29 Nisan 2014 Salı

OMURİLİK YARALANMALARINDA 1992'DE "TÜRKİYE'DE" DENENMİŞ BİR KÖK HÜCRE TEDAVİSİ MACERASI

"İlk denemede başarısızlıkla yıkılacak adam değilsin sen...tekrar deneyebilirsin..." diye teselli ederken Yasemin beni, telefon çaldı. Hacettepe Tıp Fakültesi'nden sınıf arkadaşım, dostum; o günlerde, 1992 baharında, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde mesai arkadaşım, Nöroşirurji kıdemli asistanı Dr.Semih Keskil sordu: "N'oldu? Hastamız nasıl?" Mezuniyetimizi takiben ikimiz de Anadolu'nun farklı farklı yerlerinde pratisyen hekim olarak mecburi hizmetlerimizi tamamlamış, anakara'ya dönmüş ve şimdi artık ihtisaslarımızı yapmaktaydık. Semih, Beyin Cerrahi kıdemli asistanı, ben ise Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalında kıdemli asistandım. Branşlarımız ortak alanlarının çokluğu nedeniyle bir çok hastayı iki koldan takip etmekteydik ve bu hastalık gruplarından en vahim, en amansız olanlarından biri de omurilik yaralanmalarıydı ve bir hastamızı daha kaybetmiştik... "Kaybettik maalesef..." dedim...

                                   *                                  *                                  *
"Spinal cord injurie is one of the most devastating  calamity in human life..."

İngiliz nörolog, Professor Sir Ludwig Guttmann, omurilik yaralanmalarını; "insan ömründe başa gelebilecek en yıkıcı felakettir..." diye tanımlar.

Omurilik yaralanmaları, omurilikte lezyon oluşturan bir travma  neticesinde lezyonun alt seviyesindeki duyusal ve motor fonksiyonların kaybı yani "FELÇ" ile sonuçlanan klinik tablodur. Basit örneğiyle boyun seviyesindeki bir yaralanmada, omuzlar, kollar, eller, gövde, bacaklar ve ayaklarda duyu ve hareket kaybı oluşur. Çünkü omurilik beyinden gelen emirleri uzuvlara ileten, ve uzuvlardan beyne giden duyuları taşıyan tüm sinirlerin buluştuğu ana "elektrik kablosu" gibi hayal edebileceğiniz bir organdır ve yaralanması halinde, seviyenin altına akım geçmez. Ya da, yaralanma seviyesinin altından yukarıya, beyne doğru akım iletilemez. Bu yüzden mesela felçli bir hastanın ayağı sobaya girse, iletim olmadığı için ayağı yansa da, canı yanmayacaktır. Sobayı bırakın, gözünün önünde meme ucuna konan bir sivrisinek yavaş yavaş iğnesini batırırken hiç bir şey hissetmeyecektir. Beyinden gelen "sineği elinin tersiyle kov" emri, omuza, kola ve parmaklara ulaşamayacaktır. Ne yapması gerektiğini bilecek, isteyecek, beyni emir verecek ama yapamayacaktır.

Omurilik yaralanması olan bir hasta yürüyemeyecek, oturamayacak, gömleğini ilikleyemeyecek, bebeğini kollarına alamayacak, yazı yazamayacak, tuvalet temizliğini kendisi yapamayacaktır. Omurilik yaralanması olan bir hastanın, hareket sistemi anlamında yapamayacaklarını saymak, sayfaları tüketir ama, bu hastalığın sadece hareket etme yoksunluğundan ibaret olduğu anlamına gelmez.

Bedenin ve eklemlerin hareketsizliği bir dizi korkunç ikincil sorunlara da yol açmaktadır. Hastalar idrarlarını tutamazlar, barsak kontrolleri yoktur, cinsel fonksiyonlarını kaybederler, vücut ağırlığını taşıyan bölgelerde; mesela kalçalarda, ayak topuklarında, kürek kemiklerinin altında basınç yaraları oluşur ve neredeyse kapanmak bilmez yaralarla boğuşmak zorunda kalırlar. Eklemler hareketsizliğe bağlı kireçlenir, katılaşır. Açılmazlar, toplanmazlar. Kaslar erir. Hareketsizliğe bağlı organların mikroplarla mücadelesi zayıflar. Sık sık idrar yolları enfeksiyonları, akciğer enfeksiyonları görülür.
Aranızda doktor olmayanların içinin kalktığını görür gibiyim. O nedenle daha sayfalar dolduracak komplikasyonları uzatmadan Sir Ludwig Guttmann'ın deyişiyle özetleyelim; "omurilik yaralanması insan ömründe başa gelebilecek en yıkıcı felakettir..."
                                   *                                  *                                  *
"İnsan doktor olup da, hatta uzman olup da bir "kablo kopması" nedeniyle bir hayatın yukarıda anlatılan felaketlerle dolu olmasına nasıl isyan etmez Yasemin?" ve benzeri cümlelerle kararmış halde yatağa girdiğim gecelerden birinde, yine; "bunun bir çıkışı olmalı..." diyerek kafatası kemiklerimi çatlatırcasına düşünürken ışık çaktı. "erkekleri de hamile bırakabilirsek, bu işi çözeriz..." Yasemin elbette deliye bakar gibi bakarken ben yataktan fırlayıp bunu nasıl becereceğimi kağıda dökmeye başlamıştım bile...

                                   *                                  *                                  *

Kanser oluşturacaktım, omurilik yaralanması olan hastaların yaralanma bölgelerinde. Evet! "Teratom" adı verilen bir tümör oluşturacaktım önce ve sonra bu tümörün içindeki hücrelerin sinir hücrelerine dönüşmesini bekleyecektim. Karıştı mı? Karıştı biliyorum. Sabredenler basamak basamak keşfedecek insan beyninin delirdiği çizginin sonrasında varabileceği yerleri... İşe önce teratomu anlatarak başlamalıyım. Hayır! Teratomdan önce kısa bir embryolojik bilgi vermem gerekli. Sevişme sonrasında erkeğin ejeküle ettiği 70 milyon kadar spermleri zorlu engelleri aşıp da dişi hücresine vardığında sayıları 70'e kadar düşmüştür. Aktolgalı Beylerbeyi gibi ilerlerlerken dişinin döl yollarında, yer yer birbirini kırarak, yer yer zayıf genetik yapılarından dolayı neredeyse %99'u yollarda telef olmuştur, zapt edilecek kaleye, dişi yumurtasının eteklerine geldiğinde. O tek dişiye ulaşmak için telef olan nice yiğitten geri kalan pek azı da kalan güçlerinin son zerresiyle bir hamle yapıp, tolgalarındaki sivri uçla dişi hücresini delip içine girmeye çalışırlar ve nihayetinde aralarından biri, 70 milyondan sadece biri hücre zarını deler ve kafasını yumurtaya sokar. Sen misin dişi hücresinin içöine giren? Kadın milleti değil mi? Spermin kafasını içinde hissedince birden "zona pellucida" adlı bir zırh örer dişi hücresi kendi çevresine ve bir daha hiç bir spermin içeri girmesine izin vermez. İçine aldığı spermin ise kafasından gerisini, yani kuyruğunu keser ve erkek hücresi neye uğradığını şaşırmış bir halde, gövdesiz, safi kelle olarak kalakalır dişinin içinde. Oysa kesilen kuyruğu, hareket organıdır erkek hücresi için. Kuyruk gidince hareket de biter ve erkek hücrenin kafası dişinin içinde erir. Oldu mu sana 1+1=1... yani 2 hücre birleşir ve tek hücre oluşur. Sonra başlar bölünme... 1-->2-->4-->8-->16-->32-->64-->128-->216-->432-->864 ve saire ve saire derken saniyeler içinde anne ve babadan gelen ama ikisinden de farklı olacak olan yeni bir hayatın hücre dönemi başlar. Embryonik dönem başlar. İşte bu dönemde bütün hücreler birbirinin aynısıdır. Kim ileride dalak olacak, kim kalp, kim böbrek, kim dudak henüz belli değildir. Kim kirpik, kim göz, kim gözün lensi, hangisi retinaya dönüşecek o bile belli değildir. İşte bu "indiferansiye hücre", yani "farklılaşmamış hücre" dönemindeki hücrelere "KÖK HÜCRE" der tıp bilimi. 

                                   *                                  *                                  *
Kök hücreler, yukarıda okuduklarınızdan da anlayacağınız gibi gebelik ilerler, embryo solucanımsı bir canlıya doğru dönüşürken ufak ufak hangi dokuyu oluşturacaklarına "karar" verirler. Kararda pek çok etken vardır, kafanızı şişirmeyim ama ilginç bir tanesinden söz edeyim bu aşamada. Tam hücreler farklılaşacakken, ana rahminde birbirinden farksız olan hücrelerden yerçekimine göre aşağıda olanlar, bedenin alt kısımlarını, sindirim sistemini, bacakları, deriyi oluşturmaya karar verirken, yukarıda kalanlar, kafayı, sinir sistemini vs oluşturmaya karar verirler. Başka bir karar verme mekanizması da "indüksiyon"dur. Teratoma bağlanacağımız kavram da işte burada başlar. Şöyle ki; embryonun orta kısımlarında bir grup henüz farklılaşmamış hücreyle, onun hemen üzerindeki bir grup yine henüz farklılaşmamış hücre birbirlerine doğru göç etmeye başlarlar ve iki grup temas eder etmez; alttan gelenler "indüksiyon"la böbrek hücresine dönüşmeye karar verirken, üstten gelenler, böbrek üstü bezi olmaya karar verecektir. İşte oluşum mekanizması böyle mükemmel işlerken bir takım nedenlerle yanlış "indüklenme" sonucunda bazı hücreler olmadık vücut bölgesinde bir araya toplanıp olmadık bir tümör oluştururlar. Ayva büyüklüğünde sütlü kahve renginde bir yapı düşünün; korku filmi gibidir. İçinde bir göz, üç beş saç kılı, tırnak, diş vs olan bir yumrudur teratom...

