Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek
gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının
tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini gösterdi.
Hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum
tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Enver
usul usul yanmakta olan ateşin önünde kuma oturmuş, hülyalı gözlerle ateşin
dansına dalmış, Naciye Sultan’a yazacağı mektubu kafasında kurmaya çalışıyordu.
Çalışıyordu ama çok değil daha üç ay önce Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan trene
binerken Regina’nın, ince bıyıklı dudaklarının köşesine kondurduğu veda
busesini bir türlü aklından çıkaramıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim
bayrağını çektiği 1918 yılının 4 Kasım’ında onu bir sabaha karşı gizlice Almanya’ya
kaçıran denizaltının yanaştığı Varna limanından bindiği trende Regina’yı ona
ayrılan kompartımanda görünce, Berlin’de ateşe militerken mavi gözlerine meftun
olduğu bu genç kadının arkeoloji öğrencisi falan değil, Alman
Gizli teşkilatı ajanı olduğunu anlayacağı tarihe henüz yedi, bir buçuk
milyon vatandaşının katline karar vermesine üç sene vardı. Enver Paşa, cayır
cayır yanan dağ oteli şöminesinin önünde, Regina’nın kollarında daldığı mahur
sükûnetinden sıyrıldığı, İtalyanlar’ın Trablusgarp’a asker çıkarttıklarını
öğrendiği ve yıldırım hızıyla Selanik’e gitmesi gerektiğini söyleyen telgrafı
aldığı o gün, elbette bu olacaklardan bihaberdi. Aceleyle toparlanıp
Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan kalkacak trene atlaması, Berlin’de Orient Expres’i
yakalaması ve Selanik’e uçması gerekmekteydi ve şimdi onu istasyona götüren
atlı arabanın içinde Regina’yla diz dizeydi. Regina, Enver Paşa’nın küçük elini
siyah dantelli eldiven giymiş kemikli elleriyle kavradı: “Almanya’da bulunduğunuz süre
içinde yalnızca Almanya’nın Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana olduğunu geniş
biçimde gözleme şansı buldunuz Herr Enver. Eminim Trablusgarp’tan bir destan
çıkararak döneceksiniz.” Dedi. Enver, kendisine aşkla bakan bu bir çift
mavi gözün sahibinin, bir arkeoloji öğrencisi olarak, dünya siyasetinin hassas
dengelerine neden bu kadar hâkim olduğunu hiç sorgulamamıştı. “Ülkemiz
bu ateş çemberinden geçerken bize Alman dostluğunun katacağı güçten hiç şüphe
etmedim ben. Ve... Ve bir dosta güvenmeyi en müstesna haliyle bir Alman
kadınının, sizin gözlerinizde gördüm Regina.” İleride, Almanlar’ın Enver
Pascha Brück adını verecekleri tarihi taş köprünün üzerinden geçerken
Regina; “Her Enver, ben de sizin gözlerinizdeki pırıltıdan görüyorum ki
ülkenizin geleceği sizsiniz.” Demiş, Enver’in göğsü kimselere
çaktırmadan kabarmış, çocukluğundan beri her mahcup oluşunda yaptığı gibi sağ
kaşının ortasındaki bir tutam beyaz tüye serçe parmağının ucuyla dokunmuştu.
Şimdi, şu anda Kuzey Afrika Çölü’nde, otuz beş
İttihtçı silahşörden oluşan Osmanlı karargahında –gerilla kampı mı demeli- ateşin
önünde oturmuş; İstanbul’da, Osmanlı Sarayı’nın hareminde kendisini bekleyen
nişanlısı Naciye Sultan’a mektup yazmak isteğiyle kıvranıyor ama Regina’nın
dudak izi yakasını bırakmıyordu.
Neden sonra kelimeler kalemin ucundan damlamaya
başladı: “Ruhum, Sultanım, Efendim...” Enver durdu, hafifçe gülümsedi.
