“Sessizler
Bahçesi”...
Dersaadet’in, cihanda eşi benzeri olmayan Boğaziçi’nde, vakur bir
tevazuyla kıyıya yaslanmış Osmanlı İmparatorluk sarayının muayede salonundaki
altın tahtında oturmakta olan Sultan Reşat Han, kalın gözlük camlarını
temizlemek üzere çıkartınca karşısındaki bulanık görüntü ona, Galata
Mevlevihanesi kabristanının giriş kapısı üzerindeki levhada yer alan, bir görüp
bir daha aklından çıkartamadığı sülüs yazıyla yazılmış ibareyi hatırlattı.
“Sessizler Bahçesi”...
Oysa karşısında, çoğu ak saçlı, ak sakallı, göğüsleri
bol madalyalı, sırmalı; görmüş, geçirmiş paşalar ve devlet adamlarından oluşan
Saltanat Şurası toplanmıştı.
Türkler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler, Araplar, Lazlar ve bilumum halktan oluşan İmparatorluğun milletlerinin
temsicileri, muhteşem bir çeşitlilik arz ederek Sultan’ın karşısında saygıyla
ayakta durmaktaydı. Sultan Reşat her zamanki nezaket ve sükûnetiyle,
İmparatorluğunun kaderini belirleyecek olan Saltanat Şurası müzakerelerinin
açılış konuşmasını yapmak üzere ağır ağır tahtından doğrulunca, salonda
nefesler tutuldu.
- Osmanlı
Saltanat Şurasının aziz azaları, malumunuz İtalyanlar, Trablusgarp
topraklarımızı işgal etmiş bulunmaktadır.
Salondan
mırıltılar yükselirken dikkatler İmparatorluğun Roma büyük
elçisi Gabriel Noradonkiyan Efendi’ye çevrildi. Öyle ya, İtalyanlar henüz
Trablusgarp’a asker çıkartmadan önce, alınan bir istihbarat sonrasında Roma
Büyükelçisi Noradonkiyan Efendi’ye Hariciye Nazırı resmi yazıyla keyfiyeti
sormuş; karşılık olarak İtalyan devleti’nin Osmanlı topraklarında asla ve kat’a
gözü olmadığı cevabını almıştı. Bu bilgiyle İmparatorluk rahat bir nefes almış,
ancak nefes daha akciğerlere inmeden, İtalyan donanmasının Trablusgarp’a
çıktığı haberi gelmişti. Noradonkiyan:
- Hepimizi
kandırmışlar!
diyerek,
üzüntülerini bildirmiş, Hariciye Nezaretinin, İtalya’yla diplomatik ilişkileri
kesmesi üzerine, başkente geri çağrılmış, Saltanat Şurasına Ermenistan temsil
heyeti üyesi olarak dahil olmuştu. Sultan Reşat:
-
Hükümetimiz bu olup bitti karşısında, dört maddelik bir kanun teklifi vermiş
idi. Ancak meclisler karara varamadığı için bu mühim mevzuuda nihai bir fikir
tesis edilemedi. Meşrutiyet anayasasının bana vermiş olduğu hakka dayanarak
sizleri bu müşkül mevzuu istişare etmek için topladım. Öncelikle Vekilim ve
İmparatorluğumuzun Sadrazamı Sait Paşa’yı dinlemek isterim..
deyince Koskoca
İmparatorluğun Padişah’dan sonra en güçlü makamında oturan Kabine Reisi
Sadrazam Küçük Sait Paşa, konuşmaya başlamadan önce kısa, kesik bir öksürükle
boğazını temizledi ve:
- Haşmetmeap,
hükümetimiz ilk olarak İtalya’ya savaş ilan edilmesini, bu meyanda
borçlarımızın iptalini, bu devlete
önceden verilmiş olan kapütülasyonların
kaldırılmasını ve son olarak İtalyan mallarının boykot edilmesini bir kanun
teklifi olarak müzakereye arz etmiştir.
Sultan
Avrupa devletlerini ayağa kaldıracak böyle bir kararın çıkmasından önce,
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ındaki ana muhalefet partisinin görüşünü bir de
şuranın önünde duymak isteyince, daha geçen hafta kurulmuş olan ve
milletvekillerinin kayda değer bir bölümünü çatısı altına çekmeyi başaran
Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin sözcüsü Damat Ferit:
-
Şevketmeap; İtalyanlar Trablusgarb’ı alma konusunda kararlıdırlar; biz üç
kuvvet koysak, onlar beş kuvvet koyacaklarını meclislerinde karara bağladılar.
diyerek
sözlerine başladı. Mecliste halen çoğunluğu elinde bulundurduğu için iktidar
partisi konumunda bulunan İttihat ve Terakki Partisi Reis’i Talat Bey başta
olmak üzere, Şura azalarının bir bölümünde bir kıpırdanma oldu. Yıllardır
İttihatçılar’la birlikte “jöntürk”lüğü savunagelen, ancak siyasi kariyerinde
beklediği ikbale, İttihat ve Terakki Partisi içinde bir türlü kavuşamayan Damat
Ferit, şimdi eski dava arkadaşlarının karşısına geçmiş, başını Prens Sabahattin
Bey’in çektiği, liberal fikriyatı şiar edinmiş olan Hürriyet ve İtilaf
Partisi’nin kurucuları arasına katılmıştı.
