2 Nisan 2017 Pazar

VENÜS’ÜN OYUNLARI


Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini gösterdi. Hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Enver usul usul yanmakta olan ateşin önünde kuma oturmuş, hülyalı gözlerle ateşin dansına dalmış, Naciye Sultan’a yazacağı mektubu kafasında kurmaya çalışıyordu. Çalışıyordu ama çok değil daha üç ay önce Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan trene binerken Regina’nın, ince bıyıklı dudaklarının köşesine kondurduğu veda busesini bir türlü aklından çıkaramıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim bayrağını çektiği 1918 yılının 4 Kasım’ında onu bir sabaha karşı gizlice Almanya’ya kaçıran denizaltının yanaştığı Varna limanından bindiği trende Regina’yı ona ayrılan kompartımanda görünce, Berlin’de ateşe militerken mavi gözlerine meftun olduğu bu genç kadının arkeoloji öğrencisi falan değil, Alman Gizli teşkilatı ajanı olduğunu anlayacağı tarihe henüz yedi, bir buçuk milyon vatandaşının katline karar vermesine üç sene vardı. Enver Paşa, cayır cayır yanan dağ oteli şöminesinin önünde, Regina’nın kollarında daldığı mahur sükûnetinden sıyrıldığı, İtalyanlar’ın Trablusgarp’a asker çıkarttıklarını öğrendiği ve yıldırım hızıyla Selanik’e gitmesi gerektiğini söyleyen telgrafı aldığı o gün, elbette bu olacaklardan bihaberdi. Aceleyle toparlanıp Potsdamn’ın Hoptbanhof’undan kalkacak trene atlaması, Berlin’de Orient Expres’i yakalaması ve Selanik’e uçması gerekmekteydi ve şimdi onu istasyona götüren atlı arabanın içinde Regina’yla diz dizeydi. Regina, Enver Paşa’nın küçük elini siyah dantelli eldiven giymiş kemikli elleriyle kavradı: “Almanya’da bulunduğunuz süre içinde yalnızca Almanya’nın Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana olduğunu geniş biçimde gözleme şansı buldunuz Herr Enver. Eminim Trablusgarp’tan bir destan çıkararak döneceksiniz.” Dedi. Enver, kendisine aşkla bakan bu bir çift mavi gözün sahibinin, bir arkeoloji öğrencisi olarak, dünya siyasetinin hassas dengelerine neden bu kadar hâkim olduğunu hiç sorgulamamıştı. “Ülkemiz bu ateş çemberinden geçerken bize Alman dostluğunun katacağı güçten hiç şüphe etmedim ben. Ve... Ve bir dosta güvenmeyi en müstesna haliyle bir Alman kadınının, sizin gözlerinizde gördüm Regina.” İleride, Almanlar’ın Enver Pascha Brück adını verecekleri tarihi taş köprünün üzerinden geçerken Regina; “Her Enver, ben de sizin gözlerinizdeki pırıltıdan görüyorum ki ülkenizin geleceği sizsiniz.” Demiş, Enver’in göğsü kimselere çaktırmadan kabarmış, çocukluğundan beri her mahcup oluşunda yaptığı gibi sağ kaşının ortasındaki bir tutam beyaz tüye serçe parmağının ucuyla dokunmuştu.

Şimdi, şu anda Kuzey Afrika Çölü’nde, otuz beş İttihtçı silahşörden oluşan Osmanlı karargahında –gerilla kampı mı demeli- ateşin önünde oturmuş; İstanbul’da, Osmanlı Sarayı’nın hareminde kendisini bekleyen nişanlısı Naciye Sultan’a mektup yazmak isteğiyle kıvranıyor ama Regina’nın dudak izi yakasını bırakmıyordu.

