10 Kasım 2018 Cumartesi

I. BÖLÜM



1.Bölüm

Kelebek kanatlarında o mütereddit ve endişeli titreşimler olmasa; kumsaldaki çakıl taşlarını okşayıp yıkadıktan sonra usulca geri çekilen sakin dalgalara bakan hiç kimse, gök kubbenin altında yaşayan hiçbir canlı, 1937 Ağustosunun 17'sinin takvimlere bir sonun başlangıcı olarak kayıt düşüleceğini söyleyemezdi.

Yorgun yazdan kalan miskin güneşin yalancı yalayışları, kuzeyden gelen diri esintiyle tuvalindeki renkleri hercai bir alışkanlıkla harmanlayan sokak ressamı gibi altunî kavak yapraklarını, şarabî sarmaşıklara, kuruyup kahverengine çalmış eskiyeşili, kavruk tütün rayihasına karıştırıyordu. Deniz kıyısındaki korunun göğsüne zarif bir yüzük taşı gibi taht kurmuş iki katlı, mütevazı Yalova Köşkü’nün üst katındaki yatak odasında, beyaz saten çarşafların üzerinde Zsa Zsa Gabor, değdiği gözü yangın yerine çeviren likör yeşili gözlerini açtı. Mahmur bakışlarını sol yanına çevirdiğinde yatakta yalnız olduğunu fark etti. Belli ki Paşa, her sabah olduğu gibi, yine erkenden kalkmıştı. 

Odanın açık balkon kapısının tülünü havalandıran sabah esintisinden mi bilinmez Zsa Zsa bir yıl önce henüz on yedi yaşındayken, Budapeşte'nin Hotel Galiard Balo Salonu'nda Macaristan Güzeli seçildiği geceyi hatırladı. O gece orada birisi ona Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün metresi ve İngiltere adına çalışan bir casus olacağını söyleseydi, Fransız Limoges porselen vazolarından yankılanmışçasına parlayan kahkahasını tutamazdı herhalde. 

Kalçalarına kadar dökülen dalgalı altın renkli saçları, yaşasaydı Koca Sinan'ın minarelerine ilham verecek kadar uzun, süt beyazı bacaklarıyla Karpat dağlarının vahşi ormanlarında fütursuzca sıçrayan ceylanları önünde diz kırdıracak güzellikteki  Zsa Zsa yataktan akarcasına inip çıplak ayaklarıyla balkona yürüdü. 

Yalova Köşkü asırlık çınarın serin soluğu altında yeni bir sabaha uyanıyordu. Paşa ise gazetelerini almış, yine her sabah yaptığı gibi, sinekkaydı tıraşını olmuş, jilet gibi giyinmiş ve çınarın altındaki beyaz, hasır Emmanuel koltuğuna kurulmuştu. Paşa akşam rakı sofrasında konukların nefesini kesecek kadar yüksek zekâ şerareleri ve esprileriyle ortalığı kırmış geçirmişti. Konukların köşkü terk etmelerini takiben Zsa Zsa, nasıl olduğunu anlayamadan altı ay önce Ankara Karpiç Lokantası'nda daha ilk dans edişlerinde âşık olduğu adamın kollarına dün gece yine kendisini bırakmış, beyaz saten çarşaflar üzerinde esrik bir bedensel yükselişi yeniden tatmışlardı. 

