29 Nisan 2014 Salı

OMURİLİK YARALANMALARINDA 1992'DE "TÜRKİYE'DE" DENENMİŞ BİR KÖK HÜCRE TEDAVİSİ MACERASI

"İlk denemede başarısızlıkla yıkılacak adam değilsin sen...tekrar deneyebilirsin..." diye teselli ederken Yasemin beni, telefon çaldı. Hacettepe Tıp Fakültesi'nden sınıf arkadaşım, dostum; o günlerde, 1992 baharında, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde mesai arkadaşım, Nöroşirurji kıdemli asistanı Dr.Semih Keskil sordu: "N'oldu? Hastamız nasıl?" Mezuniyetimizi takiben ikimiz de Anadolu'nun farklı farklı yerlerinde pratisyen hekim olarak mecburi hizmetlerimizi tamamlamış, anakara'ya dönmüş ve şimdi artık ihtisaslarımızı yapmaktaydık. Semih, Beyin Cerrahi kıdemli asistanı, ben ise Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalında kıdemli asistandım. Branşlarımız ortak alanlarının çokluğu nedeniyle bir çok hastayı iki koldan takip etmekteydik ve bu hastalık gruplarından en vahim, en amansız olanlarından biri de omurilik yaralanmalarıydı ve bir hastamızı daha kaybetmiştik... "Kaybettik maalesef..." dedim...

                                   *                                  *                                  *
"Spinal cord injurie is one of the most devastating  calamity in human life..."

İngiliz nörolog, Professor Sir Ludwig Guttmann, omurilik yaralanmalarını; "insan ömründe başa gelebilecek en yıkıcı felakettir..." diye tanımlar.

Omurilik yaralanmaları, omurilikte lezyon oluşturan bir travma  neticesinde lezyonun alt seviyesindeki duyusal ve motor fonksiyonların kaybı yani "FELÇ" ile sonuçlanan klinik tablodur. Basit örneğiyle boyun seviyesindeki bir yaralanmada, omuzlar, kollar, eller, gövde, bacaklar ve ayaklarda duyu ve hareket kaybı oluşur. Çünkü omurilik beyinden gelen emirleri uzuvlara ileten, ve uzuvlardan beyne giden duyuları taşıyan tüm sinirlerin buluştuğu ana "elektrik kablosu" gibi hayal edebileceğiniz bir organdır ve yaralanması halinde, seviyenin altına akım geçmez. Ya da, yaralanma seviyesinin altından yukarıya, beyne doğru akım iletilemez. Bu yüzden mesela felçli bir hastanın ayağı sobaya girse, iletim olmadığı için ayağı yansa da, canı yanmayacaktır. Sobayı bırakın, gözünün önünde meme ucuna konan bir sivrisinek yavaş yavaş iğnesini batırırken hiç bir şey hissetmeyecektir. Beyinden gelen "sineği elinin tersiyle kov" emri, omuza, kola ve parmaklara ulaşamayacaktır. Ne yapması gerektiğini bilecek, isteyecek, beyni emir verecek ama yapamayacaktır.

Omurilik yaralanması olan bir hasta yürüyemeyecek, oturamayacak, gömleğini ilikleyemeyecek, bebeğini kollarına alamayacak, yazı yazamayacak, tuvalet temizliğini kendisi yapamayacaktır. Omurilik yaralanması olan bir hastanın, hareket sistemi anlamında yapamayacaklarını saymak, sayfaları tüketir ama, bu hastalığın sadece hareket etme yoksunluğundan ibaret olduğu anlamına gelmez.

Bedenin ve eklemlerin hareketsizliği bir dizi korkunç ikincil sorunlara da yol açmaktadır. Hastalar idrarlarını tutamazlar, barsak kontrolleri yoktur, cinsel fonksiyonlarını kaybederler, vücut ağırlığını taşıyan bölgelerde; mesela kalçalarda, ayak topuklarında, kürek kemiklerinin altında basınç yaraları oluşur ve neredeyse kapanmak bilmez yaralarla boğuşmak zorunda kalırlar. Eklemler hareketsizliğe bağlı kireçlenir, katılaşır. Açılmazlar, toplanmazlar. Kaslar erir. Hareketsizliğe bağlı organların mikroplarla mücadelesi zayıflar. Sık sık idrar yolları enfeksiyonları, akciğer enfeksiyonları görülür.
Aranızda doktor olmayanların içinin kalktığını görür gibiyim. O nedenle daha sayfalar dolduracak komplikasyonları uzatmadan Sir Ludwig Guttmann'ın deyişiyle özetleyelim; "omurilik yaralanması insan ömründe başa gelebilecek en yıkıcı felakettir..."
                                   *                                  *                                  *
"İnsan doktor olup da, hatta uzman olup da bir "kablo kopması" nedeniyle bir hayatın yukarıda anlatılan felaketlerle dolu olmasına nasıl isyan etmez Yasemin?" ve benzeri cümlelerle kararmış halde yatağa girdiğim gecelerden birinde, yine; "bunun bir çıkışı olmalı..." diyerek kafatası kemiklerimi çatlatırcasına düşünürken ışık çaktı. "erkekleri de hamile bırakabilirsek, bu işi çözeriz..." Yasemin elbette deliye bakar gibi bakarken ben yataktan fırlayıp bunu nasıl becereceğimi kağıda dökmeye başlamıştım bile...