Neden sonra kelimeler kalemin ucundan damlamaya başladı: “Ruhum, Sultanım, Efendim...” Enver durdu, hafifçe gülümsedi. Her mektup yazmaya oturduğunda evvela nasıl bir hitapla başlayacağını düşünürdü. Artık tecrübeyle sabitlemişti ki; ilk hitapta seçtiği kelimeler, her zaman mektuplarının arkasını getirecek olan anahtarlar olmuştu. “Ruhum, Sultanım”, “Sultanım, Ruhum”, “Ruhumun Sultanı”, “Gözümün Nuru”, “Canım Efendim”, “İki Gözüm, Sultanım”, İki Gözüm Sultanım, Efendim”, “Sultanım, İki Gözüm, Efendim”, “Ruhum, Elmasım”, “Mukaddes Sultanım”, “Güzel Meleğim”, “Kâinattan Aziz Sevgili Sultanım, Efendim” ve benzeri hitaplarla yaptığı açılışlar, her zaman, Naciye Sultan’a yazmak istediği müteakip satırlara kılavuz olmuştu. Yine ruhunun derinliklerinden gelen insiyakın doğruluğuna inanarak gülümsemişti. Mektuba devam etti: “Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah.” Son yazdığı temenni kelimesinin zayıflık intibaı uyandırabileceği endişesi ile bir an duraklasa da, yine de insiyakının sesini dinlemeyi tercih ederek, mektuba devam etti: “Dün geceden beri hafif bir fırtına hükmünü sürdürüyor. Bu unutulmuş çölde, fırtınanın hışırtısından başka bir şey işitilmiyor. Böyle yerde insan kendini her taraftan ayrılmış, büsbütün yalnız hissediyor. Bu yalnızlık içinde yegâne düşüncem sizlersiniz. Kim bilir şimdi derin derin uyuyor,”...

Enver,  “uyuyor” yazıp da virgülü koyunca bir an durup içinden gelen sesi dinledi ve cesaretle cümlenin sonunu getirdi: “belki beni düşünüyorsunuz, kim bilir ne güzel rüyalar görüyorsunuz”. Ben ise bin türlü müşkülat arasında yegâne olarak istirahat ve zevki sizi düşünmekte, böyle herkes dağıldıktan sonra yalnız olarak sizi tahayyülde buluyorum. İhtimal bu sözleri okuduğunuz vakit, yine hiç unutmam, bir mektubunuzda dediğiniz gibi; “öyle yalancıktan romanlarda gördüğünüz şeyleri yazmayın!” Diyeceksiniz. Fakat ruhum! Umarım ki bu defa artık hissiyatımın sizi aldatmak için yaratılmamış olduğunu anlıyorsunuz. Görüyorsunuz ki, Berlin’de bulunduğum zaman yazdıklarımı, böyle, düşman karşısında bütün adamlarımın hayatını elinde tutarak, onların ve vatanın bu parçasının mesuliyetini üzerimde taşıdığım bir zamanda da ayniyle yazıyorum.” Artık kelimeler teklemeden çıkmaya, düşünce bantı patinaj yapmaksızın akmaya başlamıştı. Kalemini mürekkebe daldırıp, damlanın fazlasının düşmesini beklemeden devam etti: “İki gözüm! Sizi belki ebediyen göremeyebilirim. Kim bilir, belki de yarın vuku bulacak bir çarpışmada, üstümüze yağan kurşunlardan bir tanesi hayatıma son verebilir. Fakat emin ol ki sultanım, ölsem de sizi seveceğim ve seviyorum. Allahtan istediğim bir şey var, o da siz müsterih ve afiyette olunuz ve size böylece tapan bu kalbi unutmayınız. Sizi bütün muhabbetimle kucaklar, güzel gözlerinizden öperim iki gözüm. Enver’iniz”. Enver, mektubu soluksuz tamamlamıştı. Katlayıp zarfa koymadan önce, kulağa nasıl geldiğini anlamak için bir kez de mırıldanarak okumaya karar verdi.

-Ruhum, Sultanım, Efendim...

“Buraya kadar iyi gidiyor” diye geçirdi içinden ve yine mırıldanarak devam etti:
-Bilmem nedendir? İstanbul’dan bu kadar gelen olduğu halde hâlâ bir mektubunuzu getirmediler. Yoksa gözden ırak olan, gönülden de ırak mı düştü? Kalbim, hissiyatım bunun yalan olduğunu söylüyor. İnşallah. 

Durdu. Son kelimeyi bir kez daha okudu:

-İnşallah...

