25 Mart 2017 Cumartesi

ADMIRAL BRUCK VE KOYUKADİFE SESLİ KADIN



ADMIRAL BRUCK VE KOYUKADİFE SESLİ KADIN

Admiral Brück üstünde durdular. Gece Berlin saati, ayrılık vakti. Kanala sis çökmüştü, sise daldılar. Gece Berlin karlı, beyazı çaldılar. Sımsıkı kenetlenmişti elleri, ilk kara beraber bastılar. Dudaklarına usulca konan kar taneleri, kora düşmüş gibi erirken daha fazla dayanamadılar. Uzaktan sarhoş laternacının şarkısı duyuldu, dünyanın geri kalanını umursamadılar.
Kışla kapısının önündeki fener 
Eskiden de oradaydı, şimdi de orada 
yine o fenerin altında  öpüşsek ya 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 

İkimizin gölgesi sanki birdi 
nasıl sevdiğimiz kolayca görülebilirdi 
eğer  bana bir şey olursa 
Seninle kim kalacak 
O fenerin altında 
Seninle, Lili Marleen? 
Seninle, Lili Marleen? 

Sessiz odalardan, yerin yatağından 
Aşk dolu dudakların, bir rüya gibi, 
Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım  o fenerin altında 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 

Dudakları ayrılsa da nefesleri, nefeslerinin buğusu birbirine karışmaktaydı. Ayşe Leyla’ın camlanmış gözleri, Max’in gözlerine sanki bir daha göremeyeceğini bilirmiş gibi titrek bir ürpertiyle kilitlenmişti. “Heeeeyyyy Askeeeerrr! Komutan seni bekliyor, acele etmen hayrına olacak.” 1. Dünya Savaşı sırasında, Galiçya’da bir şarapnel parçasıyla kaybettiği gözünün karanlık çukuru zaman zaman dayanılmaz ağrılarla Albay Schultz’u Berlin ayıları gibi böğürtüyor, morfinden başka hiçbir şey sızısını dindiremiyordu. İyi ki koca yarmanın o gece göz ağrısı tutmuş, iyi ki kışla revirinde morfin bitmiş ve iyi ki o saate Max’in posta nöbeti denk gelmişti de, Oranien Pharmacy’ye onu göndermişler, böylece ömrünün biricik aşkı Aşye Leyla’la –belki de son kez, yeni yağan karın altında, Berlin sokaklarında elele yürüyebilmişlerdi.

Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım  o fenerin altında 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen 

Sarhoş laternacı son nakaratı tekrarlarken, en kalın abadan yapılma koyu haki asker paltosunun etekleri Berlin’in çelik ayazında uçuşan Max, Admiral Brück’ün karşı ucunda, kışlaya giden yolda sisler arasında kaybolduğunda Ayşe Leyla gözyaşlarını daha fazla tutamadı.

Çok değil, sadece dört yıl olmuştu Berlin garında Orient Expres’ten ineli. 1935 yılının bir sonbahar günü Ankara Devlet Operası’nın Genel sanat Direktörü Carl Ebert hocasının referans mektubu küçük valizinde, 18 yaşın kelebekleri saçlarına takılı, hayallerinde hayallerle gelmişti Berlin’e Ayşe Leyla.

Adolf Hitler 1933 yılının Ocak ayı biterken azınlık oyuna rağmen Alman şansölyesi olmasa, nasyonalist oyları konsolide etmek için tezgahladığı Reichtag yangını propogandasına hizmet etmese, daha iktidara geleli sadece 2 ay geçmişken, Alman Çalışma Yasalarını değiştiren -“Das Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums”- yasa 7.Nisan 1933’te yürürlüğe girmemiş olsa, Ernst Reuter, Carl Ebert, Ernst Praetorius, Paul Hindemith, Herbert Dieckmann, Erich Frank, Rudolph Nissen, Ernst Hirsch, Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Fritz Neumark, Alfred Kantorovitz, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzky-Schütte, Alber Eckstein, Philipp Schwartz gibi hepsi birbirinden değerli sanatçılar, doktorlar, bilim adamları, edebiyatçılar, iktisatçılar Nazi hışmına uğrayarak üniversitelerindeki kürsülerinden, devlet dairelerinden, belediyelerden Alman siyasi ve sosyal yaşamından dışlanmasalar, dışlananların başını çekerek Philipp Schwartz Zürich’te Albert Einstein’la buluşmasa, birlikte “Notgemeinschaft Deutsche Wissenschaftler im Ausland” adlı Almanya’dan dışlanmış bilim adamlarının dayanışma örgütünü kurmasalar ve Einstein, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazmış olmasa, belki de Ayşe Leyla 1939’un bu Şubat soğuğunda aşık olduğu adamı Prusya Cephesine göndermeden önce, Berlin’in Admiral Brück’ünden sisli kanala bakarak sigara yakmayacaktı.

