"İlk denemede
başarısızlıkla yıkılacak adam değilsin sen...tekrar deneyebilirsin..."
diye teselli ederken Yasemin beni, telefon çaldı. Hacettepe Tıp Fakültesi'nden
sınıf arkadaşım, dostum; o günlerde, 1992 baharında, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde mesai
arkadaşım, Nöroşirurji kıdemli asistanı Dr.Semih Keskil sordu: "N'oldu?
Hastamız nasıl?" Mezuniyetimizi takiben ikimiz de Anadolu'nun farklı
farklı yerlerinde pratisyen hekim olarak mecburi hizmetlerimizi tamamlamış,
anakara'ya dönmüş ve şimdi artık ihtisaslarımızı yapmaktaydık. Semih, Beyin
Cerrahi kıdemli asistanı, ben ise Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Ana Bilim
Dalında kıdemli asistandım. Branşlarımız ortak alanlarının çokluğu nedeniyle
bir çok hastayı iki koldan takip etmekteydik ve bu hastalık gruplarından en
vahim, en amansız olanlarından biri de omurilik yaralanmalarıydı ve bir hastamızı daha kaybetmiştik... "Kaybettik maalesef..." dedim...
* * *
"Spinal cord injurie is
one of the most
devastating calamity in human life..."
İngiliz nörolog, Professor Sir Ludwig Guttmann, omurilik yaralanmalarını; "insan ömründe başa gelebilecek en yıkıcı felakettir..."
diye tanımlar.
Omurilik yaralanmaları, omurilikte
lezyon oluşturan bir travma neticesinde
lezyonun alt seviyesindeki duyusal ve motor fonksiyonların kaybı yani
"FELÇ" ile sonuçlanan klinik tablodur. Basit örneğiyle boyun
seviyesindeki bir yaralanmada, omuzlar, kollar, eller, gövde, bacaklar ve
ayaklarda duyu ve hareket kaybı oluşur. Çünkü omurilik beyinden gelen emirleri
uzuvlara ileten, ve uzuvlardan beyne giden duyuları taşıyan tüm sinirlerin
buluştuğu ana "elektrik kablosu" gibi hayal edebileceğiniz bir
organdır ve yaralanması halinde, seviyenin altına akım geçmez. Ya da, yaralanma
seviyesinin altından yukarıya, beyne doğru akım iletilemez. Bu yüzden mesela
felçli bir hastanın ayağı sobaya girse, iletim olmadığı için ayağı yansa da, canı
yanmayacaktır. Sobayı bırakın, gözünün önünde meme ucuna konan bir sivrisinek
yavaş yavaş iğnesini batırırken hiç bir şey hissetmeyecektir. Beyinden gelen
"sineği elinin tersiyle kov" emri, omuza, kola ve parmaklara
ulaşamayacaktır. Ne yapması gerektiğini bilecek, isteyecek, beyni emir verecek
ama yapamayacaktır.
Omurilik yaralanması olan
bir hasta yürüyemeyecek, oturamayacak, gömleğini ilikleyemeyecek, bebeğini
kollarına alamayacak, yazı yazamayacak, tuvalet temizliğini kendisi
yapamayacaktır. Omurilik yaralanması olan bir hastanın, hareket sistemi
anlamında yapamayacaklarını saymak, sayfaları tüketir ama, bu hastalığın sadece
hareket etme yoksunluğundan ibaret olduğu anlamına gelmez.
Bedenin ve eklemlerin
hareketsizliği bir dizi korkunç ikincil sorunlara da yol açmaktadır. Hastalar
idrarlarını tutamazlar, barsak kontrolleri yoktur, cinsel fonksiyonlarını
kaybederler, vücut ağırlığını taşıyan bölgelerde; mesela kalçalarda, ayak
topuklarında, kürek kemiklerinin altında basınç yaraları oluşur ve neredeyse
kapanmak bilmez yaralarla boğuşmak zorunda kalırlar. Eklemler hareketsizliğe
bağlı kireçlenir, katılaşır. Açılmazlar, toplanmazlar. Kaslar erir. Hareketsizliğe
bağlı organların mikroplarla mücadelesi zayıflar. Sık sık idrar yolları
enfeksiyonları, akciğer enfeksiyonları görülür.
Aranızda doktor
olmayanların içinin kalktığını görür gibiyim. O nedenle daha sayfalar
dolduracak komplikasyonları uzatmadan Sir Ludwig Guttmann'ın deyişiyle özetleyelim;
"omurilik yaralanması insan ömründe başa gelebilecek
en yıkıcı felakettir..."