Her mektup yazmaya oturduğunda evvela nasıl bir hitapla başlayacağını
düşünürdü. Artık tecrübeyle sabitlemişti ki; ilk hitapta seçtiği kelimeler, her
zaman mektuplarının arkasını getirecek olan anahtarlar olmuştu. “Ruhum,
Sultanım”, “Sultanım, Ruhum”, “Ruhumun Sultanı”, “Gözümün Nuru”, “Canım
Efendim”, “İki Gözüm, Sultanım”, İki Gözüm Sultanım, Efendim”, “Sultanım, İki
Gözüm, Efendim”, “Ruhum, Elmasım”, “Mukaddes Sultanım”, “Güzel Meleğim”,
“Kâinattan Aziz Sevgili Sultanım, Efendim” ve benzeri hitaplarla
yaptığı açılışlar, her zaman, Naciye Sultan’a yazmak istediği müteakip
satırlara kılavuz olmuştu. Yine ruhunun derinliklerinden gelen insiyakın
doğruluğuna inanarak gülümsemişti. Mektuba devam etti: “Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu
kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak
olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu
söylüyor. İnşallah.” Son yazdığı temenni kelimesinin zayıflık intibaı
uyandırabileceği endişesi ile bir an duraklasa da, yine de insiyakının sesini
dinlemeyi tercih ederek, mektuba devam etti: “Dün geceden beri hafif bir
fırtına hükmünü sürdürüyor. Bu unutulmuş çölde, fırtınanın hışırtısından başka
bir şey işitilmiyor. Böyle yerde insan kendini her taraftan ayrılmış, büsbütün
yalnız hissediyor. Bu yalnızlık içinde yegâne düşüncem sizlersiniz. Kim bilir
şimdi derin derin uyuyor,”...
Enver, “uyuyor”
yazıp da virgülü koyunca bir an durup içinden gelen sesi dinledi ve cesaretle
cümlenin sonunu getirdi: “belki beni düşünüyorsunuz, kim bilir ne
güzel rüyalar görüyorsunuz”. Ben ise bin türlü müşkülat arasında yegâne olarak
istirahat ve zevki sizi düşünmekte, böyle herkes dağıldıktan sonra yalnız
olarak sizi tahayyülde buluyorum. İhtimal bu sözleri okuduğunuz vakit, yine hiç
unutmam, bir mektubunuzda dediğiniz gibi; “öyle yalancıktan romanlarda
gördüğünüz şeyleri yazmayın!” Diyeceksiniz. Fakat ruhum! Umarım ki bu defa
artık hissiyatımın sizi aldatmak için yaratılmamış olduğunu anlıyorsunuz.
Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman yazdıklarımı, böyle, düşman
karşısında bütün adamlarımın hayatını elinde tutarak, onların ve vatanın bu
parçasının mesuliyetini üzerimde taşıdığım bir zamanda da ayniyle yazıyorum.”
Artık kelimeler teklemeden çıkmaya, düşünce bantı patinaj yapmaksızın akmaya
başlamıştı. Kalemini mürekkebe daldırıp, damlanın fazlasının düşmesini
beklemeden devam etti: “İki gözüm! Sizi belki ebediyen
göremeyebilirim. Kim bilir, belki de yarın vuku bulacak bir çarpışmada, üstümüze
yağan kurşunlardan bir tanesi hayatıma son verebilir. Fakat emin ol ki
sultanım, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum. Allahtan istediğim bir şey var,
o da siz müsterih ve afiyette olunuz ve size böylece tapan bu kalbi
unutmayınız. Sizi bütün muhabbetimle kucaklar, güzel gözlerinizden öperim iki
gözüm. Enver’iniz”. Enver, mektubu soluksuz tamamlamıştı. Katlayıp
zarfa koymadan önce, kulağa nasıl geldiğini anlamak için bir kez de
mırıldanarak okumaya karar verdi.
-Ruhum,
Sultanım, Efendim...
“Buraya
kadar iyi gidiyor” diye geçirdi içinden ve yine
mırıldanarak devam etti:
-Bilmem
nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu
getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim,
hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.
Durdu.
Son kelimeyi bir kez daha okudu:
-İnşallah...