Şimdi bu bilgiyi bir kenara koyun, başka bir aleme dalacağız... Ama şunu unutmayın; "hiç farklılaşmamış bir hücre, yani kök hücresi, neyle indüklenirse, o dokuya evrilebilir..." İşte bunu unutmayın, çünkü omuriliğin yaralanmış bölgesinde bir teratom yaratarak, indüksiyonla omurilik hücresine dönüşmelerini umacağız birazdan. Şimdi başka bir mecrada, maceramıza devam edelim...
                                   *                                  *                                  *
Sene 1992, kök hücreyi dünya telaffuz ediyor ama nerede bu kök hücre acaba? Evet, kök hücre herkeste var ama bebeklikten itibaren hızla azalmakta. En yoğun olarak göbek kordonunda var. Doğan bebeğin kordonunda yani. O da o yıllarda çöpe atılmakta. Bir de o yıllarda senin kök hücren bana, benimki sana uydurulamıyor. Herkesin kökü kendine durumu var kısaca. Oysa erişkin birisinin bedeninde kemik iliğinde var, kanda var kök hücre. onlar da kolay ayrıştırılamıyor. Ayrıştırılsa da nasıl kullanılacağı henüz bilinmiyor. Nasıl yapacağız, nasıl edeceğiz? derken kafada ampul işte o ara yandı... Hastayı hamile bırakalım...

                                   *                                  *                                  *

Hamilelik tuhaf bir "hal"dir... Hiç bir şeyi normale benzemez. Girmeyelim fazla derine ama konumuzla ilgisi şöyledir. İnsandan insana ilk kalp naklini 1969 yılında Dr.Bernard yapmıştır ama hastası 48 saat hayatta kalamamıştır. Bernard operatör olarak başarılıdır oysa. Kadavradan aldığı kalbi, başka bir bedende çalışır hale getirmeyi başarmıştır ama yeni beden, başka bedenin dokusunu kabul etmemiş, yeni kalbi düşman gören bedenin askerleri, lökositler, kalbi yemiş bitirmişlerdir... Lökositlere kızmayın. Onlar her asker gibi sadece kendilerine verilen görevi yerine getirmişler, kendi hayatları pahasına da olsa, onları besleyecek pompa da olsa, o pompayı yabancılayarak bitirmişlerdir. Normaldir. Askerlerin verdiği reaksiyona tıp bilimi "host reaksiyonu" der... "Ev sahibi tepkisi" yani... Eve giren yabancıyı dışarı atmak için verilen bir reaksiyondur o ve fizyolojiktir. Normaldir. Olması gerekendir. Yoksa, mesela, öksürük refleksiyle, akciğerimize giren mikropları da gerisin geriye dışarı atamaz, gıdayla alınmış bakterileri de yok edemeyiz. E ne yapacağız o zaman? Host reaksiyonu meselesini nasıl aşacağız? Çare hamile kalmak... Matrak değil mi? Çare bebek...

                                   *                                  *                                  *


Hamilelik tuhaf bir durumdur dedik ya? Normal zamanda vücuda toz girse host reaksiyonu gösterirken hamile kadınlar bebeklerine karşı asla böyle bir reaksiyon geliştirmemektedir. Oysa bebeğin kan grubu da farklıdır, doku grupları da... Kadının içinde bambaşka bir yaratık vardır ama kadın ona karşı müthiş bir ev sahipliği yapar. İçindeki yabancıdır ama, o yabancı onu hasta edemez. O da o yabancıyı 9 ay boyunca atmaz içinden... Bunun da bir sebebi vardır. Kainatın milyarlarca yıllık tecrübesiyle geliştirdiği bir hormon girer devreye... Human Chorio Gonadhotrphic Hormon... HCG hormonu girer devreye... Şimdi alın bu bilgiyi de bagajınıza, daha yolumuz uzun... Bu aşamada şunu unutmayın yeter; omurilik yaralanması olan hastanın yaralı bölgesinde bir "DIŞ GEBELİK" oluşturacağız ve beden, kendi bedeninden olan bu dış gebelik ürününe karşı HOST REAKSİYONU GELİŞTİRMEYECEK..." Hedefimiz bu ama yol uzun, çetrefilli... Bir de ben artık yorgunum :) .... devamı gelecek...

DOLMABAHÇE DEKLERASYONU

SİNEMA STRATEJİK BİR SEKTÖRDÜR

antetlilogo.jpg
“Sinema stratejik bir sektördür”
Sayın Başbakan,

Bugüne dek neredeyse aldığınız hiçbir majör siyasi karara, attığınız hiçbir ideolojik adıma, hiçbir politik fikrinize, felsefi düşüncenize katılmadım ve partinize muhalif sanatçı kimliğimi hiçbir zaman gizlemedim. Buna rağmen burada bulunmamın sebebi hikmeti, “demokratik açılım” adını verdiğiniz hamlenizi, sadece yandaş ya da paydaşlarınıza değil, muhaliflerinize de bire bir, yüz yüze anlatma ihtiyacı duymanızdan kaynaklanmaktadır. Demokrat bir tavır olan bu tutumunuz karşısında, sinemanın özelinde, ülkemizin dünyaya açılımı, tanıtımı ve doğru algılanması için geliştirmemiz gereken stratejilerden bahsetmek ve “anlayışa giden yol beyinden değil, kalpten geçer” özdeyişinin “açılımını” yapmak istiyorum.

Beyaz perde olarak da tanımlanan sinema, aslında “beyaz perde değil, beyaz bir aynadır.” O beyaz aynada, ait olduğu toplumun tüm seçkileri, yargıları, yergileri, övgüleri, dertleri, aşkları, hüzünleri, manevi dünyası ve tüm maddi üretim değerleri yansır. İşte bu nedenledir ki, “sinema stratejik bir sektördür”. Öyle güçlü stratejik bir sektördür ki, bir ülkeyi tek bir filmle vezir ettiği gibi, yine tek bir filmle rezil de edebilir. Yalan ve iftiralarla dolu “Gece Yarısı Ekspresi” filminin bu ülke çocuklarına otuz yılı aşkın süredir çektirdiği acılar hala canımızı yakmaktadır. . Ne var ki, ülkemizin yanlış tanınmasına yol açan bu film ve benzerlerine karşı tez geliştirmek için, aynı güçlü silahı, yani stratejik bir sektör olan sinemayı kullanmayı bir türlü akıl edebilecek iktidarlar ve yasama organları gelmemiştir ülke yönetimimize. Örneğin, içinde bulunduğumuz Nisan ayı her yıl gelip çattığında  "Acaba Amerikan Başkanı bu sene soykırım sözcüğünü kullanacak mı?" sorusuyla yatıp kalkıyorsunuz. Ermeni meselesinde Türk tezi olduğunu söylüyorsunuz ve bunu dünyaya bir türlü anlatamıyorsunuz değil mi? Oysa Holywood projeleri kadar büyük bütçeyle desteklenen ve bir yönetmenimiz tarafından çekilecek bir filmle kendi tezinizi bir çırpıda tüm dünyaya anlatır, sesinizi duyurabilirsiniz. Batı dünyası kendi tezlerini sinema yoluyla anlatmayı, sinema sanatının stratejik önemini 60 sene önce görmüş, biz ise sinemadan korktuk, sansürledik, güdükleştirdik. Batının sinemaya bu çerçevede atfettiği önemi iki kısa örnekle bilgilerinize sunmak isterim.

Yıl 1946, II. Dünya savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri, savaşın galibidir ve Fransa’nın kurtarıcısı kimliğinden aldığı güçle, Amerikan şirketlerinin Fransa’da geniş bir ekonomik hacim elde etmesi amacıyla Fransız sinemalarında daha çok Amerikan filmi gösterilmesini Marshall planının bir parçası olarak masaya koymuştur. Sinemanın startejik bir sektör olduğunun bilincinde olan Fransız hükümeti ise, durumun farkına vararak derhal tedbir almaya yönelmiş ve Fransız sinemasını desteklemiştir. Takip eden yıllarda iktidara gelen tüm Fransız hükümetleri de maddi, manevi ulusal değerlerini yaşatmak, yaymak, tanıtmak ve daha çok insana ulaşmak amacıyla Fransız sinema sektörüne ciddi oranlarda destek vermektedir. Destek oranı 2008 yılında 1,5 MİLYAR Euro tutarında dev bir bütçeye ulaşmıştır. Bu rakam ülkemizde ise aynı yıl sadece 10 milyon Euro’da kalmıştır.