Kullanıcısının iyi niyet hislerini, yaldızlı olmamasına rağmen, Allah’ın lütuf karlığının yüceliğiyle bezeyerek ifade eden ve sırf bu nedenle bu kadar çok severek kullandığı bu kelimeyi, mektubunun tam da bu noktasında bir türlü sevememişti. Kendine güveni tam olmayan bir âşık intibaı bırakıyordu sanki. Kararlı bir şekilde kelimenin üstünü çizdi ama bu kez de ihtimam göstermeyen bir aşığın mektubuna dönüşüverdi elinin altındaki kâğıt parçası. Tereddüt etmeden buruşturup ateşe attı. Alevlerin yalayışıyla kavrulup havaya savrulan kelimelerine bir süre baktı. Sönmeye yüz tutmuş ateş, sanki onun kelimelerinin sıcaklığıyla yeniden yakıcılığına kavuşur gibi olmuştu ama bu da uzun sürmedi. Gece ilerledikçe çölün ayazı iyice çıplak tenleri ısırmaya başlamıştı ki, ateşe dalıp gitmiş olan Enver, içten gelen bir titremeyle bunu hissetti. Küllerin arasından aldığı bir dal parçasıyla ateşi dürtüp canlandırmaya çalışırken aklından, az önceki titremesinin esas sebebinin ne olduğunu geçirmeye çalıştı. Çölün ayazı mı, yoksa aşkla dolu hislerinin tercümanının bir anda yanıp yok olması mı içini titretmişti az önce?  Yoksa Allah esirgesin, hemencecik yanıp da, sönüveren, kâğıt parçası değil, hislerinin ta kendisi miydi? Öyle ya, her ne kadar, Padişah’ın inayeti ile Naciye Sultan’ı nikâhına alarak Saray’a damat olsa da, henüz karısının, bırakın yüzünü, tek bir fotoğrafını dahi görmüş değildi. Padişah kızıyla yüzünü görmeden evlenmeye karar vermesine; bırakın evlenmeyi, görmediği on üç yaşında bir kıza zilzurna âşık olmasına bakan bir kısım kötü niyetli, kötü ruhlu zevat, sanki görücü usulü evlilik başka bir milletin ananesiymiş gibi, aslı astarı olmayan bir dedikoduyu memlekete yaymış, meşrutiyetin kurucusu, hürriyet kahramanı Enver Bey’in, sanki böyle bir şeye tevessül etme ihtiyacı duyacakmış gibi, sırf saraya damat olmak için vaziyeti sineye çektiğini yazıp çizmişlerdi. Bunları düşünürken hayalinde prensesin suretini tarif üstüne canlandırmaya çalışan Enver, ateşi dürtüklediği dalın ucundaki kömürü kullanarak, Naciye Sultan’ın kara kalem portresini çizmeye karar verdi. Enver’in, resmetmeye kabiliyetli olduğu çoktan beri ispatlanmış olan becerikli eli, boş papirüsün üzerinde adeta dans ederek gidip geldikçe, ortaya, basbayağı alımlı bir geç kadın sureti çıkmaya başlamıştı ki, münasebetsiz bir sesin tesiriyle, kalem kayıverince, tam da dudakların birleşiği köşede hayal ettiği iffetli gülümseme, aniden ifadesiz bir gülümsemeye dönüşüverdi.

- Böyle miymiş prenses hazretleri?

Silahşor insiyakiyle tabancasına davranan Enver, seslenenin Mustafa Kemal olduğunu fark edince omuzlarını gevşetti.

- Hay Allah! Korkuttun beni. Dalmışım.

Derken, Mustafa Kemal’in eğilmiş, resme bakmakta olduğunu fark etti. Artık saklayacak olsa bir türlü, gösterecek olsa başka türlüydü. Serçe parmağıyla kaşındaki bir tutam beyaza dokunurken, pembeleşmiş yanaklarıyla, masum bir mahcubiyet içindeydi. Mustafa Kemal ise, çölün verdiği sıkıntıyı dağıtmak için sanki başka mevzu kalmamış gibi Naciye’nin resmine bakmaya devam ediyordu.

- Oldukça güzelmiş prenses hazretleri. Henüz görmediğini sanıyordum...
- Görüşmedik!