Kullanıcısının iyi niyet hislerini, yaldızlı
olmamasına rağmen, Allah’ın lütuf karlığının yüceliğiyle bezeyerek ifade eden
ve sırf bu nedenle bu kadar çok severek kullandığı bu kelimeyi, mektubunun tam
da bu noktasında bir türlü sevememişti. Kendine güveni tam olmayan bir âşık
intibaı bırakıyordu sanki. Kararlı bir şekilde kelimenin üstünü çizdi ama bu
kez de ihtimam göstermeyen bir aşığın mektubuna dönüşüverdi elinin altındaki
kâğıt parçası. Tereddüt etmeden buruşturup ateşe attı. Alevlerin yalayışıyla
kavrulup havaya savrulan kelimelerine bir süre baktı. Sönmeye yüz tutmuş ateş,
sanki onun kelimelerinin sıcaklığıyla yeniden yakıcılığına kavuşur gibi olmuştu
ama bu da uzun sürmedi. Gece ilerledikçe çölün ayazı iyice çıplak tenleri
ısırmaya başlamıştı ki, ateşe dalıp gitmiş olan Enver, içten gelen bir
titremeyle bunu hissetti. Küllerin arasından aldığı bir dal parçasıyla ateşi
dürtüp canlandırmaya çalışırken aklından, az önceki titremesinin esas sebebinin
ne olduğunu geçirmeye çalıştı. Çölün ayazı mı, yoksa aşkla dolu hislerinin
tercümanının bir anda yanıp yok olması mı içini titretmişti az önce? Yoksa Allah esirgesin, hemencecik yanıp da,
sönüveren, kâğıt parçası değil, hislerinin ta kendisi miydi? Öyle ya, her ne
kadar, Padişah’ın inayeti ile Naciye Sultan’ı nikâhına alarak Saray’a damat
olsa da, henüz karısının, bırakın yüzünü, tek bir fotoğrafını dahi görmüş
değildi. Padişah kızıyla yüzünü görmeden evlenmeye karar vermesine; bırakın
evlenmeyi, görmediği on üç yaşında bir kıza zilzurna âşık olmasına bakan bir
kısım kötü niyetli, kötü ruhlu zevat, sanki görücü usulü evlilik başka bir
milletin ananesiymiş gibi, aslı astarı olmayan bir dedikoduyu memlekete yaymış,
meşrutiyetin kurucusu, hürriyet kahramanı Enver Bey’in, sanki böyle bir şeye
tevessül etme ihtiyacı duyacakmış gibi, sırf saraya damat olmak için vaziyeti
sineye çektiğini yazıp çizmişlerdi. Bunları düşünürken hayalinde prensesin
suretini tarif üstüne canlandırmaya çalışan Enver, ateşi dürtüklediği dalın
ucundaki kömürü kullanarak, Naciye Sultan’ın kara kalem portresini çizmeye
karar verdi. Enver’in, resmetmeye kabiliyetli olduğu çoktan beri ispatlanmış
olan becerikli eli, boş papirüsün üzerinde adeta dans ederek gidip geldikçe,
ortaya, basbayağı alımlı bir geç kadın sureti çıkmaya başlamıştı ki,
münasebetsiz bir sesin tesiriyle, kalem kayıverince, tam da dudakların
birleşiği köşede hayal ettiği iffetli gülümseme, aniden ifadesiz bir gülümsemeye
dönüşüverdi.
-
Böyle miymiş prenses hazretleri?
Silahşor insiyakiyle tabancasına davranan Enver,
seslenenin Mustafa Kemal olduğunu fark edince omuzlarını gevşetti.
-
Hay Allah! Korkuttun beni. Dalmışım.
Derken, Mustafa Kemal’in eğilmiş, resme bakmakta olduğunu
fark etti. Artık saklayacak olsa bir türlü, gösterecek olsa başka türlüydü.
Serçe parmağıyla kaşındaki bir tutam beyaza dokunurken, pembeleşmiş
yanaklarıyla, masum bir mahcubiyet içindeydi. Mustafa Kemal ise, çölün verdiği
sıkıntıyı dağıtmak için sanki başka mevzu kalmamış gibi Naciye’nin resmine
bakmaya devam ediyordu.
-
Oldukça güzelmiş prenses hazretleri. Henüz görmediğini sanıyordum...
-
Görüşmedik!
Enver’in cevabı keskin bir bıçak gibi ayazı kesti.