-
Hünkarım... Allah muhafaza savaş kararı alırsak maalesef kazanma şansımız
yoktur. Haşmetmaap Savaş demek, para
demektir ve devlet askerlerine bile maaş
ödeyemez haldedir. Devletimizin Büyük devletlerden aldığı borç miktarı 250
Milyon altına ulaşmıştır. Borç iptali ve kapitülasyonların kaldırılması
kararını sadece İtalyanlar için bile alsak, o an büyük devletler sıranın
kendilerine geleceğini düşünecek ve bunu savaş sebebi sayacaktır. İşte
osmanlının sonu asıl o zaman gelir.
İttihat ve
Terakki partisi reisi Talat Bey Damat Ferit’in sözlerini “ya sabır” çekerek
dinlemişti. Atak ruhunu daha fazla dizginleyemeyince af dileyerek lafa karıştı:
- Hünkarım,
Damat Efendi muhalefetin konak pencerelerinden bakınca, ancak batılıların ve
ticaret erbabının sıkıntılarını görmekteler. Milletin penceresinden ise,
İtalyan çizmeleriyle çiğnenmekte olan vatan toprakları görülüyor. Bugün
Osmanlı’nın haysiyeti ayaklar altına alınmıştır, bugün Trablusgarp kan
ağlıyor.. İttihat ve Terakki buna daha fazla müsaade etmeyecektir
Sultan
Reşat, Talat Bey sözlerini bitirdiğinde ancak hükümdarlara mahsus olan
bakış-emri ile Damat Ferit’e konuşma izni verdi.
- Hünkarım;
Bizler Hürriyet ve İtilaf Partisi olarak süratle barış anlaşmasına gidip, en az
zararla bu belayı savuşturmak gerektiğine inanmaktayız.
sözleriyle
partisinin görüşlerini belirten Ferit Bey’e, Talat’ın cevabı hiç gecikmedi:
- Vatan
toprakları işgale uğrayan bir devlet savaşmadan barış derse bunun anlamı
teslimiyettir. Osmanlı teslim olmaya başladı mı sonumuz geldi demektir.
Trablusta savaşmak zorundayız. İtalyan Kapütilyasyonlarına gelince, imtiyaz
demek güven ve iyi niyettir. Onlar iyi niyetli olmadıklarını ispat ettiler. Bu
durumda İşgalin bedelini ya biz ödeyeceğiz ya onlar. Biz İttihat ve Terakki
Partisi olarak boyun eğmemeyi teklif ediyoruz.
Osmanlı
Meclis-i Mebusan’ını oluşturan iki partinin birbiri ile taban tabana zıt
görüşte oldukları bir kez daha ortaya çıkmıştı. Bu kritik kader anında, Şurada
hiç kimse söyleyecek başka bir söz bulamazken, konuşmacıları oturduğu tahtından
dinleyen Sultan Reşat ağır ağır doğruldu.
-
Meclislerde alacağınız kararın altına Meşrutiyetin hükümdarı olarak mührümü
tereddütsüz basacağım. Temennim ve beklentim odur ki, olup bitenler felakete
dönüşmeden meclislerden hayırlı bir karar çıksın.. Allah selamet versin..
Tahttan
inerek muayede salonundan çıkmaya yönelen padişahı, başlar saygıyla öne
eğilmiş, sessizce bekleyen Saltanat Şurası azaları devasa kapının kanatları
üstlerine kapanana kadar yerlerinden kıpırdamadılar.
* *
*
Aynı
dakikalarda, kuzey Afrika’nın uçsuz bucaksız çölünde, gariban bir vahada
kurulmuş, yirmi kadar çadırdan ibaret Osmanlı karargahında ilk şehidin,
Ertuğrul’un cenaze töreni yapılmaktaydı. Mustafa Kemal ve Enver dahil, bütün
fedailer mezarın başında, Ertuğrul’u ebediyete uğurladılar.
* * *
Güneş,
tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş
mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin
gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini gösterdi. Hafif hafif esen diri rüzgarla,
çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu.
Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz
bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Enver usul usul yanmakta olan ateşin
önünde kuma oturmuş, hülyalı gözlerle ateşin dansına dalmış, Naciye Sultan’a
yazacağı mektubu kafasında kurmaya çalışıyordu.
Neden sonra kelimeler kalemin
ucundan damlamaya başladı: “Ruhum, Sultanım, Efendim...” Enver durdu, hafifçe
gülümsedi. Her mektup yazmaya oturduğunda evvela nasıl bir hitapla
başlayacağını düşünürdü. Artık tecrübeyle sabitlemişti ki; ilk hitapta seçtiği
kelimeler, her zaman
mektuplarının arkasını getirecek olan anahtarlar olmuştu.
“Ruhum, Sultanım”,
“Sultanım, Ruhum”, “Ruhumun Sultanı”, “Gözümün Nuru”, “Canım Efendim”, “İki
Gözüm, Sultanım”, İki Gözüm Sultanım, Efendim”, “Sultanım, İki Gözüm, Efendim”,
“Ruhum, Elmasım”, “Mukaddes Sultanım”, “Güzel Meleğim”, “Kainattan Aziz Sevgili
Sultanım, Efendim” ve benzeri hitaplarla yaptığı açılışlar, her zaman, Naciye
Sultan’a yazmak istediği müteakkip satırlara kılavuz olmuştu. Yine ruhunun
derinliklerinden gelen insiyakın doğruluğuna inanarak gülümsemişti. Mektuba
devam etti:
“Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir
mektubunuzu getirmediler. Yoksa “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur”
darb-ı meseline inanmak mı lazım gelecek. Kalbim, hissiyatım benim için bunun
yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.” Son yazdığı temenni kelimesinin zayıflık
intibaı uyandırabileceği endişesi ile bir an duraklasa da, yine de insiyakının
sesini dinlemeyi tercih ederek, mektuba devam etti: “Dün geceden beri hafif bir
fırtına hükmünü sürdürüyor. Bu unutulmuş çölde, fırtınanın hışırtısından başka
birşey işitilmiyor. Böyle yerde insan kendini her taraftan ayrılmış, büsbütün
yalnız hissediyor. Bu yalnızlık içinde yegane düşüncem sizlersiniz. Kimbilir
şimdi derin derin uyuyor,”...