                                   *                                  *                                  *

Kanser oluşturacaktım, omurilik yaralanması olan hastaların yaralanma bölgelerinde. Evet! "Teratom" adı verilen bir tümör oluşturacaktım önce ve sonra bu tümörün içindeki hücrelerin sinir hücrelerine dönüşmesini bekleyecektim. Karıştı mı? Karıştı biliyorum. Sabredenler basamak basamak keşfedecek insan beyninin delirdiği çizginin sonrasında varabileceği yerleri... İşe önce teratomu anlatarak başlamalıyım. Hayır! Teratomdan önce kısa bir embryolojik bilgi vermem gerekli. Sevişme sonrasında erkeğin ejeküle ettiği 70 milyon kadar spermleri zorlu engelleri aşıp da dişi hücresine vardığında sayıları 70'e kadar düşmüştür. Aktolgalı Beylerbeyi gibi ilerlerlerken dişinin döl yollarında, yer yer birbirini kırarak, yer yer zayıf genetik yapılarından dolayı neredeyse %99'u yollarda telef olmuştur, zapt edilecek kaleye, dişi yumurtasının eteklerine geldiğinde. O tek dişiye ulaşmak için telef olan nice yiğitten geri kalan pek azı da kalan güçlerinin son zerresiyle bir hamle yapıp, tolgalarındaki sivri uçla dişi hücresini delip içine girmeye çalışırlar ve nihayetinde aralarından biri, 70 milyondan sadece biri hücre zarını deler ve kafasını yumurtaya sokar. Sen misin dişi hücresinin içöine giren? Kadın milleti değil mi? Spermin kafasını içinde hissedince birden "zona pellucida" adlı bir zırh örer dişi hücresi kendi çevresine ve bir daha hiç bir spermin içeri girmesine izin vermez. İçine aldığı spermin ise kafasından gerisini, yani kuyruğunu keser ve erkek hücresi neye uğradığını şaşırmış bir halde, gövdesiz, safi kelle olarak kalakalır dişinin içinde. Oysa kesilen kuyruğu, hareket organıdır erkek hücresi için. Kuyruk gidince hareket de biter ve erkek hücrenin kafası dişinin içinde erir. Oldu mu sana 1+1=1... yani 2 hücre birleşir ve tek hücre oluşur. Sonra başlar bölünme... 1-->2-->4-->8-->16-->32-->64-->128-->216-->432-->864 ve saire ve saire derken saniyeler içinde anne ve babadan gelen ama ikisinden de farklı olacak olan yeni bir hayatın hücre dönemi başlar. Embryonik dönem başlar. İşte bu dönemde bütün hücreler birbirinin aynısıdır. Kim ileride dalak olacak, kim kalp, kim böbrek, kim dudak henüz belli değildir. Kim kirpik, kim göz, kim gözün lensi, hangisi retinaya dönüşecek o bile belli değildir. İşte bu "indiferansiye hücre", yani "farklılaşmamış hücre" dönemindeki hücrelere "KÖK HÜCRE" der tıp bilimi. 

                                   *                                  *                                  *
Kök hücreler, yukarıda okuduklarınızdan da anlayacağınız gibi gebelik ilerler, embryo solucanımsı bir canlıya doğru dönüşürken ufak ufak hangi dokuyu oluşturacaklarına "karar" verirler. Kararda pek çok etken vardır, kafanızı şişirmeyim ama ilginç bir tanesinden söz edeyim bu aşamada. Tam hücreler farklılaşacakken, ana rahminde birbirinden farksız olan hücrelerden yerçekimine göre aşağıda olanlar, bedenin alt kısımlarını, sindirim sistemini, bacakları, deriyi oluşturmaya karar verirken, yukarıda kalanlar, kafayı, sinir sistemini vs oluşturmaya karar verirler. Başka bir karar verme mekanizması da "indüksiyon"dur. Teratoma bağlanacağımız kavram da işte burada başlar. Şöyle ki; embryonun orta kısımlarında bir grup henüz farklılaşmamış hücreyle, onun hemen üzerindeki bir grup yine henüz farklılaşmamış hücre birbirlerine doğru göç etmeye başlarlar ve iki grup temas eder etmez; alttan gelenler "indüksiyon"la böbrek hücresine dönüşmeye karar verirken, üstten gelenler, böbrek üstü bezi olmaya karar verecektir. İşte oluşum mekanizması böyle mükemmel işlerken bir takım nedenlerle yanlış "indüklenme" sonucunda bazı hücreler olmadık vücut bölgesinde bir araya toplanıp olmadık bir tümör oluştururlar. Ayva büyüklüğünde sütlü kahve renginde bir yapı düşünün; korku filmi gibidir. İçinde bir göz, üç beş saç kılı, tırnak, diş vs olan bir yumrudur teratom...