Aynı anda resmi de ters çevirmişti. Aynı keskinlikle, gizli ve açık manası “git-yat”
demek olan bir cümle kuruverdi:
-
Sen uyumadın mı hala?
-
Uyku tutmadı, dolanıyordum...
Sönmeye yüz tutmuş ateşin fersiz ışığında, Mustafa
Kemal’in yüzünde az önce gördüğü belli belirsiz müstehzi ifade hala duruyor muydu,
durmuyor muydu, seçilemiyordu ama neyse ki ateş almaya gelmiş olan Mustafa
Kemal, cigarasını yakmıştı.
-
İyi geceler kardeşim...
-
İyi geceler Kemal.
Enver arkasından bakarken, Mustafa Kemal dudağında
ince bir tebessümle çadırına doğru yürüdü. Karargâh uyumaktaydı. Teğmen Yusuf da, sırtını Mustafa
Kemal’in çadır direğine yaslamış, ellerinin arasında tuttuğu mektupla uyuya
kalmıştı. Kumandanının ayak seslerini fark edince, ayağa fırladı. Mustafa
Kemal:
-
Uyumadın mı sen hala?
-
Bir emriniz olur diye bekledim kumandanım.
-
Eh! Madem ayaktasın bir fincan kahve yap bari!
-
Baş üstüne kumandanım!
Mustafa Kemal çadırının önündeki derme çatma masaya
otururken, Yusuf’un elindeki mektubu katlayıp, öptüğünü, sonra da göğüs cebine
koyduğunu görmüştü.
-
Karından haber var mı?
-
Var komutanım, bir oğlum olmuş.
-
Sorunca mı söylenir çucuk? Niye haber vermedin?
Teğmen Yusuf’un verecek cevabı yoktu. O, atalarından
duyduğu; “aç var, açıkta var”, ikazı ile sevinçlerini bağıra çağıra
ortalığa afişe etmeyi, sevinci olmayanlara karşı ayıp sayıp da, mahcup bir
tevazu ile içinden yaşayanların topraklarında, Anadolu’nun bağrında büyümüştü.
Kumandanına verecek cevap bulamayınca yanakları kızarmıştı. Kumandanı elbette
biliyordu, cevapsızlığın nedenini. Yusuf’u daha fazla sıkıntıya sokmak
istemedi.
-
İyi bakalım-, Allah analı babalı büyütsün. Bana bak çucuk, asker yolu bekleyen
ananın yüreği dar olur; kendimden bilirim, mektupsuz, habersiz bırakma
kızcağızı...
-
Emredersiniz kumandanım.
Kahve fincanını masaya bırakan Yusuf iki adım geri
çekilip bekleyince, Mustafa Kemal:
-
Hadi bakalım, şimdi git yat.
-
Emredersiniz kumandanım. Bir emriniz var mı?
-
Git yat dedim ya çucuk!
Teğmen Yusuf selam verip uzaklaştı. Mustafa Kemal
sigarasından derin bir nefes çekerken başını geriye doğru atınca sonsuz saf
siyahın içinde parıldayan yıldızların semavi gösterisinden gözleri kamaştı.
Cebindeki ortası yanık mektubu çıkartıp, küçük masasının üzerine koydu ve gaz
lambasının titrek ışığında cevap yazmaya başladı.
-
Deryagözlü Eleni’mu... Tanrının güneşle yaktığı topraklardayım. Kuzey Afrika’da
bir çöl burası. Şimdi hepimiz, bütün arkadaşlar burada, şahsi emellerimizden,
şahsi arzularımızdan ziyade, vatanın müdafaası için tek vücut olduk. Gece
olunca yıldızlar sanki onları tutmam için aşağıya iniyor, tıpkı Selanik
gecelerindeki gibi, Elenimu. Yıldızlara birlikte baktığımız son geceyi
hatırladım...
Mustafa Kemal, mektubun burasında durup kendisine
uçsuz bucaksız gökyüzünden bir yıldız seçmek üzere başını kaldırdı. Çok değil
daha üç ay önce Selanik’te Beyaz Kule’nin balkonunda Eleni’yle
yıldızlara baktıkları geceyi hatırladı.