Naziler’e ve ardından Nazi faşizmi yetmemiş gibi, Stalin komünizmine karşı Almanlar’ın efsanevi direnişçisi, her şerri yendikten sonra hak ettiği ünvanla Herr Berlin olarak çağrılan Ernst Reuter, Magdeburg Belediye Başkanı iken sosyalist fikirleriyle milliyetçi Alman gençliğini zehirlediği gerekçesiyle tutuklanarak konsantrasyon kampına gönderilen ilk aydınlardan birisiydi.

Frankfurt Göethe Üniversitesi Fizyopatoloji Kürsüsü direktörü Ordinarius Profesör Doktor Philipp Schwartz yeni yetme Nazi subayı tarafından okulunun merdivenlerinden itilerek kovulmuştu.

Carl Ebert Berlin Operası’nda Paul Hindemith’in eserini sahneye koymaması istendiği için Genel Direktör’lük istifa etmeye zorlanmıştı.

Paul Hindemith “Ressam Mahler” Operasında güya etnik müzikle Alman gençlerini zehirlemekteydi ve Hermann Göring tarafından eseri “atonal bir gürültü” olarak tarif edilmiş, Almanlar’ın en önemli çağdaş klasik müzik kompozitörü Hindemith Berlin Operasından kovulmuştu.

Almanya’nın yetiştirdiği, belki de en değerli müzik teorisyeni, tarihçisi ve orkestra şefi Ernst Praetorius’un,  Cardillac adlı operasının repertuara alınması Naziler için bardağı taşıran son damla oldu. Praetorius Weimar Operası Genel Müzik Direktörlüğü’nden uzaklaştırıldı. Takip eden iki yıl boyunca hayatını Berlin’de taksi şoförlüğü yaparak kazanacaktı.

Diderot üzerine yaptığı çalışmalarla dünya çapında bir romanist olan Herbert Dieckmann da faşizmin dışladığı en önmeli değerlerden biri olarak kendisine başka bir vatan bulmak zorunda bırakıldı.

İnsülin tedavisine alternatif olarak geliştirmekte olduğu oral antidiabetik ilaçları keşfedemeden Breslau Üniversitesindeki kliniğinden apar topar kovulan Ordinaryus Profesör Doktor Erich Frank, bilimsel çalışma notlarını Naziler yakmadan önce son dakikada kurtarabilmişti.

Albert Einstein’ın da özel doktoru olan ve yaptığı fundoplikasyon ameliyat tekniği, bugün dahi cerrahlarca daha iyisi bulunamadığı için uygulanmaya devam eden Ordinaryus Profesör Doktor Rudolph Nissen  Charité–Universitätsmedizin Berlin’den kovulmuştu.

Ernst Hirsch,10.Mayıs.1933 gecesi Römberg tepesinde düzenlenen o korkunç “kitap yakma” gecesine;  “Ben bu günaha ortak olmayacağım!” Dediği için Üniversiteden atılmış, Friedrichshein-Ostbahnhof’dan trene binerken yakın arkadaşı Julius Magnus; “İşte Almanya’nın geleceği gidiyor!” diye fısıldamıştı.
Alfred Kantorovitz, Bonn Üniversitesinde öğrencilerine zorlu bir 20 yaş dişini nasıl çekeceklerini bir hasta üzerinde göstermekteyken, kliniği basan Kahverengi Gömlekliler Kantorovitz’i sosyaldemokrat olması gerekçesiyle tutuklayıp Lichtenstein’daki Börgermoor konsantrasyon kampına göndermişlerdi.