Yıl 1994… tüm dünya ülkelerinin sinemaları Amerikan filmlerine teslim olmuştur. Avrupa ülkelerinin tamamı Amerikan filmlerine kota koymak üzere yasal düzenlemelere girişmiştir. Bir sinema salonu bir yıl içinde toplam 100 sinema filmi gösteriyorsa, bunun 20 tanesi yerli film olmak zorundadır. Benzer bir yasal düzenlemenin bizde de hazırlıkları başlamış ve haber anında Amerikan Dış Ticaret Müsteşarlığı’na ulaşmıştır. Müsteşarlık hiç vakit kaybetmeden I. Bush’u uyarmış ve hazırlıklarımız Bush’un sert bir ültimatomuyla durdurulmuştur: “Eğer Amerikan filmlerine kota koyarsanız, biz de Türk tekstiline kota koyarız!” Bu ültimatomun nedeni, Türkiye’den Amerikan sinemacıların beklediği birkaç milyon doların eksilmesi değildir. Amerikan Dış Ticaret Müsteşarlığı’nı telaşa düşüren faktör, sinema sayesinde Türkiye’de şuurlara yerleştirilmiş olan Amerikan yaşam biçiminin, Ford’un, Westinghouse’un, Chevrolet’nin, General Electrics’in, Converse’in Lewis’in, F-16’ların, Ray-Ban gözlüklerin, helikopterlerin, laser’in, bilgisayarların, cep telefonlarının algılanmasındaki azalma olasılığıdır. Bu kadar büyük reaksiyon nedeni “sinemanın stratejik bir sektör” olduğunun farkına varmış olmalarından başka bir şey değildir.

Sinema stratejik bir sektördür, çünkü üretildiği ülkeye sadece direk satışı yoluyla mali katkısı olmamakta, reklâm kokmadan, saldırgan satış mümessilliği yapmadan, ülkeyi ve değerlerini sanatla çevreleyerek sunabilmektedir ve bu nedenle beyinlerden, akıllardan, hesaplardan, kitaplardan önce kalplere hitap eder.

Bu farkındalık düzeyine ulaştığımız anda, her şeyden önce daha çok sayıda ve dünya pazarlarında yarışacak yüksek kalite standardında film çekilmesini sağlamak için sektörel düzenlemeler yapmak gerekmektedir.  İşte bu nedenle sektörümüzde reform şarttır. Reforme edilmiş bir sinemamızın ise ülkemizi kanatlandırıp uçuracağı aşikârdır.

Fransa’da sinema sektörünün yönetimi Kültür Bakanlığına bağlı idari açıdan özerk, mali açıdan devlet denetimine tâbi bir tüzel kuruluş olan Fransız Ulusal Sinema Merkezi’ne bırakılmıştır. CNC’nin 1,5 Milyar Euro’ya ulaşan dev bütçesi doğrudan genel bütçeden alınmamakta, havuzuna 3 temel kaynaktan gelirler akmaktadır:
 
1.                  Bilet fiyatları üzerinden kesilen sinema vergisi                           % 11
2.                  TV kanallarının genel cirolarından kesilen sinema vergisi          % 5,5
3.                  DVD ve elektronik alet satışlarından kesilen sinema vergisi       % 2,5

Ülkemizde ise Kültür Bakanlığı’nın Destekleme Fonu’ndan başka bir fon sinemamızı desteklememektedir. Fonun geliri ise sadece tek bir kaynaktandır. Sinema gişelerinde kesilen bilet fiyatlarının %4’ünden ibarettir. Aslında “rüsum vergisi” adı altında biletlerden %10 oranında kesinti yapılmakta, ancak bunun %2’si belediyelere aktarılmakta, %4’ü Maliye Bakanlığında gasp edilmekte, Sinema Genel Müdürlüğüne ancak %4’ü ulaşabilmektedir. Son yıllarda mucize yaratmış olan sinemamızın başkaca bir kaynağı da yoktur.  Oysa bizde de televizyonların yıllık reklâm cirolarından %5 oranında kesinti yapılmakta, ancak toplanan para Fransa’da olduğu gibi film sektörüne değil, RTÜK’e aktarılmaktadır.

Elektronik cihazlar ve dvd’lerden bizde de Fransa’da olduğu gibi bandrol adı altında bir kesinti yapılmakta, ancak toplanan para yine film sektörüne değil, TRT’ye aktarılmaktadır.
Neredeyse sıfır devlet sübvansiyonuyla yurt içinde Amerikan filmlerine kafa tutabilmiş, yurt dışı festivallerinden onlarca ödül toplamakta olan sektörümüzün endüstrileşmesini sağlayacak bir modelin çerçevesinde kalite standardı yükseltilecek olan filmlerimizin daha cazip ihraç ürünlerine dönüşeceği aşikârdır. Bu yolda tek ihtiyacımız, yasama organından gerekli reformları çıkartacak güçlü ve demokrat bir hükümet iradesidir.

Üretim alanında sektörümüzün beklediği reformlara maddeler halinde göz atacak olursak işimizin aslında hiç de zor olmadığını görebiliriz.

1.Özerk Türkiye Sinema Kurumu kurulmalıdır
2.Fikri Mülkiyet Hakları ile ilgili yasaların AB müktesebatına uyumu sağlanmalıdır
3.Gişe gelirlerinden alınan %10 verginin tamamı film sektörüne aktarılmalıdır 
4.Elektronik cihaz satışlarından elde edilen verginin bir bölümü film sektörüne aktarılmalıdır
5.TV reklâm gelirlerinin RTÜK’e yönlendirilen %5’inin bir bölümü film sektörüne aktarılmalıdır
6. Sponsorları teşvik edecek yasal düzenlemelerin gerçek anlamda teşvik edici hale getirilmeli ve iş dünyasına tanıtılmalıdır
7.Ürün yerleştirme serbest ve ücretsiz bırakılmalı, yeniden düzenlenmelidir
8.%20 oranındaki stopaj vergisi düşürülmelidir
9.%18 oranındaki KDV’nin düşürülmelidir
10.Alt yapı yatırımları teşvik kapsamına alınmalıdır (plato, laboratuar, stüdyo, kamera, ışık malzemeleri)
11. Yabancı film yapımcılarının ülkemizde film çekmelerini teşvik etmek amacıyla vergi iadesi uygulaması daha cazip hale getirilmelidir
12. Uluslara arası özel ikili ortak yapım anlaşmaları sağlanmalıdır
13.Korsanla aktif olarak mücadele edilmelidir
14.Sosyal güvenlik ve çalışma koşulları derhal düzenlenmelidir
15.Dünya pazarlarında yarışabilmek, film ihracatımızı artırmak üzere “dış tanıtım”a ayrı bir önem vermek gerekmektedir. Ancak aktif bir dış tanıtım stratejisiyle global pazardan pay almamız ve milyonlarca dünyalının kalbine girmemiz mümkün olabilecektir.

Konuşmamı noktalarken Film Yönetmenleri Derneği Yönetim Kurulu Eşbaşkan’ı sıfatımla, sizin, kültür, maliye ve çalışma bakanlarımızla birlikte, sektör önde gelenlerinin katılacağı ve yukarıda bir kısmını özetlediğim sinema reformuna dair, iki günlük bir çalıştaya davet etmek isterim.

Unutmayalım:
“anlayışa giden yol beyinden değil, kalpten,
demokrasiye giden yol ise meclisten değil, beyaz aynadan geçer”

25 Nisan 2014 Cuma

NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU



Narsistik Kişilik Bozukluğu:

Aşağıdakilerden en az besinin varlığı ile erişkinliğin erken dönemleri de başlayan , üstünlük hisleri, beğenilme ihtiyacı ve kendini başkasının yerine koyamayıp, insanlara uygun yaklaşımlarda bulunamama ile seyreden bir rahatsızlıktır.

1-Kendisinin başkalarından çok daha önemli olduğu duygusu içindedir. ( gösterdiği başarıları , sahip olduğu becerilerini çok daha olağanüstü olarak görüp, yeterli bir temeli olmamasına karsın çok değerli ve yüksek bir şahsiyet olarak bilinmeyi bekler.)

2- Düşünceleri ,hayalleri büyük bir güç, engin bir deha, kusursuz bir güzellik ve mükemmel , sonsuz sevgi üzerinedir.

3-Özel, benzeri olmayan biri olup, kendisini ancak çok zeki ve ustun nitelikli kişilerin anlayabileceğini düşünür ve sadece bu kişilerle ilişki kurup, dostlarını bu kişilerden seçmeyi düşünür.

4-Çevresindekiler tarafından çok beğenilmeyi bekler.

5-Hak ettiği duygusu içindedir. Sahsına özel, başvuran diğer kişilerden farklı bir tedavi uygulanacağı düşünceleri ve davranışları içindedir.

6-Diğer insanlarla karşılıklı ilişkilerinde bencilce, çıkar düşünerek hareket eder. Başkalarının zaaflarından yararlanıp, hedeflerine ulaşmayı gözetir.

7-Kendini diğer kişilerin yerine koyup, onların hissettikleri , düşündükleri ya da ihtiyaçları konularını anlamaya ve bunlara saygı duymaya isteksizdir.

8-Genellikle başkalarının başarıları, yaptıkları , değerleri ve onların genel olarak varlıklarını kıskanabilirler. Diğerlerinin de kendilerini kıskandığını düşünürler.

9-Kendini beğenmiş, ukala ve küstahça tutumlar içine girerler.