Enver, “uyuyor” yazıp da virgülü koyunca bir an durup
içinden gelen sesi dinledi ve cesaretle cümlenin sonunu getirdi: “belki beni
düşünüyorsunuz, kimbilir ne güzel rüyalar görüyorsunuz”. Ben ise bin türlü
müşkilat arasında yegane olarak istirahat ve zevki sizi düşünmekte, böyle
herkes dağıldıktan sonra yalnız olarak sizi tahayyülde buluyorum. İhtimal bu
sözleri okuduğunuz vakit, yine hiç unutmam, bir mektubunuzda dediğiniz gibi;
“öyle yalancıktan romanlarda gördüğünüz şeyleri yazmayın!” Diyeceksiniz. Fakat
ruhum! Umarım ki bu defa artık hissiyatımın sizi aldatmak için yaratılmamış
olduğunu anlıyorsunuz. Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman
yazdıklarımı, böyle, düşman karşısında bütün adamlarımın hayatını elinde
tutarak, onların ve vatanın bu parçasının mesuliyetini üzerimde taşıdığım bir
zamanda da ayniyle yazıyorum.”
Artık kelimeler teklemeden çıkmaya, düşünce
bantı patinaj yapmaksızın akmaya başlamıştı. Kalemini mürekkebe daldırıp,
damlanın fazlasının düşmesini beklemeden devam etti: “İkigözüm! Sizi belki
ebediyyen göremeyebilirim. Kimbilir yarın vuku bulacak bir muharebede, tepemden
aşağı yağan misketten bir tanesi hayatıma hateme çeker. Fakat emin ol ki
sultanım, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum. Allahtan istediğim birşey var,
o da siz müsterih ve afiyette olunuz ve size böylece merbûd olan bu kalbi
unutmayınız. Sizi bütün muhabbetimle kucaklar, güzelgözlerinizden öperim
ikigözüm. Enver’iniz”.
Enver, mektubu soluksuz tamamlamıştı. Katlayıp zarfa
koymadan önce, kulağa nasıl geldiğini anlamak için bir kez de mırıldanarak
okumaya karar verdi.
-Ruhum,
Sultanım, Efendim...
“Buraya
kadar iyi gidiyor” diye geçirdi içinden ve yine mırıldanarak devam etti:
-Bilmem
nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu
getirmediler. Yoksa “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” darb-ı meseline
inanmak mı lazım gelecek. Kalbim, hissiyatım benim için bunun yalan olduğunu
söylüyor. İnşallah.
Durdu. Son
kelimeyi bir kez daha okudu:
-İnşallah...
Kullanıcısının
iyi niyet hislerini, yaldızlı olmamasına rağmen, Allah’ın lütufkarlığının
yüceliğiyle bezeyerek ifade eden ve sırf bu nedenle bu kadar çok severek
kullandığı bu kelimeyi, mektubunun tam da bu noktasında bir türlü sevememişti.
Kendine güveni tam olmayan bir aşık intibaı bırakıyordu sanki. Kararlı bir
şekilde kelimenin üstünü çizdi ama bu kez de ihtimam göstermeyen bir aşığın
mektubuna dönüşüverdi elinin altındaki kağıt parçası. Tereddüt etmeden
buruşturup ateşe attı. Alevlerin yalayışıyla kavrulup havaya savrulan
kelimelerine bir süre baktı. Sönmeye yüz tutumuş ateş, sanki onun kelimelerinin
sıcaklığıyla yeniden yakıcılığına kavuşur gibi olmuştu ama bu da uzun sürmedi.
Gece ilerledikçe çölün ayazı iyice çıplak tenleri ısırmaya başlamıştı ki, ateşe
dalıp gitmiş olan Enver, içten gelen bir titremeyle bunu hissetti. Küllerin
arasından aldığı bir dal parçasıyla ateşi dürtüp canlandırmaya çalışırken
aklından, az önceki titremesinin esas sebebinin ne olduğunu geçirmeye çalıştı.
Çölün ayazı mı, yoksa aşkla dolu hislerinin tercümanının bir anda yanıp yok
olması mı içini titretmişti az önce?
Yoksa, Allah esirgesin, hemencecik yanıp da, sönüveren, kağıt parçası
değil, hislerinin ta kendisi miydi? Öyle ya, her ne kAdar, Padişah’ın inayeti
ile, Naciye Sultan’ı nikahına alarak Saray’a damat olsa da, henüz karısının,
bırakın yüzünü, tek bir fotoğrafını dahi görmüş değildi. Padişah kızıyla yüzünü görmeden evlenmeye karar vermesine;
bırakın evlenmeyi, görmediği on üç yaşında bir kıza zilzurna aşık olmasına
bakan bir kısım kötü niyetli, kötü ruhlu zevat, sanki görücü usülü evlilik başka
bir milletin ananesiymiş gibi, aslı astarı olmayan bir dedikoduyu memlekete
yaymış, meşrutiyetin kurucusu, hürriyet kahramanı Enver Bey’in, sanki böyle bir
şeye tevessül etme ihtiyacı duyacakmış gibi, sırf saraya damat olmak için
vaziyeti sineye çektiğini yazıp çizmişlerdi.