Mahur sevişmelerinin ardından birbirlerine sarmaşıklar gibi dolanarak uyumuşlardı. Paşa günün onca yorgunluğuna ve rakıya ve aşka rağmen yine kısa bir şekerleme sonrasında yataktan sıyrılarak çıkıp küçük barok çalışma masasına oturmuş, Zsa Zsa uyanmasın diye elektrik ampulünü açmayıp, gaz lambası ışığı altında, burun ucuna düşürdüğü gözlükleri gözünde, aklından geçenler kaçıp, kompartıman değiştirmeden kâğıda dökmeye karar vermişti. Oysa Zsa Zsa uyumamış, uzun kirpiklerinin arasından Paşa’nın saklı defterine not düştüğünü görmüştü. İşte şimdi o gecenin sabahında Zsa Zsa, Macaristan'dayken kendisine verilen görevi yerine getirmek üzere mutfağa gitti.  Köşk görevlileri onu görünce cezveyi, kahveyi, fincanları hazırladılar. Zsa Zsa her sabah olduğu gibi Paşa’sının kahvesini pişirmek üzere ocağın başına geçti. Pişen kahveyi fincana aktarırken kaşla göz arasında, yine Macaristan'da ona gizlice verilen küçük kahverengi cam şişedeki ilaçtan bir damla Paşa’sının kahvesine damlattı.

Kahveyi Paşa’sına gönderen Zsa Zsa, hizmetliye, banyo yapıp Paşa’nın yanına, kahvaltıya geleceğini söylemesini de tembihlemişti. Yukarı, yatak odasına çıkan Zsa Zsa Fransa’dan getirtilmiş çinko küveti sıcak suyla doldurup uzandı ve Paşa’sının ilacın etkisiyle uyumasını bekledi. Kısa bir banyo keyfinin ardından balkona çıkan Zsa Zsa, Paşa’nın çınarın gölgesindeki Emmanuel koltukta kaykılmış, kahvesi sehpada, kitabı kucağında uyuyakaldığını görünce balkondan odaya bornozunun eteklerini savurarak seğirtti. Barok masanın çekmecesini usulca çekti. Paşa’nın sır defterine gece düştüğü notların olduğu sayfayı açtı ve stiloyla kopyasını çıkartmaya koyuldu. Odanın kapısını kilitlemeyi unutmamış, bir kulağını ise balkona asılı bırakmıştı. 

Paşa, yalnızca uyurken eğdiği başını sol omzuna misafir etmiş, beyaz hasır koltuğunda, bembeyaz bir istiridyenin kalbinde sakladığı incinin huzurlu ışıltısını yüzünde taşıyarak uyuyordu.
Paşa’nın ebediyete göçmesinin hemen ardından büyük ödülünü kazanacak ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, Ellis adasındaki göçmen kuyruğunu by-pass ederek giriş yapıp, Hilton Oteller zincirinin varisi Conrad Hilton’la; evlilik zincirinin birinci halkasını takacak olan, Amerikalıların seslenişiyle Zsa Zsa, asırlık çınar ağacına doğru ellerinde testere ve ahşap merdivenle yaklaşan iki bahçıvanı görmedi. Koltuk, Paşa’yı öylesine bağrına basıp saklamıştı ki, bahçıvanlar onu fark etmeden, çınarın yanına geldiler. Koca çınarın ana dallarından biri köşkün duvarına dayanmış, sakin gücüyle son bir kaç aydır santim santim itmekteydi. 

Bahçıvanlar bir buçuk iri kıyım erkek kulacı çapındaki ana dalı kesmek üzere merdiveni çınarın asırlık gövdesine dayayarak tırmandılar. Testerenin dişlerini ağaca geçirmiş, dalı gövdeden ayırmak üzere ileri geri kuvvetle ittirdikçe çınar, gözyaşlarını Paşa’nın yüzüne akıtıyordu adeta. Havada dans ederek süzülen talaşlarının yüzüne düşmesiyle uykusundan uyanan Paşa, gözleri uyku perdesinden sıyrılıp da hedefine kilitlenince ağacın dalındaki bahçıvanları gördü.

- Ne yapıyorsun orda?

Paşa’nın sesi köşkün yatak odası tavanına çarpıp da Zsa Zsa’nın kulaklarına dolunca, ipek sabahlığının rüzgârının savurduğu kağıdın düşmesine aldırış etmeden dışarıya seslendi.

 - Paşam, bana mı sordunuz?