Enver’in cevabı keskin bir bıçak gibi ayazı kesti. Aynı anda resmi de ters çevirmişti. Aynı keskinlikle, gizli ve açık manası “git-yat” demek olan bir cümle kuruverdi:

- Sen uyumadın mı hala?
- Uyku tutmadı, dolanıyordum...

Sönmeye yüz tutmuş ateşin fersiz ışığında, Mustafa Kemal’in yüzünde az önce gördüğü belli belirsiz müstehzi ifade hala duruyor muydu, durmuyor muydu, seçilemiyordu ama neyse ki ateş almaya gelmiş olan Mustafa Kemal, cigarasını yakmıştı.

- İyi geceler kardeşim...
- İyi geceler Kemal.

Enver arkasından bakarken, Mustafa Kemal dudağında ince bir tebessümle çadırına doğru yürüdü. Karargâh uyumaktaydı.  Teğmen Yusuf da, sırtını Mustafa Kemal’in çadır direğine yaslamış, ellerinin arasında tuttuğu mektupla uyuya kalmıştı. Kumandanının ayak seslerini fark edince, ayağa fırladı. Mustafa Kemal:

- Uyumadın mı sen hala?
- Bir emriniz olur diye bekledim kumandanım.
- Eh! Madem ayaktasın bir fincan kahve yap bari!
- Baş üstüne kumandanım!

Mustafa Kemal çadırının önündeki derme çatma masaya otururken, Yusuf’un elindeki mektubu katlayıp, öptüğünü, sonra da göğüs cebine koyduğunu görmüştü.

- Karından haber var mı?
- Var komutanım, bir oğlum olmuş.
- Sorunca mı söylenir çucuk? Niye haber vermedin?

Teğmen Yusuf’un verecek cevabı yoktu. O, atalarından duyduğu; “aç var, açıkta var”, ikazı ile sevinçlerini bağıra çağıra ortalığa afişe etmeyi, sevinci olmayanlara karşı ayıp sayıp da, mahcup bir tevazu ile içinden yaşayanların topraklarında, Anadolu’nun bağrında büyümüştü. Kumandanına verecek cevap bulamayınca yanakları kızarmıştı. Kumandanı elbette biliyordu, cevapsızlığın nedenini. Yusuf’u daha fazla sıkıntıya sokmak istemedi.

- İyi bakalım-, Allah analı babalı büyütsün. Bana bak çucuk, asker yolu bekleyen ananın yüreği dar olur; kendimden bilirim, mektupsuz, habersiz bırakma kızcağızı...
- Emredersiniz kumandanım.

Kahve fincanını masaya bırakan Yusuf iki adım geri çekilip bekleyince, Mustafa Kemal:

- Hadi bakalım, şimdi git yat.
- Emredersiniz kumandanım. Bir emriniz var mı?
- Git yat dedim ya çucuk!

Teğmen Yusuf selam verip uzaklaştı. Mustafa Kemal sigarasından derin bir nefes çekerken başını geriye doğru atınca sonsuz saf siyahın içinde parıldayan yıldızların semavi gösterisinden gözleri kamaştı. Cebindeki ortası yanık mektubu çıkartıp, küçük masasının üzerine koydu ve gaz lambasının titrek ışığında cevap yazmaya başladı.

- Deryagözlü Eleni’mu... Tanrının güneşle yaktığı topraklardayım. Kuzey Afrika’da bir çöl burası. Şimdi hepimiz, bütün arkadaşlar burada, şahsi emellerimizden, şahsi arzularımızdan ziyade, vatanın müdafaası için tek vücut olduk. Gece olunca yıldızlar sanki onları tutmam için aşağıya iniyor, tıpkı Selanik gecelerindeki gibi, Elenimu. Yıldızlara birlikte baktığımız son geceyi hatırladım...

Mustafa Kemal, mektubun burasında durup kendisine uçsuz bucaksız gökyüzünden bir yıldız seçmek üzere başını kaldırdı. Çok değil daha üç ay önce Selanik’te Beyaz Kule’nin balkonunda Eleni’yle yıldızlara baktıkları geceyi hatırladı.