Bunları düşünürken hayalinde
prensesin suretini tarif üstüne canlandırmaya çalışan Enver, ateşi dürtüklediği
dalın ucundaki kömürü kullanarak, Naciye Sultan’ın kara kalem portresini
çizmeye karar verdi.
Enver’in, resmetmeye kabiliyetli olduğu çoktan beri
ispatlanmış olan becerikli eli, boş papirüsün üzerinde adeta dans ederek gidip
geldikçe, ortaya, basbayağı alımlı bir geç kadın sureti çıkmaya başlamıştı ki,
münasebetsiz bir sesin tesiriyle, kalem kayıverince, tam da dudakların birleşiği
köşede hayal ettiği iffetli gülümseme, aniden ifadesiz bir gülümsemeye
dönüşüverdi.
- Böyle
miymiş prenses hazretleri?
Silahşör
insiyakiyle tabancasına davranan Enver, seslenenin Mustafa Kemal olduğunu
farkedince omuzlarını gevşetti.
- Hay Allah!
Korkuttun beni. Dalmışım.
Derken,
Mustafa Kemal’in eğilmiş, resme bakmakta olduğunu fark etti. Artık saklayacak
olsa bir türlü, gösterecek olsa başka türlüydü. Serçe parmağıyla kaşındaki bir
tutam beyaza dokunurken, pembeleşmiş yanaklarıyla, masum bir mahcubiyet
içindeydi. Mustafa Kemal ise, çölün verdiği sıkıntıyı dağıtmak için sanki başka
mevzu kalmamış gibi Naciye’nin resmine bakmaya devam ediyordu.
- Oldukça
güzelmiş prenses hazretleri. Henüz görmediğini sanıyordum...
- Görüşmedik..
Enver’in
cevabı keskin bir bıçak gibi ayazı kesti. Aynı anda resmi de ters çevirmişti.
Aynı keskinlikle, gizli ve açık manası “git-yat” demek olan bir cümle
kuruverdi:
- Sen
uyumadın mı hala?
- Uyku
tutmadı, dolanıyordum...
Sönmeye yüz
tutmuş ateşin fersiz ışığında, Mustafa Kemal’in yüzünde az önce gördüğü belli
belirsiz müstehzi ifade hala duruyor muydu, durmuyor muydu, seçilemiyordu ama,
neyse ki ateş almaya gelmiş olan Mustafa Kemal, cigarasını yakmıştı.
- İyi
geceler kardeşim...
- İyi
geceler Kemal !
Enver
arkasından bakarken, Mustafa Kemal dudağında ince bir tebessümle çadırına doğru
yürüdü. Karargah uyumaktaydı. Teğmen
Yusuf da, sırtını Mustafa Kemal’in çadır direğine yaslamış, ellerinin arasında
tuttuğu mektupla uyuya kalmıştı. Kumandanının ayak seslerini fark edince, ayağa
fırladı. Mustafa Kemal:
- Uyumadın
mı sen hala?
- Bir
emriniz olur diye bekledim kumandanım.
- Eh! Madem
ayaktasın bir fincan kahve yap bari!
- Başüstüne
kumandanım!
Mustafa
Kemal çadırının önündeki derme çatma masaya otururken, Yusuf’un elindeki
mektubu katlayıp, öptüğünü, sonra da göğüs cebine koyduğunu görmüştü.
- Karından
haber var mı?
- Var
komutanım, bir oğlum olmuş..
- Sorunca mı
söylenir çucuk? Niye haber vermedin?
Teğmen
Yusuf’un verecek cevabı yoktu. O, atalarından duyduğu; “aç var, açıkta var”,
ikazı ile sevinçlerini bağıra çağıra ortalığa afişe etmeyi, sevinci olmayanlara
karşı ayıp sayıp da, mahçup bir tevazu ile içinden yaşayanların topraklarında,
Anadolu’nun bağrında büyümüştü. Kumandanına verecek cevap bulamayınca yanakları
kızarmıştı. Kumandanı elbette biliyordu, cevapsızlığın nedenini. Yusuf’u daha
fazla sıkıntıya sokmak istemedi.
- İyi
bakalım-, allah analı babalı büyütsün. Bana bak çucuk, asker yolu bekleyen
ananın yüreği dar olur; kendimden bilirim, mektupsuz, habersiz bırakma
kızcağızı...
-
Emredersiniz kumandanım.
Kahve
fincanını masaya bırakan Yusuf iki adım geri çekilip bekleyince, Mustafa Kemal:
- Hadi
bakalım, şimdi git yat.
-
Emredersiniz kumandanım. Bir emriniz var mı?
Mustafa
Kemal sesini bir parça sertleştirerek,
- Git yat
dedim ya çucuk!
Teğmen Yusuf
telaşla selam verip uzaklaştı. Mustafa Kemal sigarasından derin bir nefes
çekerken başını geriye doğru atınca sonsuz saf siyahın içinde parıldayan yıldızların
semavi gösterisinden gözleri kamaştı. Cebindeki ortası yanık mektubu çıkartıp,
küçük masasının üzerine koydu ve gaz lambasının titrek ışığında cevap yazmaya
başladı.
-
Deryagözlü Eleni’mu... Tanrının güneşle yaktığı topraklardayım. Kuzey Afrika’da
bir çöl burası. Şimdi hepimiz, bütün arkadaşlar burada, şahsi emellerimizden,
şahsi arzularımızdan ziyade, vatanın müdafaası için tek vücut olduk. Gece
olunca yıldızlar sanki onları tutmam için aşağıya iniyor, tıpkı Selanik
gecelerindeki gibi, Elenimu. Yıldızlara birlikte baktığımız son geceyi
hatırladım...