-
Kemal! Bak! Yıldız kaydı gördün mü?
-
Nerde?
-
Şunu görüyor musun? En parlak olanı? İşte o Venüs. Onun yanından kaydı.
Eleni elini zarif bir bilek hareketiyle yıldızlara
doğru uzatırken, işveli bir edayla Mustafa Kemal’e sokuldu.
-
Sen astrolojiye de inanmazsın değil mi Kemalimu?
-
Ben sadece astronomiye inanırım Elenimu? İstikbali yıldız pırıltısında değil,
kılıç şakırtısında aramaya başlayalı çok oldu...
Eleni, gecenin serinliğinden mi, Kemal’in
romantizmden eser taşımayan sesinden mi bilinmez, ürperdi. Mustafa Kemal
üzerindeki askeri ceketini genç kadının omuzlarına örterken, Eleni onun
yakışıklılığına hayranlıkla bakmaktan kendini alamıyordu.
Hoş sadece o değil, askeri lise üniformasını giyip
de elini öpmek üzere annesinin ikinci evliliğini yaşadığı sokakta göründüğünde,
terzi Mualla iğneyi parmağına batırmış, komşusu Eftelya asmaya çalıştığı
çamaşırı ipten düşürmüş, dedikoducu kadınlar dişlerinin arasına sıkıştırdıkları
ayçekirdeklerini çıtlatamadan öylece bakakalmışlar, o günden sonra ne
Selanik’in namlı güzelleri, ne de Manastırın işveli tazeleri bakışlarını ondan
alamaz olmuşlardı.
Eleni ise o günlerde henüz serpilmiş, yeni
taşındıkları bu mahallede, kadınlar gününde birgün hamamda üryan su dökünürken
endamını gösterince, başından üç doğum, dört düşük geçmesine rağmen tam on yedi
yıldır güzellikte birinciliği elinden alınamamış olan “Selanik’li Afrodit” nam,
Alexandra
bile “yassuvre! Hey maaşallah” diyerek, görünmez tahtıyla, tacını
oracıkta Eleni’ye teslim edivermişti. İşte tam da Eleni’nin namının alıp
yürüdüğü günlerden birinde, genç Mustafa Kemal, ramazan bayramı dolayısıyla
verilen tatilde yine doğduğu şehre gelmiş, yakın arkadaşlarıyla Asmalı
Meyhane’nin denize bakan ön bahçesinde oturmuş, harçlıkları ancak ona
yettiği için, Apostol’un kendi imalatı olan ucuz biradan -yoksa boza mı
demeli?- içerken, sanki bu delikanlı yaşlarınının başka muhabbet mevzuu yokmuş
gibi gene Devlet-i Alî’yi nasıl kurtaracaklarını konuşuyor, arkadaşlarının “dur!
sus!” gibi ikazlarına aldırış etmeksizin yüksek perdeden, yapılması
gerekenleri bir bir sıralıyordu ki, hiç beklenmedik bir rüzgarla ters dönen
şemsiyesine hakim olmaya çalışırken elindeki paketleri düşüren Eleni’nin
görüntüsü etraftakilerin retinalarına düşmeye vakit bulana
kadar, yerinden fırlayan Mustafa Kemal duruma hakim olmuştu bile. Sadece duruma
mı? Eleni’nin göğüs kafesini kırmak istercesine çarpmaya başlayan küçük kalbine
de hâkim olmuştu. İşte şimdi aralıklı görüşmelerle, yasaklarla yaşayageldikleri
ilişkilerinde yine kaçak bir anın tadını çıkartırlarken, Mustafa Kemal, alt
tarafı ceketini örtmüş, örterken de omuzlarına parmaklarının ucuyla şöyle bir
dokunmuştu ama Kemal’in erkek kollarındaki güç, elektrik akımı verilmiş gibi
Eleni’nin bütün hücrelerine dalga dalga yayılmıştı.
-
İtalyanlar Trablus’u bombalamaya başlamış. Mütemadiyen asker çıkartıyorlarmış.