- Kemal! Bak! Yıldız kaydı gördün mü?
- Nerde?
- Şunu görüyor musun? En parlak olanı? İşte o Venüs. Onun yanından kaydı.

Eleni elini zarif bir bilek hareketiyle yıldızlara doğru uzatırken, işveli bir edayla Mustafa Kemal’e sokuldu. 

- Sen astrolojiye de inanmazsın değil mi Kemalimu?
- Ben sadece astronomiye inanırım Elenimu? İstikbali yıldız pırıltısında değil, kılıç şakırtısında aramaya başlayalı çok oldu...

Eleni, gecenin serinliğinden mi, Kemal’in romantizmden eser taşımayan sesinden mi bilinmez, ürperdi. Mustafa Kemal üzerindeki askeri ceketini genç kadının omuzlarına örterken, Eleni onun yakışıklılığına hayranlıkla bakmaktan kendini alamıyordu.

Hoş sadece o değil, askeri lise üniformasını giyip de elini öpmek üzere annesinin ikinci evliliğini yaşadığı sokakta göründüğünde, terzi Mualla iğneyi parmağına batırmış, komşusu Eftelya asmaya çalıştığı çamaşırı ipten düşürmüş, dedikoducu kadınlar dişlerinin arasına sıkıştırdıkları ayçekirdeklerini çıtlatamadan öylece bakakalmışlar, o günden sonra ne Selanik’in namlı güzelleri, ne de Manastırın işveli tazeleri bakışlarını ondan alamaz olmuşlardı.

Eleni ise o günlerde henüz serpilmiş, yeni taşındıkları bu mahallede, kadınlar gününde birgün hamamda üryan su dökünürken endamını gösterince, başından üç doğum, dört düşük geçmesine rağmen tam on yedi yıldır güzellikte birinciliği elinden alınamamış olan “Selanik’li Afrodit” nam, Alexandra bile “yassuvre! Hey maaşallah” diyerek, görünmez tahtıyla, tacını oracıkta Eleni’ye teslim edivermişti. İşte tam da Eleni’nin namının alıp yürüdüğü günlerden birinde, genç Mustafa Kemal, ramazan bayramı dolayısıyla verilen tatilde yine doğduğu şehre gelmiş, yakın arkadaşlarıyla Asmalı Meyhane’nin denize bakan ön bahçesinde oturmuş, harçlıkları ancak ona yettiği için, Apostol’un kendi imalatı olan ucuz biradan -yoksa boza mı demeli?- içerken, sanki bu delikanlı yaşlarınının başka muhabbet mevzuu yokmuş gibi gene Devlet-i Alî’yi nasıl kurtaracaklarını konuşuyor, arkadaşlarının “dur! sus!” gibi ikazlarına aldırış etmeksizin yüksek perdeden, yapılması gerekenleri bir bir sıralıyordu ki, hiç beklenmedik bir rüzgarla ters dönen şemsiyesine hakim olmaya çalışırken elindeki paketleri düşüren Eleni’nin görüntüsü etraftakilerin retinalarına düşmeye vakit bulana kadar, yerinden fırlayan Mustafa Kemal duruma hakim olmuştu bile. Sadece duruma mı? Eleni’nin göğüs kafesini kırmak istercesine çarpmaya başlayan küçük kalbine de hâkim olmuştu. İşte şimdi aralıklı görüşmelerle, yasaklarla yaşayageldikleri ilişkilerinde yine kaçak bir anın tadını çıkartırlarken, Mustafa Kemal, alt tarafı ceketini örtmüş, örterken de omuzlarına parmaklarının ucuyla şöyle bir dokunmuştu ama Kemal’in erkek kollarındaki güç, elektrik akımı verilmiş gibi Eleni’nin bütün hücrelerine dalga dalga yayılmıştı.

- İtalyanlar Trablus’u bombalamaya başlamış. Mütemadiyen asker çıkartıyorlarmış.