Mustafa
Kemal, mektubun burasında durup kendisine uçsuz bucaksız gökyüzünden bir yıldız
seçmek üzere başını kaldırdı. Çok değil daha üç ay önce Selanik’te Beyaz
Kule’nin balkonunda Eleni’yle yıldızlara baktıkları geceyi hatırladı.
- Kemal!
Bak! Yıldız kaydı gördün mü?
- Nerde?
- Şunu
görüyor musun? En parlak olanı? Işte o venüs.. Onun yanından kaydı..
Eleni elini
zarif bir bilek hareketiyle yıldızlara doğru uzatırken, işveli bir edayla
Mustafa Kemal’e sokuldu.
- Sen
astrolojiye de inanmazsın değil mi Kemalimu?
- Ben sadece
astronomiye inanırım Elenimu?.. İstikbali yıldız pırıltısında değil, kılıç
şakırtısında aramaya başlayalı çok oldu...
Eleni,
gecenin serinliğinden mi, Kemal’in romantizmden eser taşımayan sesinden mi
bilinmez, ürperdi. Mustafa Kemal üzerindeki askeri ceketini genç kadının
omuzlarına örterken, Eleni onun yakışıklılığına hayranlıkla bakmaktan kendini
alamıyordu.
Hoş sadece o
değil, askeri lise üniformasını giyip de elini öpmek üzere annesinin ikinci
evliliğini yaşadığı sokakta göründüğünde, terzi Mualla iğneyi parmağına
batırmış, komşusu Eftelya asmaya çalıştığı çamaşırı ipten düşürmüş, dedikoducu
kadınlar dişlerinin arasına sıkıştırdıkları ay çekirdeklerini çıtlatamadan
öylece bakakalmışlar, o günden sonra ne Selanik’in namlı güzelleri, ne de
Manastırın işveli tazeleri bakışlarını ondan alamaz olmuşlardı.
Eleni o
günlerde henüz serpilmiş, yeni taşındıkları bu mahallede, kadınlar gününde
bir gün hamamda üryan su dökünürken endamını gösterince, başından üç doğum, dört
düşük geçmesine rağmen tam on yedi yıldır güzellikte birinciliği elinden
alınamamış olan “Selanik’li Afrodit” nam, Alexandra bile “yassuvre! Hey maaşallah”
diyerek, görünmez tahtıyla, tacını oracıkta Eleni’ye teslim edivermişti. İşte
tam da Eleni’nin namının alıp yürüdüğü günlerden birinde, genç Mustafa Kemal,
ramazan bayramı dolayısıyla verilen tatilde yine doğduğu şehre gelmiş, yakın
arkadaşlarıyla Asmalı Meyhane’nin denize bakan ön bahçesinde oturmuş,
harçlıkları ancak ona yettiği için, Apostol’un kendi imalatı olan ucuz biradan
-yoksa boza mı demeli?- içerken, sanki bu delikanlı yaşlarınının başka muhabbet
mevzuu yokmuş gibi gene Devlet-i Alî’yi nasıl kurtaracaklarını konuşuyor,
arkadaşlarının “dur! sus!” gibi ikazlarına aldırış etmeksizin yüksek perdeden,
yapılması gerekenleri bir bir sıralıyordu ki, hiç beklenmedik bir rüzgarla ters
dönen şemsiyesine hakim olmaya çalışırken elindeki paketleri düşüren Eleni’nin
görüntüsü etraftakilerin retinalarına düşmeye vakit bulana kadar, yerinden
fırlayan Mustafa Kemal duruma hakim olmuştu bile. Sadece duruma mı? Eleni’nin
göğüs kafesini kırmak istercesine çarpmaya başlayan küçük kalbine de hakim
olmuştu.
İşte şimdi aralıklı görüşmelerle, yasaklarla yaşayageldikleri
ilşkilerinde yine kaçak bir anın tadını çıkartırlarken, Mustafa Kemal, alt
tarafı ceketini örtmüş, örterken de omuzlarına parmaklarının ucuyla şöyle bir
dokunmuştu ama Kemal’in erkek kollarındaki güç, elektrik akımı verilmiş gibi
Eleni’nin bütün hücrelerine dalga dalga yayılmıştı.
- İtalyanlar
Trablus’u bombalamaya başlamış. Mütemadiyen asker çıkartıyorlarmış.
Kule
dibinden yükselen bu çığlık, sanki Selanik şehrinin şalterini indirmişti.
Eleni’ye
dönüp, başıyla sert bir asker selamı veren Mustafa Kemal, kızı orada öylece
bırakıp, kulenin merdivenlerinden aşağı uçarcasına indi. Kule dibindeki
kalabalık neler olup bitiiğini anlamaya çalışırken, Selanik garına giren trenin
acı sireni sesleri örttü. Enver, haberi Berlin’de alır almaz ilk trene atlamış,
soluğu Selanik’te almıştı. Başta partililer, neredeyse tüm Selanik halkı
İttihat ve Terakki’nin yalıdaki merkezine doluşmuştu. Enver kürsüde,
arkasındaki duvara asılı haritada göstererek durumu açıkladı:
-
Kardeşlerim, Berlin’deki büyükelçiliğimizde İtalyanların Trablusu işgale
başladığını içimiz kan ağlayarak öğrendik.
Salondaki
öfkeli kalabalık, “Savaşalım! Gidelim! Öl de, ölelim!” Ve benzeri nidalarla
yeri göğü inletirken Enver kafasındakini açıkladı.
- Savaşmak
için ordu göndermemiz lazım ancak deniz yoluyla göndermemiz imkansız.