Tek bir adımla balkona çıkan Zsa Zsa, dalından kopup, gülle gibi toprağa çakılan ham ayvalar gibi düşmekten, kestikleri dala sarılarak kurtulan bahçıvanları azarlamakta olan Paşa’yı gördü.
 
- Günaydın gün ışığım... 

Dedi Ekselans, Juliette gibi balkonundan sarkmış, ona bakmakta olan Rapunzel’e.

- Günaydın Paşam...

Doğan güneşi selamlarcasına bakmıştı koca adam balkondan yükselen ışığa. O esnada bahçıvanlar dalın üstünde tir tir titremekteydi.

- Ne yapıyorsunuz orada dedim?

- Dal köşke dayandı Gazi Hazretleri, budayacaktık...

Diye yanıtladı bahçıvanlardan yaşlıca olanı. Paşa derin bir soluk aldıktan sonra;

 - Inin bakayım oradan çabuk.

Bir hamlede ağaçtan inen bahçıvanlar süt dökmüş kediler gibi karşısına geçtiğinde Paşa gözlerini dikip;

- Üç yıllık köşk için üç yüz yıllık çınar mı kesilirmiş?

Verecek cevabı olmayan bahçıvanların yardımına, konuşmaları duyup koşarak gelen yaveri nefes nefese yetişti:

- Köşkün temellerini oynatıyor paşam, başka ne yapalım bilemedik..

Paşa en az üç yüz yıllık çınar ağacının bilgeliğini taşıyan gülüşüyle bir saniye bile düşünmedi:

- Köşkü taşıyın.

Genç köşk de, balkondaki genç kadın da, asırlık çınar ağacı da, yaver de, bahçıvanlar da, mütereddit kelebekler de imkânsızlığı imkansız kılan adamın şaka yapmadığını anlayacaklardı o gün...

Köşkün temellerine kadar toprak derinlemesine kazılmış, köşkten itibaren ise yerkabuğunun karnı yirmi metre yarılmış, taze toprak kokusu havayı kaplamıştı. Yarığın dibine tren rayları döşenmiş, dekoville çıkan toprak taşınmakta, raylar üzerinde kaydırılacak olan köşkün yolu açılmaktaydı. Lacivert blazer ceketinin altına giydiği beyaz keten pantolonu ve beyaz ayakkabılarına bulaşmaya kıyamayan çamura aldırış etmeyen Paşa, köşkü çekerek raylar üzerinde kaydıracak olan kalın meşin kolanların da hazır olduğu bilgisini alınca izleyenlerin nefeslerini tuttuğu o anda komutunu verdi:

- Çekin!

Paşa koskoca köşkü temelinden kaydırma işlemini paylaşmak için küçük bir grubu da davet etmişti o gün köşkün bahçesine. Çarklar meşin kolanlara asıldıkça kulakları tırmalayan bir gıcırtı yükseldi önce. Nihayetinde meşin kolanlar esneme kapasitesinin sonuna geldiğinde gerilim had safhaya ulaşmıştı. Ya köşk direnecekti, ya kolanlar... Elbette beklenen oldu, Paşa’nın hesabı tuttu, koca köşk titreye titreye yerinden oynadı. Çoğunluğu yabancı gazetecilerden oluşan kadınlı, erkekli topluluğun hayret dolu nidaları eşliğinde köşk raylar üzerinde ağır ağır yürümeye başladı. Alkışlar, tebrikler havada uçuşurken Paşa yüzündeki geniş ve gururlu gülümsemesiyle konuklarına dönerek pürüzsüz Fransızcasıyla sordu:

- Acıkmadınız mı? 

Konukların toplandığı temaşa alanının hemen arkasında, köşkün santim santim kaymasını izleyebilecekleri bir yere uzun bir masa kurdurmuştu çoktan. Beyaz örtülerle kaplı masaya, beyaz porselen yemek takımları yerleştirilmiş, konukları beklemekteydi. Konuklar masanın etrafındaki koltuklara yerleşirlerken bir yandan da hem servis hem sohbet başlamıştı bile. 