* * *
"İnsan doktor olup da, hatta uzman olup
da bir "kablo kopması" nedeniyle bir hayatın yukarıda anlatılan
felaketlerle dolu olmasına nasıl isyan etmez Yasemin?" ve benzeri
cümlelerle kararmış halde yatağa girdiğim gecelerden birinde, yine; "bunun
bir çıkışı olmalı..." diyerek kafatası kemiklerimi çatlatırcasına
düşünürken ışık çaktı. "erkekleri de hamile bırakabilirsek, bu işi
çözeriz..." Yasemin elbette deliye bakar gibi bakarken ben yataktan
fırlayıp bunu nasıl becereceğimi kağıda dökmeye başlamıştım bile...
* * *
Kanser oluşturacaktım, omurilik yaralanması olan
hastaların yaralanma bölgelerinde. Evet! "Teratom" adı verilen bir
tümör oluşturacaktım önce ve sonra bu tümörün içindeki hücrelerin sinir
hücrelerine dönüşmesini bekleyecektim. Karıştı mı? Karıştı biliyorum.
Sabredenler basamak basamak keşfedecek insan beyninin delirdiği çizginin
sonrasında varabileceği yerleri... İşe önce teratomu anlatarak başlamalıyım.
Hayır! Teratomdan önce kısa bir embryolojik bilgi vermem gerekli. Sevişme
sonrasında erkeğin ejeküle ettiği 70 milyon kadar spermleri zorlu engelleri
aşıp da dişi hücresine vardığında sayıları 70'e kadar düşmüştür. Aktolgalı
Beylerbeyi gibi ilerlerlerken dişinin döl yollarında, yer yer birbirini
kırarak, yer yer zayıf genetik yapılarından dolayı neredeyse %99'u yollarda
telef olmuştur, zapt edilecek kaleye, dişi yumurtasının eteklerine geldiğinde.
O tek dişiye ulaşmak için telef olan nice yiğitten geri kalan pek azı da kalan
güçlerinin son zerresiyle bir hamle yapıp, tolgalarındaki sivri uçla dişi
hücresini delip içine girmeye çalışırlar ve nihayetinde aralarından biri, 70
milyondan sadece biri hücre zarını deler ve kafasını yumurtaya sokar. Sen misin
dişi hücresinin içöine giren? Kadın milleti değil mi? Spermin kafasını içinde
hissedince birden "zona pellucida" adlı bir zırh örer dişi hücresi
kendi çevresine ve bir daha hiç bir spermin içeri girmesine izin vermez. İçine
aldığı spermin ise kafasından gerisini, yani kuyruğunu keser ve erkek hücresi
neye uğradığını şaşırmış bir halde, gövdesiz, safi kelle olarak kalakalır
dişinin içinde. Oysa kesilen kuyruğu, hareket organıdır erkek hücresi için.
Kuyruk gidince hareket de biter ve erkek hücrenin kafası dişinin içinde erir.
Oldu mu sana 1+1=1... yani 2 hücre birleşir ve tek hücre oluşur. Sonra başlar
bölünme... 1-->2-->4-->8-->16-->32-->64-->128-->216-->432-->864
ve saire ve saire derken saniyeler içinde anne ve babadan gelen ama ikisinden
de farklı olacak olan yeni bir hayatın hücre dönemi başlar. Embryonik dönem
başlar. İşte bu dönemde bütün hücreler birbirinin aynısıdır. Kim ileride dalak
olacak, kim kalp, kim böbrek, kim dudak henüz belli değildir. Kim kirpik, kim
göz, kim gözün lensi, hangisi retinaya dönüşecek o bile belli değildir. İşte bu
"indiferansiye hücre", yani "farklılaşmamış hücre"
dönemindeki hücrelere "KÖK HÜCRE" der tıp bilimi.
* * *
Kök hücreler, yukarıda okuduklarınızdan da anlayacağınız
gibi gebelik ilerler, embryo solucanımsı bir canlıya doğru dönüşürken ufak ufak
hangi dokuyu oluşturacaklarına "karar" verirler. Kararda pek çok
etken vardır, kafanızı şişirmeyim ama ilginç bir tanesinden söz edeyim bu
aşamada. Tam hücreler farklılaşacakken, ana rahminde birbirinden farksız olan
hücrelerden yerçekimine göre aşağıda olanlar, bedenin alt kısımlarını, sindirim
sistemini, bacakları, deriyi oluşturmaya karar verirken, yukarıda kalanlar, kafayı,
sinir sistemini vs oluşturmaya karar verirler. Başka bir karar verme
mekanizması da "indüksiyon"dur. Teratoma bağlanacağımız kavram da
işte burada başlar. Şöyle ki; embryonun orta kısımlarında bir grup henüz
farklılaşmamış hücreyle, onun hemen üzerindeki bir grup yine henüz
farklılaşmamış hücre birbirlerine doğru göç etmeye başlarlar ve iki grup temas
eder etmez; alttan gelenler "indüksiyon"la böbrek hücresine dönüşmeye
karar verirken, üstten gelenler, böbrek üstü bezi olmaya karar verecektir. İşte
oluşum mekanizması böyle mükemmel işlerken bir takım nedenlerle yanlış
"indüklenme" sonucunda bazı hücreler olmadık vücut bölgesinde bir
araya toplanıp olmadık bir tümör oluştururlar. Ayva büyüklüğünde sütlü kahve
renginde bir yapı düşünün; korku filmi gibidir. İçinde bir göz, üç beş saç
kılı, tırnak, diş vs olan bir yumrudur teratom...