İtalyanlar Akdeniz’e bütünüyle hakim. Bizim hantal donanmamızı ilk atakta
batırırlar. Karadan asker sevketmek de imkansız çünkü Mısır da İngilizler’in
işgali altında. Müttefikleri olan İtalya’yla savaşacak bir ordunun geçmesine
müsaade etmezler. Yani kısacası Devletin eli kolu bağlı. Bu durumda yapılacak
tek şey var...
Konuşmasının
burasında küçük bir es verince, salon nefesini tutup, liderlerinin ne diyeceğini
bekledi. Enver:
-
Trablusgarp’a gizlice gideceğiz. Orada Almanların gerilla savaşı dediği,
sizinse gayet iyi bildiğiniz çete savaşı yapacağız...
Salondan
kahramanca nidalar yükselirken, meseleleri serinkanlı ve etraflıca düşünüp,
tarttıktan sonra hareket etmesiyle meşhur Ali Fethi:
- Bu Osmanlı
Devleti’nin İtalya’ya savaş açması manasına gelmez mi?
- Devlet
kararı demezsiniz. ‘kendi kararlarıydı’ dersiniz..
Allah’ın izniyle kazanırsak
sahip çıkarsınız. Zafer İmparatorluğumuzun zaferi olur. Kaybedersek ‘Başıbozuk
Çeteciler’ dersiniz. Osmalı’ya halel gelmez.
Vatanının
onuru için gözünü kırpmadan ölüme koşan bu yiğit adamın adının, istiklalleri
uğrunda canını verdiği gelecek kuşakların tarih kitaplarında, kahraman şehit
değil, başı bozuk çeteci olarak düşmesi ihtimaline rağmen gösterdiği kararlı
fedakarlık salondaki silahşörlerde, bıraksalar, şimdi pencereden uçup, doğrudan
Trablusgarp’taki İtalyan karargahının tepesine konmak arzusunu öyle bir
ateşlemişti ki, kitleleri böylesine harekete geçirmek her kulun değil, ancak
büyük önderlerin harcıydı. Bunu çok iyi bilen Talat Bey, artık ne Enver’i, ne
de salondakileri kararlarından geri çeviremeyeceğini biliyordu. Hoş zaten buna
hiç niyeti de yoktu.
-
Kararlılığınızı görüyorum... Cesaretinizi bilirim... Size itimadım tamdır... Teklifinizi
destekleyeceğiz... Bize düşen nedir?
- Şehit
olursak ailelerimize maaş bağlayın... başka da bir isteğimiz yoktur..
Salondakiler,
bu mütevazî talebin arkasındaki muhteşem mangal yüreğin karşısında, sanki
saygıda kusur edeceklermiş gibi soluk almadan, büyülenmiş gözlerle bakarlarken,
Enver son soruyu sordu?
- Benimle
Trablusa savaşmaya kimler gelecek arkadaşlar?
Mustafa
Kemal’de dahil, o salonda kim varsa, zerre kadar tereddüt etmeden, aynı anda
hep bir ağızdan bağırdı:
- Ben!
Bu
kararlılıkla harekete geçen otuz beş silahşör, farklı rotalar çizerek, başka
başka ülkelerin üzerinden, sahte kimlikler kullanarak Trablusgarp’a
ulaşmışlardı. Mesela Mustafa Kemal, Mustafa Şerif adlı hayali bir gazete
muhabiri kimliğiyle, Kahire üzerinden gelirken, Enver halı tüccarı Hamdi Bey
kimliği taşıyor; kendinden iki yaş küçük amcası Halil ise, Fransa’dan Cezayir’e
geçip, oradan Trablusgarp’taki buluşma noktasına ulaşıyordu.
Mustafa Kemal,
Eleni’yle yıldızların seyrine daldıkları geceden üç ay sonra Trablusgarp’tan
yazdığı mektuba ara verip hatırlamanın tadını hakkını vere vere çıkartıyordu.
Bakışlarını, saatlerdir ona çapkınca göz kırpıp durmakta olan venüs’ten alıp,
yazmaya devam etti:
- Buradaki
tek avuntum geceleri hangi yıldıza bakacağımı biliyor olmam.. Mümkündür
aslında, şu anda sizin de aynı yıldıza başka bir zaviyeden, başka bir
coğrafyadan bakıyor olmanız.. eğer öyleyse hislerimi görmeniz de mümkündür.“şu
astroloji meselesini incelesem mi acaba?” diye sormaktan alamıyorum kendimi..
Mektubu
bitiren Mustafa Kemal, zarfın ağzını kapattı. Bakışlarını tekrar Venüs’e
çevirip düşüncelere daldı.
* *
*
Selanik’te
Eleni, o anda Venüs'e bakıyormuydu bilinmez ama, aynı saatlerde Veliaht Yusuf
İzzettin, Şehzade Vahidettin ve saray başmabeyincisi Lütfü Simavi, Saltanat
Şurası azalarını Dolmabahçe Sarayından yolcu etmekteydi. Damat Ferit, Şehzade
Vahidettin’in elini sıkarken kulağına yaklaşarak fısıldadı:
- Sabahattin
Bey sizinle toplantı yapmak isterler.. Lütfedip kabul edersiniz...
Vahidettin
her zaman olduğu gibi, yine yarı yarıya kapalı göz kapaklarını hafifçe
aralayarak bir duyanın olup olmadığını anlamak üzere kuşkulu gözlerle sağa sola
baktı. Kimseciklerin duymadığına kani olunca yine gözlerini yumarak teklifi
kabul etti. Damat Ferit mesajın karşı tarafa geçtiğinden emin olunca kendisini
bekleyen otomobile doğru hareket ederken, olup biten Lütfü Simavi’nin
dikkatinden kaçmamıştı ama, aynı anda Osmanlı’nın Roma Sefiri
GabrielNoradonkyan’ın yeni şöförünü gözden kaçırmıştı. Şoför, Noradonkiyan’ın
kapısını kapatıp direksiyon mahaline geçince Rusça konuşmaya başladı:
- Çabuk
bitti?