Fritz Neumark, Göethe Üniversitesindeki görevinden karısının Yahudi olması gerekçesiyle atılmıştı.

Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzy-Schütte, Albert Eckstein ve daha pek çok bilim insanı, sanatçı, siyaset bilimcisi faşist zihniyetin yok edici ayrımcılığından kurtulamamış, ailelerine, çocuklarına bakabilecek pozisyonlarını kaybetmişlerdi. Sadece 14 sene önce 1.Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış yoksul Almanya’da, yoksul ailelerin bu çalışkan çocukları türlü fedakârlıklarla kendilerini yetiştirmiş, kürsü, pozisyon sahibi olmuş, artık Almanya’nın geleceğini teslim edecekleri öğrenciler yetiştirmeye başlamışlardı. Ne var ki Nazizm şimdi üzerlerinden biçerdöver gibi geçmişti. O meşum tarihte, 1933’te ne Amerika Birleşik Devletleri, Ne İngiliz Krallığı ne de hiçbir Avrupa ülkesi Hitler’in kovduğu bu profesörleri -Einstein kadar ünlü bir kaçına tanıdıkları istisna dışında- göçmen olarak almaya cesaret edememekteydi. Neyse ki Schwartz ve Einstein’ın çabaları sonuç vermiş; Atatürk olabildiğince hızlı ve olabildiğince çok sayıda bilim insanına Türkiye’nin kapılarını açmıştı. Çürümüş Osmanlı yapıları üzerine bina ettiği Cumhuriyet henüz sadece 10 yaşındaydı ve sosyal, siyasal, iktisadi, medeni, bilimsel alanlarda çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak için “en hakiki öğreticinin bilim” olduğuna inanmaktaydı. Yıldırım hızıyla bürokratik ve diplomatik engeller aşıldı, 1933 yılının Temmuz ayında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çağdaş üniversitesi İstanbul’da yukarıda adlarını saygıyla andığımız göçmenler tarafından açıldı. Bebek cumhuriyet aradığı ilaca, beyin gücüne kavuşmuştu. Devrimler hız kazanmış, kadın erkek eşitliği başta olmak üzere, eğitim ve sağlık politikaları baştan aşağı değişmişti. Artık Türkiye’nin her yerinde okullar açılmakta, Türk insanı Osmanlı Devletinin kendini mahkûm ettiği cehalet prangalarından kurtulmaktaydı.

Ankara’da kurulan Devlet konservatuarının kapısını bir gün 17 yaşında bir kız çocuğu çaldı.  İstanbul’dan trene atlayıp gelmişti Ayşe Leyla. Tek bir amacı vardı. Opera şancısı olmak. Carl Ebert, Ernst Praetorius ve Paul Hindemith’in öğle yemeğini takiben hep yaptıkları gibi çiftekavrulmuş lokum eşliğinde Türk kahvesi yudumladıkları sırada Ayşe Leyla dizleri titreyerek odaya girdi. Hindemith piyanoyu açtı. Ayşe’ye hangi opera partisyonunu bildiğini sordu. Bir ay sonra Ayşe Leyla kendisini Berlin’e götürecek olan Orient Expres’in kulakları yırtan ıslığı ve raylardan çıkan ilk takırtılarla anladı, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Sesinin oktavlarını, pürüzsüzlüğünü, hançeresinin derinliğini, şarkı söylerken etrafında oluşan görünmez haleyi gören üç büyük müzik insanı onun eğitimini Almanya’da almasına karar vermişlerdi. Eğitimini tamamlayacak, Türkiye’ye dönecek ve Ankara Operasının primadonnası olacaktı.

Berlin kabareleri ve müzikholleri egzotik güzelliği ışıltılar saçan Ayşe Leyla ile henüz tanışmamıştı ama onu ilk gördüğü gün kalbinden vurulan Max Fritz yönettiği orkestranın senkronunu bir daha toparlayamayacağı şekilde kaçırmıştı.