Kule dibinden yükselen bu çığlık, sanki Selanik
şehrinin şalterini indirmişti. Eleni’ye dönüp, başıyla sert bir asker selamı
veren Mustafa Kemal, kızı orada öylece bırakıp, kulenin merdivenlerinden aşağı
uçarcasına indi. Kule dibindeki kalabalık neler olup bittiğini anlamaya çalışırken,
Selanik garına giren trenin acı sireni sesleri örttü. Enver, haberi Berlin’de
alır almaz ilk trene atlamış, soluğu Selanik’te almıştı. Başta partililer,
neredeyse tüm Selanik halkı İttihat ve Terakki’nin yalıdaki merkezine
doluşmuştu. Enver kürsüde, arkasındaki duvara asılı haritada göstererek durumu
açıkladı:
-
Kardeşlerim, Berlin’de İtalyanların Trablusu işgale başladığını içimiz kan
ağlayarak öğrendik.
Salondaki öfkeli kalabalık, “Savaşalım! Gidelim! Öl de,
ölelim!” Ve benzeri nidalarla yeri göğü inletirken Enver kafasındakini
açıkladı.
-
Savaşmak için ordu göndermemiz lazım ancak deniz yoluyla göndermemiz imkânsız.
İtalyanlar Akdeniz’e bütünüyle hâkim. Bizim hantal donanmamızı ilk atakta
batırırlar. Karadan asker sevk etmek de imkânsız çünkü Mısır da İngilizler ’in
işgali altında. Müttefikleri olan İtalya’yla savaşacak bir ordunun geçmesine
müsaade etmezler. Yani kısacası Devletin eli kolu bağlı. Bu durumda yapılacak
tek şey var...
Konuşmasının burasında küçük bir es verince, salon
nefesini tutup, liderlerinin ne diyeceğini bekledi. Enver:
-
Trablusgarp’a gizlice gideceğiz. Orada Almanların gerilla savaşı dediği,
sizinse gayet iyi bildiğiniz çete savaşı yapacağız...
Salondan kahramanca nidalar yükselirken, meseleleri
serinkanlı ve etraflıca düşünüp, tarttıktan sonra hareket etmesiyle meşhur Ali
Fethi:
-
Bu Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya savaş açması manasına gelmez mi?
-
Devlet kararı demezsiniz. ‘kendi kararlarıydı’ dersiniz.. Allah’ın izniyle
kazanırsak sahip çıkarsınız. Zafer İmparatorluğumuzun zaferi olur. Kaybedersek
‘Başıbozuk Çeteciler’ dersiniz. Osmanlı’ya halel gelmez.
Vatanının onuru için gözünü kırpmadan ölüme koşan bu
yiğit adamın adının, istiklalleri uğrunda canını verdiği gelecek kuşakların
tarih kitaplarında kahraman şehit değil, başıbozuk çeteci olarak düşmesi
ihtimaline rağmen gösterdiği kararlı fedakârlık silahşorlarda -bıraksalar şimdi
pencereden uçup, doğrudan Trablusgarp’taki İtalyan karargâhının tepesine konmak
arzusunu öyle bir ateşlemişti ki, kitleleri böylesine harekete geçirmek her
kulun değil, ancak büyük önderlerin harcıydı. Bunu çok iyi bilen Talat
Bey, artık ne Enver’i, ne de salondakileri kararlarından geri
çeviremeyeceğini biliyordu. Hoş zaten buna hiç niyeti de yoktu.
-
Kararlılığınızı görüyorum... Cesaretinizi bilirim... Size itimadım tamdır... Teklifinizi
destekleyeceğiz... Bize düşen nedir?
-
Şehit olursak ailelerimize maaş bağlayın... Başka da bir isteğimiz yoktur.
Salondakiler, bu mütevazı talebin arkasındaki
muhteşem mangal yüreğin karşısında, sanki saygıda kusur edeceklermiş gibi soluk
almadan, büyülenmiş gözlerle bakarlarken, Enver son soruyu sordu?
-
Benimle Trablus’a savaşmaya kimler gelecek arkadaşlar?
Ssalonda kim varsa, zerre kadar tereddüt etmeden,
aynı anda hep bir ağızdan bağırdı:
-
Ben!