- Trablus’a
asker göndermeyecekler
-
İttihatçılar ne diyor?
- Her
zamanki gibi savaş çığlıkları atıyorlar
- Neyle
savaşacaklar ki; hazineleri tamtakır. Askeri Trablus’a taşıyacak gemi dahi yok.
- Sadece
bazı genç subaylar İtalyanlara kafa tutmak için Trablus’a geçti ama nafile...
- İyi iyi,
geçsinler. Zokayı yuttular demektir.
- Aynen
öyle...
-
Balkanlarda işimizi kolaylaştıracaklar.
Şöför
kılığındaki Rus casusun yorumu Osmanlı Sefiri Noradonkiyan’ın keyfini yerine
getirirken, keyiften nasib almayı çoktan unutmuş olan İttihat ve Terakki
Partisi’nin önde gelen isimleri; Talat, Cavit, Mithat Şükrü ve Emanuel Karasu
hızlı adımlarla Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde kendilerini beklemekte olan
faytona atlamıştı. Kırmızı Konak namlı parti genel merkezine doğru taş döşeli
yolda, atların nallarından kıvılcımlar çıkarta çıkarta koşturarak giderlerken,
Talat Bey yıldızlara bakarak geçmişe dalmıştı.
Abdülhamit’in
fikir hürriyetini her yerde baskı altına aldığı istibdat döneminde, yani çok
değil, daha iki yıl öncesine kadar yasaklı olan partilerinin, yani, İttihat ve
Terakki Partisi’nin genel merkezini ancak gizli gizli Selanik’de
açabilmişlerdi.
Ancak meşrutiyetle birlikte memlekette hürriyet rüzgarları
estirmişler, yasaklar kalkmış, parti genel merkezi de İstanbul’a ”Kırmızı
Konak” a taşınabilmişti. Gerçi, İttihatçılara mahsus örgütçü kimlikleriyle “ne
olur ne olmaz” diyerek, Selanik örgütünü, yani başka bir deyişle beşiklerini
boş bırakmamışlar, Dr.Nazım’ın yönetiminde, yine ittihatçı deyişiyle; “kötüsü
geldiğinde” ricat edecekleri kaleleri olarak muhafaza etmişlerdi.
İşte şimdi
Talat Bey, eskiden yasaklı olduğu bu şehr-i İstanbul’da, Galata Köprüsü
üzerinde seyreden bir faytonun içindeydi. Memleketin kaderini, meşruti
rejimlerde elinde tutması gereken çoğunluk partisinin reisiydi ama, parti
görüşlerini Saltanat Şurası’nda kabul ettirememiş, yeni bir strateji belirlemek
üzere, önce Kırmızı Konak’a uğramaya, sonra da Meclis-i Mebusan’da milletin
vekillerini ayaklandırmaya karar vermişti. “Birlik ve İlerleme” kelimelerini
parti ismi olarak seçmiş olmalarına rağmen iktidarda oldukları bu son iki
yılda, ne bir birlik oluşturabilmişler, ne de ilerleme kaydedebilmişlerdi.
Şimdi parti artık yasaklı ve gizli bir parti olmadığı gibi, meşrutiyetin
Meclis-i Mebusanında, yani milletin meclisinde, mebusların çoğunu çatısı
altında toplamıştı ancak ne var ki, başını Prens Sabahattin’in çektiği bir
grup, kendilerini meclise taşıyan İttihat ve Terakki Partisi’nden kopup, bir
başka parti kurarak, muhalefete başlamıştı. Tam da İktidara meşruti bir rejim
getirmiş, Avrupa’ya olan borçları ödeyecek programlar hazırlamış, ordu ve
bürokraside “jöntürk” tanımlamasını tamamlayan gençleştirme, modernleştirme
hamlelerine girişmişlerdi ki, hiç beklemedikleri bir zamanda, hiç
beklemedikleri İtalya, Trablusgarp’a, bir sabah asker çıkartıvermişti. Oysa,
hariciye vekaletinin bir sorusu üzerine İtalya’daki Büyükelçimiz
GabrielNoradonkiyan, Roma’dan gönüllere su serpen raporlar göndermişti.
Her neyse,
şimdi bu durumun altını kazımaya çalışmakla geçirilecek zaman yoktu çünkü
Osmanlı toprakları açıkça işgal edilmişti ve bu nedenle tam da birlik ve
beraberliğe ihtiyaç duyulan bir zamandı. Hal böyleyken, İttihat ve Terakki
partisi bünyesinde siyasete atılarak meclise giren bir kısım milletvekili,
partinin görüşlerinden farklı bir yol benimsemişler ve yollarını ayırmışlardı.
Kendisi dahi değil, Paşa babası Mahmut, saraydan bir kadınla evli olduğu için,
yani esasen hanedanla herhangi bir kan bağı olmamasına rağmen, Paris’te
yaşadığı talebeliğinde, caféchantan’larda kendisini Prens olarak tanıtan
Sabahattin Bey’in etrafında toplanan bir grup, adını Hürriyet ve İtilaf Partisi
koydukları bir parti kurmuşlardı.