Kule dibinden yükselen bu çığlık, sanki Selanik şehrinin şalterini indirmişti. Eleni’ye dönüp, başıyla sert bir asker selamı veren Mustafa Kemal, kızı orada öylece bırakıp, kulenin merdivenlerinden aşağı uçarcasına indi. Kule dibindeki kalabalık neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, Selanik garına giren trenin acı sireni sesleri örttü. Enver, haberi Berlin’de alır almaz ilk trene atlamış, soluğu Selanik’te almıştı. Başta partililer, neredeyse tüm Selanik halkı İttihat ve Terakki’nin yalıdaki merkezine doluşmuştu. Enver kürsüde, arkasındaki duvara asılı haritada göstererek durumu açıkladı:

- Kardeşlerim, Berlin’de İtalyanların Trablusu işgale başladığını içimiz kan ağlayarak öğrendik.

Salondaki öfkeli kalabalık, “Savaşalım! Gidelim! Öl de, ölelim!” Ve benzeri nidalarla yeri göğü inletirken Enver kafasındakini açıkladı.

- Savaşmak için ordu göndermemiz lazım ancak deniz yoluyla göndermemiz imkânsız. İtalyanlar Akdeniz’e bütünüyle hâkim. Bizim hantal donanmamızı ilk atakta batırırlar. Karadan asker sevk etmek de imkânsız çünkü Mısır da İngilizler ’in işgali altında. Müttefikleri olan İtalya’yla savaşacak bir ordunun geçmesine müsaade etmezler. Yani kısacası Devletin eli kolu bağlı. Bu durumda yapılacak tek şey var...

Konuşmasının burasında küçük bir es verince, salon nefesini tutup, liderlerinin ne diyeceğini bekledi. Enver:

- Trablusgarp’a gizlice gideceğiz. Orada Almanların gerilla savaşı dediği, sizinse gayet iyi bildiğiniz çete savaşı yapacağız...

Salondan kahramanca nidalar yükselirken, meseleleri serinkanlı ve etraflıca düşünüp, tarttıktan sonra hareket etmesiyle meşhur Ali Fethi:

- Bu Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya savaş açması manasına gelmez mi?
- Devlet kararı demezsiniz. ‘kendi kararlarıydı’ dersiniz.. Allah’ın izniyle kazanırsak sahip çıkarsınız. Zafer İmparatorluğumuzun zaferi olur. Kaybedersek ‘Başıbozuk Çeteciler’ dersiniz. Osmanlı’ya halel gelmez.

Vatanının onuru için gözünü kırpmadan ölüme koşan bu yiğit adamın adının, istiklalleri uğrunda canını verdiği gelecek kuşakların tarih kitaplarında kahraman şehit değil, başıbozuk çeteci olarak düşmesi ihtimaline rağmen gösterdiği kararlı fedakârlık silahşorlarda -bıraksalar şimdi pencereden uçup, doğrudan Trablusgarp’taki İtalyan karargâhının tepesine konmak arzusunu öyle bir ateşlemişti ki, kitleleri böylesine harekete geçirmek her kulun değil, ancak büyük önderlerin harcıydı. Bunu çok iyi bilen Talat Bey, artık ne Enver’i, ne de salondakileri kararlarından geri çeviremeyeceğini biliyordu. Hoş zaten buna hiç niyeti de yoktu.

- Kararlılığınızı görüyorum... Cesaretinizi bilirim...  Size itimadım tamdır... Teklifinizi destekleyeceğiz...  Bize düşen nedir?
- Şehit olursak ailelerimize maaş bağlayın... Başka da bir isteğimiz yoktur.

Salondakiler, bu mütevazı talebin arkasındaki muhteşem mangal yüreğin karşısında, sanki saygıda kusur edeceklermiş gibi soluk almadan, büyülenmiş gözlerle bakarlarken, Enver son soruyu sordu?

- Benimle Trablus’a savaşmaya kimler gelecek arkadaşlar?

Ssalonda kim varsa, zerre kadar tereddüt etmeden, aynı anda hep bir ağızdan bağırdı:

- Ben!