İlk kahvelerini Charlottenburg’da Cafe de Lebens‘te yudumladılar. Suda ilk taş sektirmelerini Kaiser döneminde avlak olarak kullanılan Tiergarten’da, söğütlerin saçlarını yıkadığı Spree kıyısında yaptılar. İlk şaraplarını bir gün batımında yelkenlileri seyrederken Wansee’de içtiler. Van Gogh, Toulouse-Lautrec, Oscar Wilde ve Attila İlhan’ın vazgeçilmezi Absinth’i kesme şekere damlatarak Chamäleon Varieté’de tattılar. İlk öpücüklerini –iki ağır batarya kadar sarhoş olup- yerini unuttukları bir köşe başında, bir seher vakti verdiler.


Aradan geçen dört sene boyunca yaşadıklarını ikisi de hiç unutmayacaklardı. En çok da havagazı lambalarının yakıldığı saatlerde, Berlin sokaklarına safir mavisi huzmeler yayıldığında ve hele de kar yağmışsa, yağmışsa bembeyaz şehrin üstüne, bu gecede olduğu gibi, Franz Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan mısralar okurlardı birbirlerinin kulaklarına: “Eğer mutluluktan ölünüyorsa bu benim başıma gelmeli. Ve eğer ölüme yazgılı biri mutluluk sayesinde hayatta kalıyorsa, o zaman ben hayatta kalacağım. Düşünsene yanımda yürüyordun Milena, yanımda yürümüştün.”

Ve 9.Kasım.1938 gecesi, Almanya tarihinin en kara gecelerinden biri olarak not düşülen o Kristallnacht kabusu; Max için de aşkları için de hem aydınlandıkları, hem karanlıklarının başladığı gece olacaktı.

Almanya 17 bin Polonyalı Yahudi’yi sınır dışı etmişti. Polonya’nın almayı reddettiği zavallılar iki ülke arasında sıkışıp kalmış, çoğu soğuk, açlık ve hastalıktan yaşamını yitirmişti. Ölenler arasında ailesinin de olduğunu öğrenen 17 yaşındaki Herschel Grynszpan,  Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ni basmış Konsolos Ernst vom Rath’ı  tek kurşunla indirmişti. Goebbels bunun organize bir Yahudi komplosu olduğunu öne sürerek Alman ırkını intikam almaya çağıran konuşmalarla kışkırtıp, Yahudileri hedef göstermişti. Sivil polislerin provokasyonuyla Kasım'ın 9'unu 10'una bağlayan gece kanlı saldırılara göz yumuldu. Polis ve itfaiye olaylara kasıtlı olarak müdahale etmedi. Geceye bu ad, saldırıdan sonra sokakları kaplayan cam kırıklarının ışıltılarından esinlenerek verilmişti. Gecenin sonunda 91 Yahudi öldürülmüş, yüzlercesi ağır yaralanmış, Yahudilere ait 7.500 dolayında iş yeri yağmalanmış, tahminen 177 sinagog yakılıp yıkılmış, pek çok Yahudi mezarlığı, “gömü var” efsanesiyle tahrip edilmişti.

Max, Berlin Operasında kompozitör ve en genç orkestra şefi olarak çalışan, geleceği oldukça parlak, Aryan bir aileye mensup, yapılı bedeninden beklenmeyecek kadar zarif bir modeldi. Modeldi, çünkü sekiz yaşındayken, Nazi Partisi üyesi babasının da önermesiyle ressam karşısına oturmuş, yeni Almanya’nın, Hitler’in istediği üç çocuklu çekirdek aile konseptini anlatan afişinin erkek çocuk modelliğini yapmıştı. Kristallnacht gecesi Ayşe Leyla’nın evinde, bir Berlin ayısı postunun üzerinde, şöminenin önünde sarmaşıklar gibi sarılıp, çırılçıplak uykuya dalmışlarken sokaktan gelen yağma sesleriyle uyanmışlardı. O güne dek Naziler’in giderek artan baskılarına şahit olsalar da, bu dönemin özel bir politik süreç olduğunu düşünmüş, hiç politikayla ilgilenmemiş, 30’lar Berlini’nin sanat ve eğlence gecelerinde soluklarını tüketmişlerdi. Şimdi evin alt katındaki züccaciye dükkânında ne varsa tuzla buz edilmekteydi. Dükkân sahibi ve aynı zamanda çocuklarından boşalan katı Ayşe Leman’a kiralamış olan üst katlarındaki ev sahibesi tonton Rakel teyze kapılarını çalmış, 77 yaşındaki kocası Herr Shumiel ile kendisini linçten korumaları için Ayşe Leman’a ricacı olmuştu. Kapıya dayanan SS subayına pasaportunu uzatırken; “Ben bir Türk opera sanatçısıyım. Gece kapımı askerler yumruklasın diye değil, Türk Devleti bursuyla eğitim almaya geldim buraya.” Diyerek çıkışmış ve Shumiel çiftinin infazlarını, kim bilir hangi konsantrasyon kampında tamamlanacak, dört yıl ertelemişti.