   Kendilerinin çok önemli , vazgeçilemez oldukları seklinde bir düşünce içerikleri vardır. Halk arasında"Büyük dağları ben yarattım" denen tavırlar içindedirler, gösterişçi ve kendini metheden konuşma ve davranışlar içindedirler. Bunların karşılığında bekledikleri ilgi, övgü , hayranlık ifadeleri ile karsılaşmadıklarında hayrete düşüp, hayal kırıklığı ve mutsuzluk dönemleri yasayabilirler. Başkalarının da kendi başarılarındaki katkısını gözardı edip, onları hesaba katmazlar. Otorite ya da üst düzey kişilerle ilesin kurmak için çabalayıp, bağlantı kurdukları bu kişilere abartılı nitelikler atfederler. Bu şekilde kendilerini de bu kişilerden varsayarlar. Daima bir kurumun en yetkilisi ( başhekim, profesör, mudur, komutan, işveren vs.) gibi en yetkili ile iletişime geçip, diğerlerinin fikirlerine aldırmazlar.

   Devamlı olarak birselde ne kadar iyi oldukları, oradakilerin kendilerini nasıl el üstünde tutup, değer verdiği, sevgi ve saygıyla karşılandığı üzerinde düşünürler. Çevrelerinden sürekli övgü, alkış beklerler. Sıra beklemek, izin istemek, yol vermek onların sözlüğünde olmayan kavramlardır. Çünkü kendilerine göre hersele hakları vardır ve daima bir öncelikleri olduğu düşüncesi içindedirler. Başkalarından bu konularda destek ve yardim göremediklerinde öfkelenirler. Başkalarını kendi isleri ve keyfi için köle gibi kullanabilir, yakın çevrelerini üst düzey ya da kendilerini pohpohlayacak kişilerden seçerler (en güzel ,en tanınmış kişiyle görünmek, arkadaşlık etmek, bu amaçla o tur kişilerin bulunduğu sosyal klüp, derneklere girip,faaliyetlerde bulunmak gibi).

   Diğer kişilerin içinde bulundukları durumlar konusunda aşağılayıcı, eleştirici, ilgisiz ve hafife alır bir tavır sergilerken, kendinin karsılaştıklarını derinlemesine aktarmaya çalışarak cifte standart uygulayabilirler.
Herkesin başarısına haset edip, onların hiç birsele layık olmadıkları, kendilerinin de isterlerse kolayca onu yapabileceklerini düşünürler.

   Kendilerine yapılan en ufak yapıcı eleştiri ya da düzeltme,ekleme ve öneri bu kişileri ağır bir şekilde yaralayabilir. Bu durumda küçük duşmuş, mahvolmuş ,ortada bırakılmış hissedebilirler. Bu durumda aniden hiddetlenip, kırıcı olabilirler. Bunlardan ötürü sosyal ilişkileri bozuk olup başarıları devamlı olamaz. Başkaları ile yarışma gerektiren islerde yenilme riski nedeniyle ,bu islere karsı isteksizlikleri is ve sosyal hayatta beklenen düzeyin altına düşmelerine yol açabilir.

Birlikte bulunabilen rahatsızlıklar:

-Majör depresyon

-Distimi

-Anoreksia nervosa

-Madde kullanım bozukluğu

-Kişilik bozuklukları ( histrionik, borderline,
antisosyal, paranoid k.b.)

Kimlerde görülebilmektedir:

Vakaların yarıdan çoğunu erkekler oluşturmaktadır. Toplumda % 1 den daha az oranda görülmektedir.

Tedavi:

Bireysel psikoterapi uygulanmalıdır. Tedavide kişiliğe ait abartılı beklentiler, düşünceler ve davranışların uygun ve gerçekçi olanlarla değişimi, kişiler arası yaklaşımların düzeltilmesi ve kırılgan yapı üzerinde çalışılır. 

24 Nisan 2014 Perşembe

SEVMEYE VAKİT Mİ VARDI 2.KISIM

“Sessizler Bahçesi”... 

Dersaadet’in, cihanda eşi benzeri olmayan Boğaziçi’nde, vakur bir tevazuyla kıyıya yaslanmış Osmanlı İmparatorluk sarayının muayede salonundaki altın tahtında oturmakta olan Sultan Reşat Han, kalın gözlük camlarını temizlemek üzere çıkartınca karşısındaki bulanık görüntü ona, Galata Mevlevihanesi kabristanının giriş kapısı üzerindeki levhada yer alan, bir görüp bir daha aklından çıkartamadığı sülüs yazıyla yazılmış ibareyi hatırlattı. 

“Sessizler Bahçesi”... 

Oysa karşısında, çoğu ak saçlı, ak sakallı, göğüsleri bol madalyalı, sırmalı; görmüş, geçirmiş paşalar ve devlet adamlarından oluşan Saltanat Şurası toplanmıştı.

Türkler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler, Araplar,  Lazlar ve bilumum halktan oluşan İmparatorluğun milletlerinin temsicileri, muhteşem bir çeşitlilik arz ederek Sultan’ın karşısında saygıyla ayakta durmaktaydı. Sultan Reşat her zamanki nezaket ve sükûnetiyle, İmparatorluğunun kaderini belirleyecek olan Saltanat Şurası müzakerelerinin açılış konuşmasını yapmak üzere ağır ağır tahtından doğrulunca, salonda nefesler tutuldu.

- Osmanlı Saltanat Şurasının aziz azaları, malumunuz İtalyanlar, Trablusgarp topraklarımızı işgal etmiş bulunmaktadır.

Salondan mırıltılar yükselirken dikkatler İmparatorluğun Roma büyük elçisi Gabriel Noradonkiyan Efendi’ye çevrildi. Öyle ya, İtalyanlar henüz Trablusgarp’a asker çıkartmadan önce, alınan bir istihbarat sonrasında Roma Büyükelçisi Noradonkiyan Efendi’ye Hariciye Nazırı resmi yazıyla keyfiyeti sormuş; karşılık olarak İtalyan devleti’nin Osmanlı topraklarında asla ve kat’a gözü olmadığı cevabını almıştı. Bu bilgiyle İmparatorluk rahat bir nefes almış, ancak nefes daha akciğerlere inmeden, İtalyan donanmasının Trablusgarp’a çıktığı haberi gelmişti. Noradonkiyan:

- Hepimizi kandırmışlar!

diyerek, üzüntülerini bildirmiş, Hariciye Nezaretinin, İtalya’yla diplomatik ilişkileri kesmesi üzerine, başkente geri çağrılmış, Saltanat Şurasına Ermenistan temsil heyeti üyesi olarak dahil olmuştu. Sultan Reşat:

- Hükümetimiz bu olup bitti karşısında, dört maddelik bir kanun teklifi vermiş idi. Ancak meclisler karara varamadığı için bu mühim mevzuuda nihai bir fikir tesis edilemedi. Meşrutiyet anayasasının bana vermiş olduğu hakka dayanarak sizleri bu müşkül mevzuu istişare etmek için topladım. Öncelikle Vekilim ve İmparatorluğumuzun Sadrazamı Sait Paşa’yı dinlemek isterim..

deyince Koskoca İmparatorluğun Padişah’dan sonra en güçlü makamında oturan Kabine Reisi Sadrazam Küçük Sait Paşa, konuşmaya başlamadan önce kısa, kesik bir öksürükle boğazını temizledi ve:

- Haşmetmeap, hükümetimiz ilk olarak İtalya’ya savaş ilan edilmesini, bu meyanda borçlarımızın  iptalini, bu devlete önceden verilmiş olan  kapütülasyonların kaldırılmasını ve son olarak İtalyan mallarının boykot edilmesini bir kanun teklifi olarak müzakereye arz etmiştir.

Sultan Avrupa devletlerini ayağa kaldıracak böyle bir kararın çıkmasından önce, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ındaki ana muhalefet partisinin görüşünü bir de şuranın önünde duymak isteyince, daha geçen hafta kurulmuş olan ve milletvekillerinin kayda değer bir bölümünü çatısı altına çekmeyi başaran Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin sözcüsü Damat Ferit:

- Şevketmeap; İtalyanlar Trablusgarb’ı alma konusunda kararlıdırlar; biz üç kuvvet koysak, onlar beş kuvvet koyacaklarını meclislerinde karara bağladılar.

diyerek sözlerine başladı. Mecliste halen çoğunluğu elinde bulundurduğu için iktidar partisi konumunda bulunan İttihat ve Terakki Partisi Reis’i Talat Bey başta olmak üzere, Şura azalarının bir bölümünde bir kıpırdanma oldu. Yıllardır İttihatçılar’la birlikte “jöntürk”lüğü savunagelen, ancak siyasi kariyerinde beklediği ikbale, İttihat ve Terakki Partisi içinde bir türlü kavuşamayan Damat Ferit, şimdi eski dava arkadaşlarının karşısına geçmiş, başını Prens Sabahattin Bey’in çektiği, liberal fikriyatı şiar edinmiş olan Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin kurucuları arasına katılmıştı.

- Hünkarım... Allah muhafaza savaş kararı alırsak maalesef kazanma şansımız yoktur.  Haşmetmaap Savaş demek, para demektir ve devlet askerlerine  bile maaş ödeyemez haldedir. Devletimizin Büyük devletlerden aldığı borç miktarı 250 Milyon altına ulaşmıştır. Borç iptali ve kapitülasyonların kaldırılması kararını sadece İtalyanlar için bile alsak, o an büyük devletler sıranın kendilerine geleceğini düşünecek ve bunu savaş sebebi sayacaktır. İşte osmanlının sonu asıl o zaman gelir.