Bir tek Mustafa Kemal farkındaydı salondakiler arasında… Enver’in mangal yüreği vardı var olmasına da, akıl kısmına düşen hisse hem zırnık kadardı, hem de askeri ya da vicdani stratejilere değil, sadece şöhrete ve iktidara endeksliydi. İttihat ve Terakki Parti tarihinin en mühim toplantılarından 1909 Selanik kongresinde Mustafa Kemal bir manifesto yayınlamış; “Askerlik yapacaksak siyaseti; siyaset yapacaksak askerliği bırakmalıyız!” dediği için partiden atılmıştı. İttihatçılara göre ise siyasi erki elde etmenin ve korumanın yolu askeri darbeden geçmekteydi. 909 kongresinde Mustafa Kemal ve Enver’in yolları bu nedenle son kez Trablusgarp’ta, siyasi değil askeri disiplin gereği kesişmenin dışında, o gün, bir daha fikri olarak hiç bağdaşmayacak şekilde ayrılmıştı. Çok değil, Trablusgarp’tan sadece üç sene sonra askerlikle siyasetin neden bir arada yürütülmemesi gerektiğinin dehşetengiz örneği kan revan içinde yaşanacak; bir buçuk Osmanlı vatandaşı Ermeni, Kürtlerle torak kavgasına düşürülerek katledilecek, evlerinden barklarından zorla uzaklaştırılıp, çoluk çocuk, yaşlı, hasta demeden, aç ve yaya olarak uzun ölüm yürüyüşüne, açıkça soykırıma mahkûm edilecekti. Ve 20. Yüzyılın bu ikinci soy kırım –ki ilki birincisinde üç sene önce Balkanlar’da yaşanmış, 3 milyon Müslüman katledilip, kılıç artıklarının Anadolu’ya doğru kum saatinin boynuna itilir gibi sürülmesi ile sonuçlanmıştı- kararının altında bu İttihatçı triumviranın imzası olacaktı: Enver, Talat, Cemal…

Siyaseti askerlikten de, dinden de, egemen sınıf elinden de alarak sivil yurttaşların yönetimine bırakmaya kararlı ve sırf bu nedenle her rüzgârın jiletine açık genç bir yalnız adam, Yüzbaşı Mustafa Kemal; Tanrıların ateşini halka dağıttığı için sonsuza kadar kendisini sürekli rejenere eden karaciğerle ölümsüz sonsuz ölüme mahkûm edilen Prometheus’un akıbetinin benzeriyle ömrünü tamamlayacağını -üstelik ölüm nedeni karaciğer yetmezliği olarak açıklanmıştır- elbette o gün, Kuzey Afrika’nın o ıssız çölünde, ateşin karşısında cigarasını tüttürürken bilemezdi.

Güneş, tarçın renkli saçlarını ardından sürükleyerek gözden kaybolduğunda, gümüş mehtap, yüz görümlüğünü takmak üzere duvağının tülünü aralayan bir yeni gelin gibi, buluttan sıyrılıp mah cemalini göstermiş, hafif hafif esen diri rüzgârla, çöl, gündüzün sıcağından kurtulmuştu. Alçak kum tepeleri ay ışığı altında beyaz bir denizin sakin dalgalarını andırıyordu. Mustafa Kemal, Eleni’yle yıldızların seyrine daldıkları geceden üç ay sonra Trablusgarp’tan yazdığı mektuba ara verip onu hatırlamanın tadını hakkını vere vere çıkartıyordu. Bakışlarını, saatlerdir ona çapkınca göz kırpıp durmakta olan Venüs’ten alıp, yazmaya devam etti:

- Buradaki tek avuntum geceleri hangi yıldıza bakacağımı biliyor olmam.. Mümkündür aslında, şu anda sizin de aynı yıldıza başka bir zaviyeden, başka bir coğrafyadan bakıyor olmanız. Eğer öyleyse hislerimi görmeniz de mümkündür. "Şu astroloji meselesini incelesem mi acaba?” diye sormaktan alamıyorum kendimi.

Mektubu bitiren Mustafa Kemal, zarfın ağzını kapattı. Cigarasından derin bir nefes çekti ve dünyanın geri kalanından sıyrılıp bakışlarını yeniden Venüs’e çevirerek astrolojinin oyunlarına daldı.  



Dipnot: Okuduğunuz pasaj, bu satırların yazarının “Sevmeye Vakit mi Vardı” adlı senaryosundan yola çıkarak yazmakta olduğu, aynı adlı romandan alınmıştır.