9.Kasım.1938 gecesi bu felaket yaşanmışken 10.Kasım 1938 sabahı Ayşe Leman her sabah yaptığı gibi saat 9:00’da radyoyu açmış, gece yaşanan gerginliği bir parça dağıtmak için “Sabah Konseri”ni dinlemeye başlamıştı. Her ne kadar ismi anons edilmese de, iki aydan beri Berlin Radyo’su Ayşe Leyla’nın bedeninden beklenmeyen kontralto sesi çok sevmiş, her sabah birkaç arya ile kulakları şenlendirir olmuştu. İşte o sabah, daha önce radyo stüdyosunda yaptığı plak kaydından Puccini'nin La Bohème'inin Mimi’nin Son Şarkısı çalmaktaydı ve Ayşe Leman’ın yüreği bir anda cız etmişti. Son zamanlarda memleketten gelen acı bir haber zaten dağlamaktaydı yüreğini. Atatürk komadaydı. Ayşe Leman’ın tek istediği ise, sayesinde kadınların erkeklerle eşit haklar kazandığı, sayesinde genç bir kadın olarak Müslüman ülkede opera söyleyecek bir sanatçı olma şansını bulduğu bu büyük devrimcinin huzurunda, kendi memleketinde arya söylemekti. Ne var ki bu arzusu –tutku mu demeli- sonsuza kadar gömülecekti çünkü radyo 10:00 haberlerinde Atatürk’ün son nefesini verdiğini duyurmuştu. Herr Shumiel’in gece boyunca elinden düşürmediği tespihini rica etti. Odasına girip yatağına oturdu ve bildiği tüm dualarla devrimciyi Berlin’den uğurladı.