Bir tek Mustafa Kemal farkındaydı salondakiler
arasında… Enver’in mangal yüreği vardı var olmasına da, akıl kısmına düşen
hisse hem zırnık kadardı, hem de askeri ya da vicdani stratejilere değil,
sadece şöhrete ve iktidara endeksliydi. İttihat ve Terakki Parti tarihinin en
mühim toplantılarından 1909 Selanik kongresinde Mustafa Kemal bir manifesto
yayınlamış; “Askerlik yapacaksak siyaseti; siyaset yapacaksak askerliği
bırakmalıyız!” dediği için partiden atılmıştı. İttihatçılara göre ise
siyasi erki elde etmenin ve korumanın yolu askeri darbeden geçmekteydi. 909
kongresinde Mustafa Kemal ve Enver’in yolları bu nedenle son kez Trablusgarp’ta,
siyasi değil askeri disiplin gereği kesişmenin dışında, o gün, bir daha fikri
olarak hiç bağdaşmayacak şekilde ayrılmıştı. Çok değil, Trablusgarp’tan sadece
üç sene sonra askerlikle siyasetin neden bir arada yürütülmemesi gerektiğinin
dehşetengiz örneği kan revan içinde yaşanacak; bir buçuk Osmanlı vatandaşı Ermeni,
Kürtlerle torak kavgasına düşürülerek katledilecek, evlerinden barklarından
zorla uzaklaştırılıp, çoluk çocuk, yaşlı, hasta demeden, aç ve yaya olarak uzun
ölüm yürüyüşüne, açıkça soykırıma mahkûm edilecekti. Ve 20. Yüzyılın bu ikinci
soy kırım –ki ilki birincisinde üç sene önce Balkanlar’da yaşanmış, 3 milyon
Müslüman katledilip, kılıç artıklarının Anadolu’ya doğru kum saatinin boynuna
itilir gibi sürülmesi ile sonuçlanmıştı- kararının altında bu İttihatçı triumviranın
imzası olacaktı: Enver, Talat, Cemal…
Siyaseti askerlikten de, dinden de, egemen sınıf
elinden de alarak sivil yurttaşların yönetimine bırakmaya kararlı ve sırf bu
nedenle her rüzgârın jiletine açık genç bir yalnız adam, Yüzbaşı Mustafa Kemal;
Tanrıların ateşini halka dağıttığı için sonsuza kadar kendisini sürekli
rejenere eden karaciğerle ölümsüz sonsuz ölüme mahkûm edilen Prometheus’un
akıbetinin benzeriyle ömrünü tamamlayacağını -üstelik ölüm nedeni karaciğer
yetmezliği olarak açıklanmıştır- elbette o gün, Kuzey Afrika’nın o ıssız
çölünde, ateşin karşısında cigarasını tüttürürken bilemezdi.
Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek
gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının
tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini göstermiş, hafif
hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum
tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Mustafa
Kemal, Eleni’yle yıldızların seyrine daldıkları geceden üç ay sonra
Trablusgarp’tan yazdığı mektuba ara verip onu hatırlamanın tadını hakkını vere
vere çıkartıyordu. Bakışlarını, saatlerdir ona çapkınca göz kırpıp durmakta
olan Venüs’ten alıp, yazmaya devam etti:
-
Buradaki tek avuntum geceleri hangi yıldıza bakacağımı biliyor olmam..
Mümkündür aslında, şu anda sizin de aynı yıldıza başka bir zaviyeden, başka bir
coğrafyadan bakıyor olmanız. Eğer öyleyse hislerimi görmeniz de mümkündür. "Şu
astroloji meselesini incelesem mi acaba?” diye sormaktan
alamıyorum kendimi.
Mektubu bitiren Mustafa Kemal, zarfın ağzını
kapattı. Cigarasından derin bir nefes çekti ve dünyanın geri kalanından
sıyrılıp bakışlarını yeniden Venüs’e çevirerek astrolojinin oyunlarına
daldı.
Dipnot:
Okuduğunuz pasaj, bu satırların yazarının “Sevmeye Vakit mi Vardı” adlı
senaryosundan yola çıkarak yazmakta olduğu, aynı adlı romandan alınmıştır.