İttihat ve Terakki partisi reisi Talat Bey Damat Ferit’in sözlerini “ya sabır” çekerek dinlemişti. Atak ruhunu daha fazla dizginleyemeyince af dileyerek lafa karıştı:

- Hünkarım, Damat Efendi muhalefetin konak pencerelerinden bakınca, ancak batılıların ve ticaret erbabının sıkıntılarını görmekteler. Milletin penceresinden ise, İtalyan çizmeleriyle çiğnenmekte olan vatan toprakları görülüyor. Bugün Osmanlı’nın haysiyeti ayaklar altına alınmıştır, bugün Trablusgarp kan ağlıyor.. İttihat ve Terakki buna daha fazla müsaade etmeyecektir

Sultan Reşat, Talat Bey sözlerini bitirdiğinde ancak hükümdarlara mahsus olan bakış-emri ile Damat Ferit’e konuşma izni verdi.

- Hünkarım; Bizler Hürriyet ve İtilaf Partisi olarak süratle barış anlaşmasına gidip, en az zararla bu belayı savuşturmak gerektiğine inanmaktayız.

sözleriyle partisinin görüşlerini belirten Ferit Bey’e, Talat’ın cevabı hiç gecikmedi:

- Vatan toprakları işgale uğrayan bir devlet savaşmadan barış derse bunun anlamı teslimiyettir. Osmanlı teslim olmaya başladı mı sonumuz geldi demektir. Trablusta savaşmak zorundayız. İtalyan Kapütilyasyonlarına gelince, imtiyaz demek güven ve iyi niyettir. Onlar iyi niyetli olmadıklarını ispat ettiler. Bu durumda İşgalin bedelini ya biz ödeyeceğiz ya onlar. Biz İttihat ve Terakki Partisi olarak boyun eğmemeyi teklif ediyoruz.

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ını oluşturan iki partinin birbiri ile taban tabana zıt görüşte oldukları bir kez daha ortaya çıkmıştı. Bu kritik kader anında, Şurada hiç kimse söyleyecek başka bir söz bulamazken, konuşmacıları oturduğu tahtından dinleyen Sultan Reşat ağır ağır doğruldu. 

- Meclislerde alacağınız kararın altına Meşrutiyetin hükümdarı olarak mührümü tereddütsüz basacağım. Temennim ve beklentim odur ki, olup bitenler felakete dönüşmeden meclislerden hayırlı bir karar çıksın.. Allah selamet versin..

Tahttan inerek muayede salonundan çıkmaya yönelen padişahı, başlar saygıyla öne eğilmiş, sessizce bekleyen Saltanat Şurası azaları devasa kapının kanatları üstlerine kapanana kadar yerlerinden kıpırdamadılar.

                         *     *     *

Aynı dakikalarda, kuzey Afrika’nın uçsuz bucaksız çölünde, gariban bir vahada kurulmuş, yirmi kadar çadırdan ibaret Osmanlı karargahında ilk şehidin, Ertuğrul’un cenaze töreni yapılmaktaydı. Mustafa Kemal ve Enver dahil, bütün fedailer mezarın başında, Ertuğrul’u ebediyete uğurladılar.
   
                         *     *     *

Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini gösterdi. Hafif hafif esen diri rüzgarla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. 

Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Enver usul usul yanmakta olan ateşin önünde kuma oturmuş, hülyalı gözlerle ateşin dansına dalmış, Naciye Sultan’a yazacağı mektubu kafasında kurmaya çalışıyordu. 

Neden sonra kelimeler kalemin ucundan damlamaya başladı: “Ruhum, Sultanım, Efendim...” Enver durdu, hafifçe gülümsedi. Her mektup yazmaya oturduğunda evvela nasıl bir hitapla başlayacağını düşünürdü. Artık tecrübeyle sabitlemişti ki; ilk hitapta seçtiği kelimeler, her zaman mektuplarının arkasını getirecek olan anahtarlar olmuştu. 

“Ruhum, Sultanım”, “Sultanım, Ruhum”, “Ruhumun Sultanı”, “Gözümün Nuru”, “Canım Efendim”, “İki Gözüm, Sultanım”, İki Gözüm Sultanım, Efendim”, “Sultanım, İki Gözüm, Efendim”, “Ruhum, Elmasım”, “Mukaddes Sultanım”, “Güzel Meleğim”, “Kainattan Aziz Sevgili Sultanım, Efendim” ve benzeri hitaplarla yaptığı açılışlar, her zaman, Naciye Sultan’a yazmak istediği müteakkip satırlara kılavuz olmuştu. Yine ruhunun derinliklerinden gelen insiyakın doğruluğuna inanarak gülümsemişti. Mektuba devam etti: 

“Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” darb-ı meseline inanmak mı lazım gelecek. Kalbim, hissiyatım benim için bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.” Son yazdığı temenni kelimesinin zayıflık intibaı uyandırabileceği endişesi ile bir an duraklasa da, yine de insiyakının sesini dinlemeyi tercih ederek, mektuba devam etti: “Dün geceden beri hafif bir fırtına hükmünü sürdürüyor. Bu unutulmuş çölde, fırtınanın hışırtısından başka birşey işitilmiyor. Böyle yerde insan kendini her taraftan ayrılmış, büsbütün yalnız hissediyor. Bu yalnızlık içinde yegane düşüncem sizlersiniz. Kimbilir şimdi derin derin uyuyor,”...

Enver,  “uyuyor” yazıp da virgülü koyunca bir an durup içinden gelen sesi dinledi ve cesaretle cümlenin sonunu getirdi: “belki beni düşünüyorsunuz, kimbilir ne güzel rüyalar görüyorsunuz”. Ben ise bin türlü müşkilat arasında yegane olarak istirahat ve zevki sizi düşünmekte, böyle herkes dağıldıktan sonra yalnız olarak sizi tahayyülde buluyorum. İhtimal bu sözleri okuduğunuz vakit, yine hiç unutmam, bir mektubunuzda dediğiniz gibi; “öyle yalancıktan romanlarda gördüğünüz şeyleri yazmayın!” Diyeceksiniz. Fakat ruhum! Umarım ki bu defa artık hissiyatımın sizi aldatmak için yaratılmamış olduğunu anlıyorsunuz. Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman yazdıklarımı, böyle, düşman karşısında bütün adamlarımın hayatını elinde tutarak, onların ve vatanın bu parçasının mesuliyetini üzerimde taşıdığım bir zamanda da ayniyle yazıyorum.” 

Artık kelimeler teklemeden çıkmaya, düşünce bantı patinaj yapmaksızın akmaya başlamıştı. Kalemini mürekkebe daldırıp, damlanın fazlasının düşmesini beklemeden devam etti: “İkigözüm! Sizi belki ebediyyen göremeyebilirim. Kimbilir yarın vuku bulacak bir muharebede, tepemden aşağı yağan misketten bir tanesi hayatıma hateme çeker. Fakat emin ol ki sultanım, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum. Allahtan istediğim birşey var, o da siz müsterih ve afiyette olunuz ve size böylece merbûd olan bu kalbi unutmayınız. Sizi bütün muhabbetimle kucaklar, güzelgözlerinizden öperim ikigözüm. Enver’iniz”. 

Enver, mektubu soluksuz tamamlamıştı. Katlayıp zarfa koymadan önce, kulağa nasıl geldiğini anlamak için bir kez de mırıldanarak okumaya karar verdi.

-Ruhum, Sultanım, Efendim...

“Buraya kadar iyi gidiyor” diye geçirdi içinden ve yine mırıldanarak devam etti:

-Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” darb-ı meseline inanmak mı lazım gelecek. Kalbim, hissiyatım benim için bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.

Durdu. Son kelimeyi bir kez daha okudu:

-İnşallah...

Kullanıcısının iyi niyet hislerini, yaldızlı olmamasına rağmen, Allah’ın lütufkarlığının yüceliğiyle bezeyerek ifade eden ve sırf bu nedenle bu kadar çok severek kullandığı bu kelimeyi, mektubunun tam da bu noktasında bir türlü sevememişti. Kendine güveni tam olmayan bir aşık intibaı bırakıyordu sanki. Kararlı bir şekilde kelimenin üstünü çizdi ama bu kez de ihtimam göstermeyen bir aşığın mektubuna dönüşüverdi elinin altındaki kağıt parçası. Tereddüt etmeden buruşturup ateşe attı. Alevlerin yalayışıyla kavrulup havaya savrulan kelimelerine bir süre baktı. Sönmeye yüz tutumuş ateş, sanki onun kelimelerinin sıcaklığıyla yeniden yakıcılığına kavuşur gibi olmuştu ama bu da uzun sürmedi. 

Gece ilerledikçe çölün ayazı iyice çıplak tenleri ısırmaya başlamıştı ki, ateşe dalıp gitmiş olan Enver, içten gelen bir titremeyle bunu hissetti. Küllerin arasından aldığı bir dal parçasıyla ateşi dürtüp canlandırmaya çalışırken aklından, az önceki titremesinin esas sebebinin ne olduğunu geçirmeye çalıştı. 