Sonraki günler şimşek hızıyla geçmeye başladı. Max’la birlikte bir opera sahnesinde performans vermek üzere uzun zamandır provalar yapmakta, prova aralarında aşklarına yeniden, yeniden ve yeniden yakacak atmaktaydılar. Max’in olağanüstü kompozisyonu, Ayşe Leyla’nın egzotik kostümleri, dekorlar, ışıklar her şey hazırdı. Afişler bile hazırdı. Genel prova sırasında salonun kapıları açıldı ve genç bir Yüzbaşı Aryan ırkından olmayanların sahneye çıkmalarının yasaklandığını bildiren kanunu önlerine koydu.  Ayşe Leman soluğu Max’le birlikte Berlin Kabareleri’ne gittikleri gecelerde karşılaştıkları General Franz Conrad von Moltke’nin ofisinde aldı. General Conrad, yine absinth içip Berlin gecelerine akan çiftle bir gece Variete’de karşılaşmıştı. Çarliston kostümü, siyah kısa kesilmiş saçları, serin kuyulardan yükselirmiş gibi çınlayan kahkaları ve Tiergarten’daki ahuların, Ayşe Leyla’nın gözleriyle karşılaşınca, utançtan kapadıkları gözlerinden daha ıslak bakışları olan bu genç kadını hayranlıkla izlemeye başlamıştı. Bir çift Nazi gözünün üzerinde gezdiğinden habersiz Ayşe Leman, absinthin etkisi ve Variete’nin presentatörü, eski dostu Janjan’ın ısrarıyla sahneye çıkıp da Lili Marlen’i Marlene Dietrich edasıyla söylediğinde, General Conrad şampanyaya abone olmuş, her karşılaşmalarında Champagne Krug 1928’leri –nasıl olsa müesseseden- ardı ardına patlatması 1938 Berlin’inde şehir efsanesi olarak yayılmıştı. Berlin Radyosu’nda Ayşe Leman’dan aryalar söylemesini isteyen de oydu. Şimdi bu ıslak bakışlı ahu karşısına geçmiş, “Beni sahneye çıkartmazsanız, ben de radyonuzda bir daha asla arya söylemem!” Demekteydi. Conrad ne yaptı ne ettiyse de bu inatçı keçiyi ikna edemedi. Nazi kanunu demiri bile keserdi ve Ayşe Leman sahneyi de, radyoyu da unutup karalar bağlamış, artık Berlin’in ışıltılı gecelerinden ayrılıp, İstanbul’una dönme zamanının yaklaştığını anlamıştı. Gel gör ki Aryan Almanlar aynı fikirde değildi. Adını dahi bilmedikleri –ki Aryan olmadığı için anons etmemekteydiler, Koyu Bordo Kadife Sesli Kadın’ın radyodan ayrıldığını duyanlar ısrarla radyoya mektuplar yazmaya başlamışlardı. Olur a, geceleri bir yerlerde karşılaşırsalar, Ayşe Leman Conrad’ın yüzüne dahi bakmıyor, gönderdiği Krug 1928’leri anında iade ediyordu. General, Göebels’in altından girdi, üstünden çıktı ve nihayetinde ne afişlerde, ne de hiçbir yerde adının geçmemesi kaydıyla –sadece Max’in adı yazılacaktı, kompozitör ve şef olarak- sahneye çıkma iznini koparabilmişti. Koyu Bordo Kadife Sesli Kadın Nazi kanunlarına başkaldırmış ve mucizevi bir şekilde kazanmıştı. Ne var ki bu kez de Max’in babası Motzart’ın Don Giovanni’si gibi dikilmişti aşkın önüne. Oğlunu ihbar etti. Max bir sabah ansızın Ayşe Leman’ın sıcak koltuk altından kopartılarak askere alındı. Önce Berlin’de acemi eğitimi görecek, sonra da kim bilir hangi cepheye gönderilecekti. Öyle ya, Aryan olmayan bir kızla evleneceğine, Alman Ulus’u için cephede şehit olması beklenirdi, koskoca Don Giovanni’nin oğlunun. Hem zaten Naziler Aryan olmayanlara sadece sahne yasağı koymamış, Aryanlar’la evlenmelerini de yasaklamıştı.

Adolf Hitler 1933 yılının Ocak ayı biterken azınlık oyuna rağmen Alman şansölyesi olmasa, nasyonalist oyları konsolide etmek için tezgahladığı Reichtag yangını propogandasına hizmet etmese, daha iktidara geleli sadece 2 ay geçmişken, Alman Çalışma Yasalarını değiştiren -“Das Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums”- yasa 7.Nisan 1933’te yürürlüğe girmemiş olsa, Ernst Reuter, Carl Ebert, Ernst Praetorius, Paul Hindemith, Herbert Dieckmann, Erich Frank, Rudolph Nissen, Ernst Hirsch, Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Fritz Neumark, Alfred Kantorovitz, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzky-Schütte, Alber Eckstein, Philipp Schwartz gibi hepsi birbirinden değerli sanatçılar, doktorlar, bilim adamları, edebiyatçılar, iktisatçılar Nazi hışmına uğrayarak üniversitelerindeki kürsülerinden, devlet dairelerinden, belediyelerden Alman siyasi ve sosyal yaşamından dışlanmasalar, dışlananların başını çekerek Philipp Schwartz Zürich’te Albert Einstein’la buluşmasa, birlikte “Notgemeinschaft Deutsche Wissenschaftler im Ausland” adlı Almanya’dan dışlanmış bilim adamlarının dayanışma örgütünü kurmasalar ve Einstein, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazmış olmasa, belki de Ayşe Leyla 1939’un bu Şubat soğuğunda aşık olduğu adamı Prusya Cephesine göndermeden önce, Berlin’in Admiral Brück’ünden sisli kanala bakarak sigara yakmayacaktı…