- Ekselans! Adım Maurice Pernot.. Fransız Revue des Deux Mondes gazetesi adına buradayım. Sizi kutlarım. Bir ağaç için gösterdiğiniz hassasiyet alkışları hak etmekte. Bir röportajınızda muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız dediniz. Bunu açar mısınız? 

- Mösyö, Bizim vücutlarımız doğuda ise de, düşüncelerimiz batıya dönüktür. Bu nedenle öncelikle halkımızı fikrini serbestçe ifade etmek hususunda cesaretlendireceğiz. Çünkü bu millet asırlardır "senin düşünmene gerek yok, senin yerine ben düşünürüm!" diyen idareciler tarafından yönetildi.. Yaratıcı fikirler ancak kişinin düşündüğünü serbestçe söylemesi, yazmasıyla mümkündür!

Konuklar Paşa'ya hayranlıkla bakarken, yabancı olduğu anlaşılan bir diğer gazeteci David Graham Farmer kızgın bakışlarını ondan alamamaktaydı. Ateş saçan gözler Paşa'nın dikkatini çekse de o anda başka bir gazeteci söz aldı.

 - Ward Price, Daily Mail gazetesi. Ekselans! Siz böyle diyorsunuz ama Avrupalı birçok yazar, sizi "Diktatör" olarak vasıflandırıyor!

Paşa kendine ve yaptıklarına güveni tam olan adamların gülüşüyle karşılık verdi bu soruya önce ve sonra cevapladı:

- Eğer ben diktatör olsaydım, siz bana bu soruyu sorabilir miydiniz Mösyö?

Masadakiler gülerlerken Farmer yine katılmamıştı coşkuya... Ekselans bu kez başkasının araya girmesine izin vermeden sözü ona verdi:

- Siz belli ki bana bir nedenle kızgınsınız.. Öğrenebilir miyim?

Farmer Fransızca bilmediğinden yanındaki konuk Ekselansın sorusunu fısıldayarak İngilizceye çevirdi. Bunun üzerine Farmer:

- Komutan! Size kızgınım çünkü siz Çanakkale'de ağabeyimi öldürdünüz.

Farmer’ın yorumu Ekselansa çevrilince masadakilerde bir tedirginlik bulutu dolaştı. Hâlbuki Ekselansın gülümseyen yüzünde hiç bir ifade değişikliği olmamıştı. Hatta belki gülümsemesi bir nebze daha genişlemişti.

- Ağabeyiniz Çanakkale'ye nereden gelmişti?

- Avustralya?

- Avustralya... Dünyanın öteki ucu. .. Peki Mr. Farmer söyleyin bakalım; ağabeyinizi Çanakkale'ye ne maksatla yollamışlardı?

Masanın etrafındakilerden farklı tepkiler yükseldi. Paşa yeniden söze başlayınca konuşmalar kesildi.

- Ağabeyiniz için üzüldüm. Ağabeyiniz gibi uzak diyarlardan emperyalist emeller uğruna gönderilerek savaşmış tüm askerler için de üzgünüm. Vatanımızın meşru müdafaası için toprağa düşen bu toprakların çocukları için de üzgünüm. Vatanın meşru müdafaası dışında her savaşı cinayet saydım ben. Keşke hiç olmasaydı bütün bu savaşlar ama heyhat, ne genç bedenler kaybedildi emperyalist çıkarlar uğruna. Mr. Farmer, bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken ağabeyiniz gibi tüm kahramanlar artık burada dost bir vatanın toprağında huzur ve sükûn içinde uyumaktalar. Onlar bizim çocuklarımızla yan yana, koyun koyunadır artık. Memleketinize döndüğünüzde uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analara saygılarımı iletin. Gözyaşlarını dindirsinler. Evlatları bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

Konuklar gözlerinde biriken yaşlarla dinledikleri bu konuşmanın sonunda alkışlar, tebriklerle minnetlerini bildirdiler. Paşa küçük rakı kadehini kaldırarak: 

-Ruhları şad olsun...