Çölün ayazı mı, yoksa aşkla dolu hislerinin tercümanının bir anda yanıp yok olması mı içini titretmişti az önce?  Yoksa, Allah esirgesin, hemencecik yanıp da, sönüveren, kağıt parçası değil, hislerinin ta kendisi miydi? Öyle ya, her ne kAdar, Padişah’ın inayeti ile, Naciye Sultan’ı nikahına alarak Saray’a damat olsa da, henüz karısının, bırakın yüzünü, tek bir fotoğrafını dahi görmüş değildi. Padişah kızıyla  yüzünü görmeden evlenmeye karar vermesine; bırakın evlenmeyi, görmediği on üç yaşında bir kıza zilzurna aşık olmasına bakan bir kısım kötü niyetli, kötü ruhlu zevat, sanki görücü usülü evlilik başka bir milletin ananesiymiş gibi, aslı astarı olmayan bir dedikoduyu memlekete yaymış, meşrutiyetin kurucusu, hürriyet kahramanı Enver Bey’in, sanki böyle bir şeye tevessül etme ihtiyacı duyacakmış gibi, sırf saraya damat olmak için vaziyeti sineye çektiğini yazıp çizmişlerdi. 

Bunları düşünürken hayalinde prensesin suretini tarif üstüne canlandırmaya çalışan Enver, ateşi dürtüklediği dalın ucundaki kömürü kullanarak, Naciye Sultan’ın kara kalem portresini çizmeye karar verdi. 

Enver’in, resmetmeye kabiliyetli olduğu çoktan beri ispatlanmış olan becerikli eli, boş papirüsün üzerinde adeta dans ederek gidip geldikçe, ortaya, basbayağı alımlı bir geç kadın sureti çıkmaya başlamıştı ki, münasebetsiz bir sesin tesiriyle, kalem kayıverince, tam da dudakların birleşiği köşede hayal ettiği iffetli gülümseme, aniden ifadesiz bir gülümsemeye dönüşüverdi.

- Böyle miymiş prenses hazretleri?

Silahşör insiyakiyle tabancasına davranan Enver, seslenenin Mustafa Kemal olduğunu farkedince omuzlarını gevşetti.

- Hay Allah! Korkuttun beni. Dalmışım.

Derken, Mustafa Kemal’in eğilmiş, resme bakmakta olduğunu fark etti. Artık saklayacak olsa bir türlü, gösterecek olsa başka türlüydü. Serçe parmağıyla kaşındaki bir tutam beyaza dokunurken, pembeleşmiş yanaklarıyla, masum bir mahcubiyet içindeydi. Mustafa Kemal ise, çölün verdiği sıkıntıyı dağıtmak için sanki başka mevzu kalmamış gibi Naciye’nin resmine bakmaya devam ediyordu.

- Oldukça güzelmiş prenses hazretleri. Henüz görmediğini sanıyordum...

- Görüşmedik..

Enver’in cevabı keskin bir bıçak gibi ayazı kesti. Aynı anda resmi de ters çevirmişti. Aynı keskinlikle, gizli ve açık manası “git-yat” demek olan bir cümle kuruverdi:

- Sen uyumadın mı hala?

- Uyku tutmadı, dolanıyordum...

Sönmeye yüz tutmuş ateşin fersiz ışığında, Mustafa Kemal’in yüzünde az önce gördüğü belli belirsiz müstehzi ifade hala duruyor muydu, durmuyor muydu, seçilemiyordu ama, neyse ki ateş almaya gelmiş olan Mustafa Kemal, cigarasını yakmıştı.

- İyi geceler kardeşim...

- İyi geceler Kemal !

Enver arkasından bakarken, Mustafa Kemal dudağında ince bir tebessümle çadırına doğru yürüdü. Karargah uyumaktaydı.  Teğmen Yusuf da, sırtını Mustafa Kemal’in çadır direğine yaslamış, ellerinin arasında tuttuğu mektupla uyuya kalmıştı. Kumandanının ayak seslerini fark edince, ayağa fırladı. Mustafa Kemal:

- Uyumadın mı sen hala?

- Bir emriniz olur diye bekledim kumandanım.

- Eh! Madem ayaktasın bir fincan kahve yap bari!

- Başüstüne kumandanım!

Mustafa Kemal çadırının önündeki derme çatma masaya otururken, Yusuf’un elindeki mektubu katlayıp, öptüğünü, sonra da göğüs cebine koyduğunu görmüştü.

- Karından haber var mı?

- Var komutanım, bir oğlum olmuş..

- Sorunca mı söylenir çucuk? Niye haber vermedin?

Teğmen Yusuf’un verecek cevabı yoktu. O, atalarından duyduğu; “aç var, açıkta var”, ikazı ile sevinçlerini bağıra çağıra ortalığa afişe etmeyi, sevinci olmayanlara karşı ayıp sayıp da, mahçup bir tevazu ile içinden yaşayanların topraklarında, Anadolu’nun bağrında büyümüştü. Kumandanına verecek cevap bulamayınca yanakları kızarmıştı. Kumandanı elbette biliyordu, cevapsızlığın nedenini. Yusuf’u daha fazla sıkıntıya sokmak istemedi.

- İyi bakalım-, allah analı babalı büyütsün. Bana bak çucuk, asker yolu bekleyen ananın yüreği dar olur; kendimden bilirim, mektupsuz, habersiz bırakma kızcağızı...

- Emredersiniz kumandanım.

Kahve fincanını masaya bırakan Yusuf iki adım geri çekilip bekleyince, Mustafa Kemal:

- Hadi bakalım, şimdi git yat.

- Emredersiniz kumandanım. Bir emriniz var mı?

Mustafa Kemal sesini bir parça sertleştirerek,

- Git yat dedim ya çucuk!

Teğmen Yusuf telaşla selam verip uzaklaştı. Mustafa Kemal sigarasından derin bir nefes çekerken başını geriye doğru atınca sonsuz saf siyahın içinde parıldayan yıldızların semavi gösterisinden gözleri kamaştı. Cebindeki ortası yanık mektubu çıkartıp, küçük masasının üzerine koydu ve gaz lambasının titrek ışığında cevap yazmaya başladı.

- Deryagözlü Eleni’mu... Tanrının güneşle yaktığı topraklardayım. Kuzey Afrika’da bir çöl burası. Şimdi hepimiz, bütün arkadaşlar burada, şahsi emellerimizden, şahsi arzularımızdan ziyade, vatanın müdafaası için tek vücut olduk. Gece olunca yıldızlar sanki onları tutmam için aşağıya iniyor, tıpkı Selanik gecelerindeki gibi, Elenimu. Yıldızlara birlikte baktığımız son geceyi hatırladım...

Mustafa Kemal, mektubun burasında durup kendisine uçsuz bucaksız gökyüzünden bir yıldız seçmek üzere başını kaldırdı. Çok değil daha üç ay önce Selanik’te Beyaz Kule’nin balkonunda Eleni’yle yıldızlara baktıkları geceyi hatırladı.

- Kemal! Bak! Yıldız kaydı gördün mü?

- Nerde?

- Şunu görüyor musun? En parlak olanı? Işte o venüs.. Onun yanından kaydı..

Eleni elini zarif bir bilek hareketiyle yıldızlara doğru uzatırken, işveli bir edayla Mustafa Kemal’e sokuldu. 

- Sen astrolojiye de inanmazsın değil mi Kemalimu?

- Ben sadece astronomiye inanırım Elenimu?.. İstikbali yıldız pırıltısında değil, kılıç şakırtısında aramaya başlayalı çok oldu...

Eleni, gecenin serinliğinden mi, Kemal’in romantizmden eser taşımayan sesinden mi bilinmez, ürperdi. Mustafa Kemal üzerindeki askeri ceketini genç kadının omuzlarına örterken, Eleni onun yakışıklılığına hayranlıkla bakmaktan kendini alamıyordu.

Hoş sadece o değil, askeri lise üniformasını giyip de elini öpmek üzere annesinin ikinci evliliğini yaşadığı sokakta göründüğünde, terzi Mualla iğneyi parmağına batırmış, komşusu Eftelya asmaya çalıştığı çamaşırı ipten düşürmüş, dedikoducu kadınlar dişlerinin arasına sıkıştırdıkları ay çekirdeklerini çıtlatamadan öylece bakakalmışlar, o günden sonra ne Selanik’in namlı güzelleri, ne de Manastırın işveli tazeleri bakışlarını ondan alamaz olmuşlardı.

Eleni o günlerde henüz serpilmiş, yeni taşındıkları bu mahallede, kadınlar gününde bir gün hamamda üryan su dökünürken endamını gösterince, başından üç doğum, dört düşük geçmesine rağmen tam on yedi yıldır güzellikte birinciliği elinden alınamamış olan “Selanik’li Afrodit” nam, Alexandra bile “yassuvre! Hey maaşallah” diyerek, görünmez tahtıyla, tacını oracıkta Eleni’ye teslim edivermişti. İşte tam da Eleni’nin namının alıp yürüdüğü günlerden birinde, genç Mustafa Kemal, ramazan bayramı dolayısıyla verilen tatilde yine doğduğu şehre gelmiş, yakın arkadaşlarıyla Asmalı Meyhane’nin denize bakan ön bahçesinde oturmuş, harçlıkları ancak ona yettiği için, Apostol’un kendi imalatı olan ucuz biradan -yoksa boza mı demeli?- içerken, sanki bu delikanlı yaşlarınının başka muhabbet mevzuu yokmuş gibi gene Devlet-i Alî’yi nasıl kurtaracaklarını konuşuyor, arkadaşlarının “dur! sus!” gibi ikazlarına aldırış etmeksizin yüksek perdeden, yapılması gerekenleri bir bir sıralıyordu ki, hiç beklenmedik bir rüzgarla ters dönen şemsiyesine hakim olmaya çalışırken elindeki paketleri düşüren Eleni’nin görüntüsü etraftakilerin retinalarına düşmeye vakit bulana kadar, yerinden fırlayan Mustafa Kemal duruma hakim olmuştu bile. Sadece duruma mı? Eleni’nin göğüs kafesini kırmak istercesine çarpmaya başlayan küçük kalbine de hakim olmuştu. 