Şimdi bu bilgiyi bir kenara koyun, başka bir aleme dalacağız... Ama şunu unutmayın; "hiç farklılaşmamış bir hücre, yani kök hücresi, neyle indüklenirse, o dokuya evrilebilir..." İşte bunu unutmayın, çünkü omuriliğin yaralanmış bölgesinde bir teratom yaratarak, indüksiyonla omurilik hücresine dönüşmelerini umacağız birazdan. Şimdi başka bir mecrada, maceramıza devam edelim...
                                   *                                  *                                  *
Sene 1992, kök hücreyi dünya telaffuz ediyor ama nerede bu kök hücre acaba? Evet, kök hücre herkeste var ama bebeklikten itibaren hızla azalmakta. En yoğun olarak göbek kordonunda var. Doğan bebeğin kordonunda yani. O da o yıllarda çöpe atılmakta. Bir de o yıllarda senin kök hücren bana, benimki sana uydurulamıyor. Herkesin kökü kendine durumu var kısaca. Oysa erişkin birisinin bedeninde kemik iliğinde var, kanda var kök hücre. onlar da kolay ayrıştırılamıyor. Ayrıştırılsa da nasıl kullanılacağı henüz bilinmiyor. Nasıl yapacağız, nasıl edeceğiz? derken kafada ampul işte o ara yandı... Hastayı hamile bırakalım...

                                   *                                  *                                  *

Hamilelik tuhaf bir "hal"dir... Hiç bir şeyi normale benzemez. Girmeyelim fazla derine ama konumuzla ilgisi şöyledir. İnsandan insana ilk kalp naklini 1969 yılında Dr.Bernard yapmıştır ama hastası 48 saat hayatta kalamamıştır. Bernard operatör olarak başarılıdır oysa. Kadavradan aldığı kalbi, başka bir bedende çalışır hale getirmeyi başarmıştır ama yeni beden, başka bedenin dokusunu kabul etmemiş, yeni kalbi düşman gören bedenin askerleri, lökositler, kalbi yemiş bitirmişlerdir... Lökositlere kızmayın. Onlar her asker gibi sadece kendilerine verilen görevi yerine getirmişler, kendi hayatları pahasına da olsa, onları besleyecek pompa da olsa, o pompayı yabancılayarak bitirmişlerdir. Normaldir. Askerlerin verdiği reaksiyona tıp bilimi "host reaksiyonu" der... "Ev sahibi tepkisi" yani... Eve giren yabancıyı dışarı atmak için verilen bir reaksiyondur o ve fizyolojiktir. Normaldir. Olması gerekendir. Yoksa, mesela, öksürük refleksiyle, akciğerimize giren mikropları da gerisin geriye dışarı atamaz, gıdayla alınmış bakterileri de yok edemeyiz. E ne yapacağız o zaman? Host reaksiyonu meselesini nasıl aşacağız? Çare hamile kalmak... Matrak değil mi? Çare bebek...

                                   *                                  *                                  *


Hamilelik tuhaf bir durumdur dedik ya? Normal zamanda vücuda toz girse host reaksiyonu gösterirken hamile kadınlar bebeklerine karşı asla böyle bir reaksiyon geliştirmemektedir. Oysa bebeğin kan grubu da farklıdır, doku grupları da... Kadının içinde bambaşka bir yaratık vardır ama kadın ona karşı müthiş bir ev sahipliği yapar. İçindeki yabancıdır ama, o yabancı onu hasta edemez. O da o yabancıyı 9 ay boyunca atmaz içinden... Bunun da bir sebebi vardır. Kainatın milyarlarca yıllık tecrübesiyle geliştirdiği bir hormon girer devreye... Human Chorio Gonadhotrphic Hormon... HCG hormonu girer devreye... Şimdi alın bu bilgiyi de bagajınıza, daha yolumuz uzun... Bu aşamada şunu unutmayın yeter; omurilik yaralanması olan hastanın yaralı bölgesinde bir "DIŞ GEBELİK" oluşturacağız ve beden, kendi bedeninden olan bu dış gebelik ürününe karşı HOST REAKSİYONU GELİŞTİRMEYECEK..." Hedefimiz bu ama yol uzun, çetrefilli... Bir de ben artık yorgunum :) .... devamı gelecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.