Deyince masadakiler ona eşlik ettiler. Kadeh çınlamaları ve konukların aralarında başlattıkları kakafoni esnasında zar zor bir kadın sesi duyuldu:

- Peki Ekselans... Hiç âşık oldunuz mu?

Ekselans küçük rakı kadehini dudaklarına götürürken bir anda donakaldı. Yüzü asıldı. Masadakiler sesin geldiği yöne bakarak fısıldaştı. Havada asılı kalan kadehini yavaşça çeviren Ekselans bir yudumda rakıyı kafasına dikti. Kadehi masaya geri bıraktığında nefesler kesilmişti. Ekselansın yüzündeki o güleç, sevecen ifade kaybolmuştu. Kaşları çatılmış, gözleri boş kadehine kilitlenmişti. Garson elleri titreyerek kadehi doldurdu. Ekselans öne eğilip sesin geldiği yöne bakınca konuklar; "ben sormadım" dercesine, domino taşları gibi arkalarına yaslanarak onun delici bakışlarından kaçtı. Masanın en ucunda sessizce oturmakta olan dünyanın en güzel genç kadını öne eğilerek sorunun sahibi olduğunu belli etti. 

-Ekselans!

Dedi genç kadın. Etraftaki yabancılar bu genç ve güzel kadının kim olduğunu merak etmekteydi. Aralarında fısıldaştılar. Bunu fark eden genç kadın ayağa kalktı:

- Je suis Zsa Zsa Gabor...

Deyince, konuklardan Ward Price söze karıştı: 

- Hatırladım sizi... Siz geçen senenin Macaristan Güzeli değil misiniz?

Ayakta ürkek bir kumru gibi titreyen bu genç kadını gören konuklar kıkırdadılar. Zsa Zsa onlara aldırmayarak devam etti:

- Ekselans! Merak ediyorum. Siz, yenilmez bir kumandan, şaşırtıcı bir devlet adamı, müthiş bir devrimcisiniz. Bütün bunları tarih kitapları, mecmualar yazmakta. Ama, hiç bilinmeyen bir tarafınız var.. Ekselans, siz hiç sevdiniz mi?

Paşa önüne baktı, hüzünlü bir tebessüm yerleşti yüzüne... Masadakiler nefesini tutmuş, bu hazır cevap liderin vereceği cevabı duymak için sabırsızlanmaktaydı. Paşa iki parmağının arasında tuttuğu kadehi havada ağır ağır çevirdikten sonra bir yudum alıp hüzünlü gülümsemesini kaybetmeden, ağır ağır konuştu:

- Matmazel, bir ömür kışlalarda, cephelerde, karargâhlarda, savaşlarda geçti... 

Konuşmasının bu noktasında durakladı Ekselans. Yüzündeki hüzün derinleşmekteydi. Paşa'nın hüznü derinleştikçe, onun canını yakmak için soruyu sorduğu belli olan Zsa Zsa’nın yüzünde de hüznün çemberleri giderek kendini göstermekteydi. Aralarında yaşanmış, yaşanamamış ne varsa sadece ikisi bilmekteydi ama derin yaralar olduğu masadakilerin gözlerinden kaçmamaktaydı. Paşa  alçak sesle cümlesini tamamladı:

- Sevmeye vakit mi vardı?

Paşa kadehini yine sonuna kadar kafasına dikti. Boş kadehi masaya hafif sert bırakırken başı öne eğikti. Burnunun ucunda birikmeye başlayan kan damlasını o da dahil hiç kimse fark etmemişti. Ağırlığına dayanamayan kan damlası havada süzülüp önündeki boş beyaz porselen tabakta dağıldı. Ekselans endişeli gözlerle karşısındaki doktoru Nihat Reşat'a baktı. Doktor da kanamayı görmüştü. Köşkün yürütülmesine şahit olmak üzere çağrılmış olan konuklar, bir devrin kapanış faslının ilk gününe de şahit olmuşlardı.