İşte şimdi aralıklı görüşmelerle, yasaklarla yaşayageldikleri ilşkilerinde yine kaçak bir anın tadını çıkartırlarken, Mustafa Kemal, alt tarafı ceketini örtmüş, örterken de omuzlarına parmaklarının ucuyla şöyle bir dokunmuştu ama Kemal’in erkek kollarındaki güç, elektrik akımı verilmiş gibi Eleni’nin bütün hücrelerine dalga dalga yayılmıştı.

- İtalyanlar Trablus’u bombalamaya başlamış. Mütemadiyen asker çıkartıyorlarmış.

Kule dibinden yükselen bu çığlık, sanki Selanik şehrinin şalterini indirmişti.

Eleni’ye dönüp, başıyla sert bir asker selamı veren Mustafa Kemal, kızı orada öylece bırakıp, kulenin merdivenlerinden aşağı uçarcasına indi. Kule dibindeki kalabalık neler olup bitiiğini anlamaya çalışırken, Selanik garına giren trenin acı sireni sesleri örttü. Enver, haberi Berlin’de alır almaz ilk trene atlamış, soluğu Selanik’te almıştı. Başta partililer, neredeyse tüm Selanik halkı İttihat ve Terakki’nin yalıdaki merkezine doluşmuştu. Enver kürsüde, arkasındaki duvara asılı haritada göstererek durumu açıkladı:

- Kardeşlerim, Berlin’deki büyükelçiliğimizde İtalyanların Trablusu işgale başladığını içimiz kan ağlayarak öğrendik.
Salondaki öfkeli kalabalık, “Savaşalım! Gidelim! Öl de, ölelim!” Ve benzeri nidalarla yeri göğü inletirken Enver kafasındakini açıkladı.

- Savaşmak için ordu göndermemiz lazım ancak deniz yoluyla göndermemiz imkansız. İtalyanlar Akdeniz’e bütünüyle hakim. Bizim hantal donanmamızı ilk atakta batırırlar. Karadan asker sevketmek de imkansız çünkü Mısır da İngilizler’in işgali altında. Müttefikleri olan İtalya’yla savaşacak bir ordunun geçmesine müsaade etmezler. Yani kısacası Devletin eli kolu bağlı. Bu durumda yapılacak tek şey var...

Konuşmasının burasında küçük bir es verince, salon nefesini tutup, liderlerinin ne diyeceğini bekledi. Enver:

- Trablusgarp’a gizlice gideceğiz. Orada Almanların gerilla savaşı dediği, sizinse gayet iyi bildiğiniz çete savaşı yapacağız...

Salondan kahramanca nidalar yükselirken, meseleleri serinkanlı ve etraflıca düşünüp, tarttıktan sonra hareket etmesiyle meşhur Ali Fethi:

- Bu Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya savaş açması manasına gelmez mi?

- Devlet kararı demezsiniz. ‘kendi kararlarıydı’ dersiniz.. 
Allah’ın izniyle kazanırsak sahip çıkarsınız. Zafer İmparatorluğumuzun zaferi olur. Kaybedersek ‘Başıbozuk Çeteciler’ dersiniz. Osmalı’ya halel gelmez.

Vatanının onuru için gözünü kırpmadan ölüme koşan bu yiğit adamın adının, istiklalleri uğrunda canını verdiği gelecek kuşakların tarih kitaplarında, kahraman şehit değil, başı bozuk çeteci olarak düşmesi ihtimaline rağmen gösterdiği kararlı fedakarlık salondaki silahşörlerde, bıraksalar, şimdi pencereden uçup, doğrudan Trablusgarp’taki İtalyan karargahının tepesine konmak arzusunu öyle bir ateşlemişti ki, kitleleri böylesine harekete geçirmek her kulun değil, ancak büyük önderlerin harcıydı. Bunu çok iyi bilen Talat Bey, artık ne Enver’i, ne de salondakileri kararlarından geri çeviremeyeceğini biliyordu. Hoş zaten buna hiç niyeti de yoktu.

- Kararlılığınızı görüyorum... Cesaretinizi bilirim...  Size itimadım tamdır... Teklifinizi destekleyeceğiz...  Bize düşen nedir?

- Şehit olursak ailelerimize maaş bağlayın... başka da bir isteğimiz yoktur..

Salondakiler, bu mütevazî talebin arkasındaki muhteşem mangal yüreğin karşısında, sanki saygıda kusur edeceklermiş gibi soluk almadan, büyülenmiş gözlerle bakarlarken, Enver son soruyu sordu?

- Benimle Trablusa savaşmaya kimler gelecek arkadaşlar?
Mustafa Kemal’de dahil, o salonda kim varsa, zerre kadar tereddüt etmeden, aynı anda hep bir ağızdan bağırdı:

- Ben!

Bu kararlılıkla harekete geçen otuz beş silahşör, farklı rotalar çizerek, başka başka ülkelerin üzerinden, sahte kimlikler kullanarak Trablusgarp’a ulaşmışlardı. Mesela Mustafa Kemal, Mustafa Şerif adlı hayali bir gazete muhabiri kimliğiyle, Kahire üzerinden gelirken, Enver halı tüccarı Hamdi Bey kimliği taşıyor; kendinden iki yaş küçük amcası Halil ise, Fransa’dan Cezayir’e geçip, oradan Trablusgarp’taki buluşma noktasına ulaşıyordu. 

Mustafa Kemal, Eleni’yle yıldızların seyrine daldıkları geceden üç ay sonra Trablusgarp’tan yazdığı mektuba ara verip hatırlamanın tadını hakkını vere vere çıkartıyordu. Bakışlarını, saatlerdir ona çapkınca göz kırpıp durmakta olan venüs’ten alıp, yazmaya devam etti:


- Buradaki tek avuntum geceleri hangi yıldıza bakacağımı biliyor olmam.. Mümkündür aslında, şu anda sizin de aynı yıldıza başka bir zaviyeden, başka bir coğrafyadan bakıyor olmanız.. eğer öyleyse hislerimi görmeniz de mümkündür.“şu astroloji meselesini incelesem mi acaba?” diye sormaktan alamıyorum kendimi..

Mektubu bitiren Mustafa Kemal, zarfın ağzını kapattı. Bakışlarını tekrar Venüs’e çevirip düşüncelere daldı.      

                            *     *     *

Selanik’te Eleni, o anda Venüs'e bakıyormuydu bilinmez ama, aynı saatlerde Veliaht Yusuf İzzettin, Şehzade Vahidettin ve saray başmabeyincisi Lütfü Simavi, Saltanat Şurası azalarını Dolmabahçe Sarayından yolcu etmekteydi. Damat Ferit, Şehzade Vahidettin’in elini sıkarken kulağına yaklaşarak fısıldadı:

- Sabahattin Bey sizinle toplantı yapmak isterler.. Lütfedip kabul edersiniz...

Vahidettin her zaman olduğu gibi, yine yarı yarıya kapalı göz kapaklarını hafifçe aralayarak bir duyanın olup olmadığını anlamak üzere kuşkulu gözlerle sağa sola baktı. Kimseciklerin duymadığına kani olunca yine gözlerini yumarak teklifi kabul etti. Damat Ferit mesajın karşı tarafa geçtiğinden emin olunca kendisini bekleyen otomobile doğru hareket ederken, olup biten Lütfü Simavi’nin dikkatinden kaçmamıştı ama, aynı anda Osmanlı’nın Roma Sefiri GabrielNoradonkyan’ın yeni şöförünü gözden kaçırmıştı. Şoför, Noradonkiyan’ın kapısını kapatıp direksiyon mahaline geçince Rusça konuşmaya başladı:

- Çabuk bitti?

- Trablus’a asker göndermeyecekler

- İttihatçılar ne diyor?

- Her zamanki gibi savaş çığlıkları atıyorlar

- Neyle savaşacaklar ki; hazineleri tamtakır. Askeri Trablus’a taşıyacak gemi dahi yok.

- Sadece bazı genç subaylar İtalyanlara kafa tutmak için Trablus’a geçti ama nafile...

- İyi iyi, geçsinler. Zokayı yuttular demektir.

- Aynen öyle...

- Balkanlarda işimizi kolaylaştıracaklar.
  
Şöför kılığındaki Rus casusun yorumu Osmanlı Sefiri Noradonkiyan’ın keyfini yerine getirirken, keyiften nasib almayı çoktan unutmuş olan İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimleri; Talat, Cavit, Mithat Şükrü ve Emanuel Karasu hızlı adımlarla Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde kendilerini beklemekte olan faytona atlamıştı. Kırmızı Konak namlı parti genel merkezine doğru taş döşeli yolda, atların nallarından kıvılcımlar çıkarta çıkarta koşturarak giderlerken, Talat Bey yıldızlara bakarak geçmişe dalmıştı.

