biraz tedavi, biraz pazartesinin hazırlıklarıyla. 
Pazartesi hayat benim için olağandan çok üstün başladı. Cuma günü mesainin bitimine beş kala birinci Carsten telefonuyla “vatansız” durumuna düşmüşken, Pazartesi sabah mesai başlamadan ikinci Carsten telefonuyla ise Almanya’nın bana olmadık bir istisna yaptığı haberini aldım. Almanya’yı dava etmek üzere haftanın ilk gününün sabahının köründe kolları sıvayıp bilgisayarının başına oturan Carsten, hafta sonu boyunca tasarladığı dava dilekçesini tam yazacakken Auslander Behörde’den gelen bir e mail pop-up yapınca bir durmuş.
“Cuma günü bizden aldığınız e maili yok hükmünde sayın Sayın Avukat. Altıoklar’a bir yıl sanatçı vizesi verdik”
Ne olmuştu da, olmuştu bunlar? Neydi beni getiren buralara? Neden Almanlar, hiç onlardan beklenmedik bir şekilde- Cuma’dan Pazartesi’ye karar değiştirmişlerdi? Kim onlara bir şey fısıldamıştı? Biri mi bir şey fısıldamıştı? Kafamda deli sorular. Kafada duman olan bilir, sarmaldır o sorular. Marc’la Victor’a danışayım dedim. Nihayetinde kankayız ya artık. Verdikleri telefonlar kullanılmayan numara çıkınca pek aldırmadım. Dil okulumu astım. Kendime tatil verdim. Yeşil bir nefes almak için, adını duyduğum ama hiç görmediğim Vansee  gölüne kaçtım. Puzzellarda rastlanan güzellikte bir koy. Yeşilin ortasında bir göl. Kumsalda Ekim ayı olmasına rağmen güneşin son kırıntılarını da yakalamak isteyen Almanlar. Çıplak Almanlar. Üstsüz güneşlenen, üstsüz göle giren Almanlar. Aaaa… Altsız gölden çıkan Almanlar… Çıplaklar kampındayım… Adının Körper Frei Kultur olduğunu az sonra öğreneceğim yerdeyim. Özgür Beden Kültürü yani. Özgürlüğü gökte ararken kumsalda bulunca düştü şiir aklıma:
“savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye / zaman ki sana hasta oldu, incelikli haytasın / nüksederken raksına mahallenin maşallahı eyvallahı / Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın…[2]
diyerek indirdim şortu, girdim kuyruğa, aldım Arjantinimi, kurdum şezlongu göl kıyısındaki bir söğütün altına, sardım kallavi cıgarayı, Marc’la Victor’a bir selam çaktım ve yürüdüm Gölün ortasına doğru… Ekim soğuğu taşıyan küçük göl dalgaları kasıklarımı aşıp belime doğru yükselirken, Özgür Beden Kültürü’ne hoşgeldin demekteydi sonbahar kaçağı güneş.





[1] Özgür Beden Kültürü
[2] küçük İskender / Mustafa Altıoklar