İşte şimdi
Talat Bey, Saltanat Şurası’nda, ne bu yeni ortaya çıkmış, ferdiyatçı, liberal
muhalefet partisi azalarını, ne de, ahı gitmiş, vahı kalmış, eski paşaları,
eski sadrazamları, nazırları ikna etmiş bir halde, Kırmızı Konak’ın önünde kararlı ve aceleci
hamlelerle faytondan atladı. Alınlığında, hem Osmanlıca, hem Fransızca
“HÜRRİYET-MUSAVAT-ADALET” ibarelerinin işlendiği, armalı parti binası
kapısından koşar adımlarla girip, basamakları ikişer üçer tırmanan Talat,
çalışma odasındaki masasının çekmecelerinden çıkarttığı bir çift revolveri beline
yerleştirirken, odaya doluşan parti ileri gelenlerine Saltanat Şurası’nı
özetleyiverdi:
-
Satıyorlar... Gözgöre göre vatanı satıyorlar. Bizim çocuklar
Trablusgarp’da
Osmanlı’nın topraklarını müdafaa için kelle koltukta vuruşurken bunlar
saraylarda oturmuş o toprakları satıyorlar. Hem Doktor’a, hem Enver’e haber
verin!
* *
*
İttihatçılar’ın
deyişiyle beşikte, Hürriyet’in Beşiği’nde, Selanik’te Doktor Nazım, gözleri
trahomla kapanmak üzere olan genç bir kızı muayene ettikten sonra masasına
oturdu.
- Evvelki
haftayla mukayese edersek, müspet bir terakki vardır diyemem amma, trahomun
mukavemetini bir nebze olsun kırmışız..
Kızın
babası, duydukları karşısında tevekkülle boynun eğdi:
-
AllahûTeâla’nın takdiri doktor beyim..
- Mesuliyeti,
mesuliyetsiz merciilere yıkma Hasan Efendi.. Zamanında getirecektin kızı
doktora. Mesuliyet ve takdir hakkı kulun kendisindedir, Allahta değil.
Hasan efendi
“tövbe estağfurullah”ları tekrar ede ede muayenehaneden çıkarken, Doktor Nazım,
sık sık yaptığı gibi, cehalete de, tevekküle de, bir araba dolusu küfretmekten
kendini alamadı.
Abdülhamit’in
baskıcı rejimi altında, benimsediği jöntürk fikriyatını memleket içinde dile
getirecek vasatı bulamayınca, bir yolunu bulup Paris’e gitmiş, tıbbîyeyi orada
tamamlamıştı. Talebeliği sırasında, Paris’te sürgün yaşayan jöntürklerle
irtibat kurmuş, özellikle Ahmet Rıza Bey’in nazari bilgisinden etkilenmiş ve
onun sayesinde, pozitivizmle, rasyonalizmle tanışmış, AugusteComte’un
konferanslarını kaçırmaz, sosyalizme, diyalektik materyalizme ilgi duyarken,
aynı yıllarda Prens Sabahattin ise EdmondDemolins’in etkisi altına girerek
liberalizmle tanışmıştı. Doktor Nazım, 1909 Temmuz’unda, Abdülhamit’i
meşrutiyeti ilan etmeye mecbur kılan ihtilalclerin başını çekenlerden biri
olduğu gibi; 1911’de sarsılmaz denilen Abdülhamit’i tahtından indirip,
istibdada son verenlerin perde arkasında da yer alıyordu. İhtilalcilerden biri
olup da siyasi mevkî ikbaline düşmeyecek kadar idealist olan Doktor Nazım,
partisi iktidarda olsa da, ne bir nazırlık, ne de başka bir koltuk talep etmiş,
Selanik’te, partisinin beşiğinde, hürriyetin beşiğinde kalmayı tercih etmişti.
Teşkilatçılıkta hatırı sayılır bir kudret ve kaabiliyete sahip olması, parti
teşkilatının, kapalı gözlerle ellerine teslim edilmesiyle sonuçlanmış; şairin
deyişiyle, kırk kocadan arta kalmış İstanbul Şehri’nin, ihtimali oyunlarından,
partiyi azade kılamasa da, cemiyetini yekpare muhafaza edebilmişti. Bu sebeple,
görünürde parti yetkili kurulları İstanbul’da olsa da, Nazım’ın başkanlığındaki
cemiyet, idareyi hala Selanik’ten yürütmekteydi.
Vaziyetin
garabetine bakan demokrasinin mucidi batı alemi, kendi kurduğu demokrasiye
güvenemeyen doğu alemini anlamakta elbette zorlanıyordu. Doktor Nazım, Talat’ın
apar topar Selanik’e çektirdiği telgrafını almadan önce bunları düşünüyordu.
Telgraf, arkadaşları canları pahasına Trablusgarp’ta vatan topraklarını müdafaa
ederlerken, saray odalarından ver-kurtul nidalarının yükseldiğini bildiriyordu.
Nazım’ın canı sıkıldı...
Sigara
dumanından sararmış tülleri okşar gibi havalandırarak, Doktor Nazım’ın, Selanik
yalısına bakan çalışma odasının açık penceresinden süzülen hafif esintiyle,
Kırbaki’nin yaylı tamburundan çıkan “Al fistanı giy gel yarim, bende yürek
Selanik” saz semaisinin bile
Kırbaki’nin
yaylı tamburundan çıkan “al fistanı giy gel yarim, bende yürek Selanik”
türküsünün, kimbilir kaç toplantının ateşli konuşmalarına katık edilmiş
sigaralardan sararmış tülleri okşar gibi havalandırarak içeri dolan ferahfeza
peşrevi bile, Doktor Nazım’ın yürek sıkıntısını gidermeye yetmedi. Bir cıgara
daha tüttürüp, dumanını Selanik’in yalısına savurdu.