Abdülhamit’in fikir hürriyetini her yerde baskı altına aldığı istibdat döneminde, yani çok değil, daha iki yıl öncesine kadar yasaklı olan partilerinin, yani, İttihat ve Terakki Partisi’nin genel merkezini ancak gizli gizli Selanik’de açabilmişlerdi. 

Ancak meşrutiyetle birlikte memlekette hürriyet rüzgarları estirmişler, yasaklar kalkmış, parti genel merkezi de İstanbul’a ”Kırmızı Konak” a taşınabilmişti. Gerçi, İttihatçılara mahsus örgütçü kimlikleriyle “ne olur ne olmaz” diyerek, Selanik örgütünü, yani başka bir deyişle beşiklerini boş bırakmamışlar, Dr.Nazım’ın yönetiminde, yine ittihatçı deyişiyle; “kötüsü geldiğinde” ricat edecekleri kaleleri olarak muhafaza etmişlerdi. 

İşte şimdi Talat Bey, eskiden yasaklı olduğu bu şehr-i İstanbul’da, Galata Köprüsü üzerinde seyreden bir faytonun içindeydi. Memleketin kaderini, meşruti rejimlerde elinde tutması gereken çoğunluk partisinin reisiydi ama, parti görüşlerini Saltanat Şurası’nda kabul ettirememiş, yeni bir strateji belirlemek üzere, önce Kırmızı Konak’a uğramaya, sonra da Meclis-i Mebusan’da milletin vekillerini ayaklandırmaya karar vermişti. “Birlik ve İlerleme” kelimelerini parti ismi olarak seçmiş olmalarına rağmen iktidarda oldukları bu son iki yılda, ne bir birlik oluşturabilmişler, ne de ilerleme kaydedebilmişlerdi. Şimdi parti artık yasaklı ve gizli bir parti olmadığı gibi, meşrutiyetin Meclis-i Mebusanında, yani milletin meclisinde, mebusların çoğunu çatısı altında toplamıştı ancak ne var ki, başını Prens Sabahattin’in çektiği bir grup, kendilerini meclise taşıyan İttihat ve Terakki Partisi’nden kopup, bir başka parti kurarak, muhalefete başlamıştı. Tam da İktidara meşruti bir rejim getirmiş, Avrupa’ya olan borçları ödeyecek programlar hazırlamış, ordu ve bürokraside “jöntürk” tanımlamasını tamamlayan gençleştirme, modernleştirme hamlelerine girişmişlerdi ki, hiç beklemedikleri bir zamanda, hiç beklemedikleri İtalya, Trablusgarp’a, bir sabah asker çıkartıvermişti. Oysa, hariciye vekaletinin bir sorusu üzerine İtalya’daki Büyükelçimiz GabrielNoradonkiyan, Roma’dan gönüllere su serpen raporlar göndermişti.

Her neyse, şimdi bu durumun altını kazımaya çalışmakla geçirilecek zaman yoktu çünkü Osmanlı toprakları açıkça işgal edilmişti ve bu nedenle tam da birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan bir zamandı. Hal böyleyken, İttihat ve Terakki partisi bünyesinde siyasete atılarak meclise giren bir kısım milletvekili, partinin görüşlerinden farklı bir yol benimsemişler ve yollarını ayırmışlardı. Kendisi dahi değil, Paşa babası Mahmut, saraydan bir kadınla evli olduğu için, yani esasen hanedanla herhangi bir kan bağı olmamasına rağmen, Paris’te yaşadığı talebeliğinde, caféchantan’larda kendisini Prens olarak tanıtan Sabahattin Bey’in etrafında toplanan bir grup, adını Hürriyet ve İtilaf Partisi koydukları bir parti kurmuşlardı.

İşte şimdi Talat Bey, Saltanat Şurası’nda, ne bu yeni ortaya çıkmış, ferdiyatçı, liberal muhalefet partisi azalarını, ne de, ahı gitmiş, vahı kalmış, eski paşaları, eski sadrazamları, nazırları ikna etmiş bir halde,   Kırmızı Konak’ın önünde kararlı ve aceleci hamlelerle faytondan atladı. Alınlığında, hem Osmanlıca, hem Fransızca “HÜRRİYET-MUSAVAT-ADALET” ibarelerinin işlendiği, armalı parti binası kapısından koşar adımlarla girip, basamakları ikişer üçer tırmanan Talat, çalışma odasındaki masasının çekmecelerinden çıkarttığı bir çift revolveri beline yerleştirirken, odaya doluşan parti ileri gelenlerine Saltanat Şurası’nı özetleyiverdi:

- Satıyorlar... Gözgöre göre vatanı satıyorlar. Bizim çocuklar 
Trablusgarp’da Osmanlı’nın topraklarını müdafaa için kelle koltukta vuruşurken bunlar saraylarda oturmuş o toprakları satıyorlar. Hem Doktor’a, hem Enver’e haber verin!

                            *     *     *

İttihatçılar’ın deyişiyle beşikte, Hürriyet’in Beşiği’nde, Selanik’te Doktor Nazım, gözleri trahomla kapanmak üzere olan genç bir kızı muayene ettikten sonra masasına oturdu.

- Evvelki haftayla mukayese edersek, müspet bir terakki vardır diyemem amma, trahomun mukavemetini bir nebze olsun kırmışız..

Kızın babası, duydukları karşısında tevekkülle boynun eğdi:

- AllahûTeâla’nın takdiri doktor beyim..

- Mesuliyeti, mesuliyetsiz merciilere yıkma Hasan Efendi.. Zamanında getirecektin kızı doktora. Mesuliyet ve takdir hakkı kulun kendisindedir, Allahta değil.

Hasan efendi “tövbe estağfurullah”ları tekrar ede ede muayenehaneden çıkarken, Doktor Nazım, sık sık yaptığı gibi, cehalete de, tevekküle de, bir araba dolusu küfretmekten kendini alamadı.

Abdülhamit’in baskıcı rejimi altında, benimsediği jöntürk fikriyatını memleket içinde dile getirecek vasatı bulamayınca, bir yolunu bulup Paris’e gitmiş, tıbbîyeyi orada tamamlamıştı. Talebeliği sırasında, Paris’te sürgün yaşayan jöntürklerle irtibat kurmuş, özellikle Ahmet Rıza Bey’in nazari bilgisinden etkilenmiş ve onun sayesinde, pozitivizmle, rasyonalizmle tanışmış, AugusteComte’un konferanslarını kaçırmaz, sosyalizme, diyalektik materyalizme ilgi duyarken, aynı yıllarda Prens Sabahattin ise EdmondDemolins’in etkisi altına girerek liberalizmle tanışmıştı. Doktor Nazım, 1909 Temmuz’unda, Abdülhamit’i meşrutiyeti ilan etmeye mecbur kılan ihtilalclerin başını çekenlerden biri olduğu gibi; 1911’de sarsılmaz denilen Abdülhamit’i tahtından indirip, istibdada son verenlerin perde arkasında da yer alıyordu. İhtilalcilerden biri olup da siyasi mevkî ikbaline düşmeyecek kadar idealist olan Doktor Nazım, partisi iktidarda olsa da, ne bir nazırlık, ne de başka bir koltuk talep etmiş, Selanik’te, partisinin beşiğinde, hürriyetin beşiğinde kalmayı tercih etmişti. Teşkilatçılıkta hatırı sayılır bir kudret ve kaabiliyete sahip olması, parti teşkilatının, kapalı gözlerle ellerine teslim edilmesiyle sonuçlanmış; şairin deyişiyle, kırk kocadan arta kalmış İstanbul Şehri’nin, ihtimali oyunlarından, partiyi azade kılamasa da, cemiyetini yekpare muhafaza edebilmişti. Bu sebeple, görünürde parti yetkili kurulları İstanbul’da olsa da, Nazım’ın başkanlığındaki cemiyet, idareyi hala Selanik’ten yürütmekteydi.

Vaziyetin garabetine bakan demokrasinin mucidi batı alemi, kendi kurduğu demokrasiye güvenemeyen doğu alemini anlamakta elbette zorlanıyordu. Doktor Nazım, Talat’ın apar topar Selanik’e çektirdiği telgrafını almadan önce bunları düşünüyordu. Telgraf, arkadaşları canları pahasına Trablusgarp’ta vatan topraklarını müdafaa ederlerken, saray odalarından ver-kurtul nidalarının yükseldiğini bildiriyordu. Nazım’ın canı sıkıldı...

Sigara dumanından sararmış tülleri okşar gibi havalandırarak, Doktor Nazım’ın, Selanik yalısına bakan çalışma odasının açık penceresinden süzülen hafif esintiyle, Kırbaki’nin yaylı tamburundan çıkan “Al fistanı giy gel yarim, bende yürek Selanik” saz semaisinin bile  

Kırbaki’nin yaylı tamburundan çıkan “al fistanı giy gel yarim, bende yürek Selanik” türküsünün, kimbilir kaç toplantının ateşli konuşmalarına katık edilmiş sigaralardan sararmış tülleri okşar gibi havalandırarak içeri dolan ferahfeza peşrevi bile, Doktor Nazım’ın yürek sıkıntısını gidermeye yetmedi. Bir cıgara daha tüttürüp, dumanını Selanik’in yalısına savurdu.