Güneş, gün batımına doğru, o gün doğduğuna doğacağına pişman olmuş gibi bir mahcubiyet içinde kurşuni bulutların arkasına çekilmiş, deniz yaşanacakları düşündükçe hırçınlaşmış, rüzgâr zapt edemediği öfkesinden sertleşmişti. Konuklar gitmiş, köşk hedeflenen mesafeye kaydırılmış, çalışma bitmişti. Kayan köşk ardında açık bir yara gibi taze toprak yarığı bırakmıştı. 

Paşa ve Zsa Zsa, mütevazı Yalova Köşkü'nün tam karşısından denize bir dil gibi uzanan ahşap, uzun, dar iskelenin en ucunda, yan yana ayakta durmaktaydı. Rüzgârla etekleri savrulan pardösüleri üzerlerinde, sessiz bir hüzünle denize bakmaktalardı. Paşa'nın yaveri ürkek adımlarla iskelede yürüyerek sokuldu. Elinde kâğıtları Paşa'ya gösterdi. Paşa göz kapaklarını indirerek hem anladığını, hem de çekilebileceğini anlattı yavere. Yaver geldiği gibi usul adımlarla iskeleden çekilince neler olup bittiğini anlamaya çalışan Zsa Zsa cesaretini toplayarak konuştu:
- N'oluyor Paşam! Neden bana hiç bir şey söylemiyorsunuz?
Paşa sessizliğini bozmadan ufka bakmaya devam etmekteydi. Zsa Zsa nemlenmiş likör yeşili gözleriyle sokulup sordu:
- Kemal, neler oluyor sana? Benim bilmeye hakkım yok mu? Neden...

 - Yarın sabah trenle Ankara'ya dönüyorsun Zsa Zsa...

Zsa Zsa donup kaldı önce:

- Hiç bir yere gitmem ben seni böyle bırakıp... Benden bunu isteme, kalbimi söküp al, bunu benden isteme... 

Paşa'nın burnundan ince bir kan çizgisi akmaya başladı o anda. Mendiliyle kanı silerken:

- Görmüyor musun Zsa Zsa... Senin yerin artık kocanın yanı.. Sabah Ankara'ya dönüyorsun..

- Gitmem... Gidemem... Seni bırakmam... bırakamam... sonuna kadar seninleyim... gidemem..

- Sonu burası likör gözlüm.. Yol bitti!

Zsa Zsa ağlayarak Paşa'nın göğsünü minik yumruklarıyla dövmeye başladı. Paşa heykel gibi dikilmekteydi. Zsa Zsa Paşa'nın elindeki kanlı mendilini aldı, nefret ederek yere attı. Sivri topuklarıyla mendili ezmeye başladı. Ne var ki, o mendilde sevdiği adamın kanı vardı. Kıyamadı, çömeldi, mendili ıslak zeminden aldı. Gözyaşlarına boğulmaktaydı. Mendili derin derin koklayarak sevdiği adamın kokusunu içine çekti. Dimdik ayakta duran Atatürk, eliyle usulca genç kadının saçlarını okşamak istedi. Sanki yasak bir sobaya elini uzatmış gibi dokunamadan parmaklarını topladı. Gözleri, ufukta patlayacak olan fırtınaya dikilmişti. Alacakaranlık çökmüştü ama tüm detayları aydınlatacak kadar güçlü bir şimşeğin ardından, yeri göğü inleten bir gök gürültüsüyle birlikte yağmur patladı. Zsa Zsa çömeldiği yerde Paşa’nın bacağına sarılıp, sığındı.

Paşa’nın kulaklarında gök gürültüsü ve fırtınanın sesleri gerilerken, havada uçan havan toplarının vınlaması çınladı.