Şimdi bu bilgiyi bir kenara koyun, başka bir aleme
dalacağız... Ama şunu unutmayın; "hiç farklılaşmamış bir hücre, yani kök
hücresi, neyle indüklenirse, o dokuya evrilebilir..." İşte bunu unutmayın,
çünkü omuriliğin yaralanmış bölgesinde bir teratom yaratarak, indüksiyonla omurilik
hücresine dönüşmelerini umacağız birazdan. Şimdi başka bir mecrada, maceramıza devam
edelim...
* * *
Sene 1992, kök hücreyi dünya telaffuz ediyor ama nerede
bu kök hücre acaba? Evet, kök hücre herkeste var ama bebeklikten itibaren hızla
azalmakta. En yoğun olarak göbek kordonunda var. Doğan bebeğin kordonunda yani.
O da o yıllarda çöpe atılmakta. Bir de o yıllarda senin kök hücren bana,
benimki sana uydurulamıyor. Herkesin kökü kendine durumu var kısaca. Oysa erişkin
birisinin bedeninde kemik iliğinde var, kanda var kök hücre. onlar da kolay
ayrıştırılamıyor. Ayrıştırılsa da nasıl kullanılacağı henüz bilinmiyor. Nasıl
yapacağız, nasıl edeceğiz? derken kafada ampul işte o ara yandı... Hastayı
hamile bırakalım...
* * *
Hamilelik tuhaf bir "hal"dir... Hiç bir şeyi
normale benzemez. Girmeyelim fazla derine ama konumuzla ilgisi şöyledir.
İnsandan insana ilk kalp naklini 1969 yılında Dr.Bernard yapmıştır ama hastası
48 saat hayatta kalamamıştır. Bernard operatör olarak başarılıdır oysa.
Kadavradan aldığı kalbi, başka bir bedende çalışır hale getirmeyi başarmıştır
ama yeni beden, başka bedenin dokusunu kabul etmemiş, yeni kalbi düşman gören
bedenin askerleri, lökositler, kalbi yemiş bitirmişlerdir... Lökositlere
kızmayın. Onlar her asker gibi sadece kendilerine verilen görevi yerine
getirmişler, kendi hayatları pahasına da olsa, onları besleyecek pompa da olsa,
o pompayı yabancılayarak bitirmişlerdir. Normaldir. Askerlerin verdiği
reaksiyona tıp bilimi "host reaksiyonu" der... "Ev sahibi
tepkisi" yani... Eve giren yabancıyı dışarı atmak için verilen bir
reaksiyondur o ve fizyolojiktir. Normaldir. Olması gerekendir. Yoksa, mesela,
öksürük refleksiyle, akciğerimize giren mikropları da gerisin geriye dışarı
atamaz, gıdayla alınmış bakterileri de yok edemeyiz. E ne yapacağız o zaman?
Host reaksiyonu meselesini nasıl aşacağız? Çare hamile kalmak... Matrak değil
mi? Çare bebek...
* * *
Hamilelik tuhaf bir durumdur dedik ya? Normal zamanda
vücuda toz girse host reaksiyonu gösterirken hamile kadınlar bebeklerine karşı
asla böyle bir reaksiyon geliştirmemektedir. Oysa bebeğin kan grubu da
farklıdır, doku grupları da... Kadının içinde bambaşka bir yaratık vardır ama
kadın ona karşı müthiş bir ev sahipliği yapar. İçindeki yabancıdır ama, o
yabancı onu hasta edemez. O da o yabancıyı 9 ay boyunca atmaz içinden... Bunun
da bir sebebi vardır. Kainatın milyarlarca yıllık tecrübesiyle geliştirdiği bir
hormon girer devreye... Human Chorio Gonadhotrphic Hormon... HCG hormonu girer
devreye... Şimdi alın bu bilgiyi de bagajınıza, daha yolumuz uzun... Bu aşamada
şunu unutmayın yeter; omurilik yaralanması olan hastanın yaralı bölgesinde bir
"DIŞ GEBELİK" oluşturacağız ve beden, kendi bedeninden olan bu dış
gebelik ürününe karşı HOST REAKSİYONU GELİŞTİRMEYECEK..." Hedefimiz bu ama
yol uzun, çetrefilli... Bir de ben artık yorgunum :) .... devamı gelecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.