Demokrasi Yunanca dimos=halk ve kratos=iktidar sözcüklerinden
türemiştir ve halk iktidarı demektir. Teoride demokrasi; tüm
vatandaşların, devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir
yönetim biçimidir. Ne var ki demokrasi tarihler boyunca, sürekli olarak
genişletilse de, uygulanması ülkeye değişmektedir. Örneğin Fransız
Devrimi’nden sonraki seçimlerde oy
verme hakkı sadece belli miktarda vergi verebilen vatandaşlara tanınmış, ABD’de güney eyaletlerinde siyah ırk ilk
kez 60'larda oy kullanabilmiştir. Seçimlere tam katılım hakkı ise 20. yüzyıla
kadar hiçbir ülkede verilmemiştir. Osmanlı döneminde, meşrutiyetin ilanıyla
birlikte çok partili bir rejim uygulaması yapılmış ancak kadınlara seçme
seçilme hakkı tanınmamıştır. İttihat Terakki Partisi ve Hürriyet İtilaf partileri
II. Meşrutiyet döneminde kıyasıya yarışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun
yıkılmasıyla birlikte Osmanlı meclisleri kapatılmış ve 1923’te Cumhuriyetin ilanıyla
birlikte demokrasiye geçiş çabaları yeniden başlamıştır. Cumhuriyetin ilk
yıllarında hızla çok partili döneme geçme girişimleri yapılsa da, İslam
coğrafyasında yepyeni bir sistem olan cumhuriyet ve onunla birlikte işlerlik
kazanan modernleşme hamleleri nedeniyle sistemin oturması 40’lı yılların
ortalarına kadar uzanmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu 1923’ten itibaren, 1945’e
kadar süren ve “tek parti dönemi” adı verilen dönem, aslında, görünürde tek
parti iktidarı olsa da, gerçekte geniş tabanlı bir koalisyondur. Nitekim 1937
yılında Başbakan olan Celal Bayar, CHP içinden ayrılan arkadaşlarıyla birlikte
Demokrat partiyi kurmuştur. Başka bir deyişle, tek parti denilen CHP’nin
içinde, CHP ilkelerinin tamamına ya da en azından bir kısmına muhalif, sağcı,
liberal hatta muhafazakâr pek çok isim başbakanlık, bakanlık yapmıştır. Özetle
Türkiye Cumhuriyeti çoğulcu demokrasiye geçişte olabildiğince seri davranmaya
çalışsa da, bu kez askeri darbelerle yol kazalarına uğramıştır. Her şeye
rağmen, örneğin, kadınlara seçme hakkı, Atatürk’ün eşitlikçi anlayışı sayesinde
ülkemizde birçok batı ülkesinden 25 yıl önce 1930 yılında tanınmıştır. Bu
kısa tarihçeden sonra demokrasi tanımına dönecek olursak; demokrasiye yapılan
atıflarda görüleceği üzere, halkın kendi kendini yönetmesi temel dayanaktır. Bu
ise halk adına karar alacak, halkı temsil edecek kişileri oy vererek seçen bir
sistemle gerçekleşmektedir. Bununla birlikte demokrasinin evrensel tanımında,
sadece seçim ve oy sandıkları değil; plesibit gibi, referandum gibi
doğrudan etki yoluyla veya sivil toplum kuruluşlarının etkin kılınması, miting,
gösteri gibi dolaylı yollar da yer almaktadır.
Demokrasi ilk
olarak eski Yunanistan'da, şehir-devletlerinde
uygulandı. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme
hakkına sahipti fakat uygulamada kadınlar, köleler ve o şehir-devletinde
doğmamış olan yabancılar bu haklara sahip değillerdi.
Roma İmparatorluğu döneminde uygulanan
devlet sistemi, temsili demokrasiye yakın bir nitelik
taşımaktaydı ama demokratik haklar genellikle sosyal sınıf ayrımına göre
şekillenirdi ve güç elitlerin elindeydi.
Orta çağda
demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere'de
kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta
Libertatum'un (Büyük sözleşme) ilan edilmesidir. Bu belge
doğrultusunda ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştı. Fakat bu seçimlere, yapılan
kısıtlamalar sebebiyle, halkın çok az bir bölümü katılabilmişti. Birçok
ülkede devlet yönetiminde zaman zaman demokrasiye benzer uygulamalar yapılmıştı.
Fakat hepsinde demokrasiye katılım erkek; olma, belli miktarda vergi verme gibi
standartlarla kısıtlanıyordu.
18.yy demokrasinin sıçrama yaptığı yüzyıl olmuştur. Yukarıda sözü edilen sınıfsal kısıtlamaların kaldırılması için aydınlanma çağını bekleyen dünya, giderek Kalkınmacı Demokrasi’yi bireyin ve toplumun gelişiminde esas saymıştır. Jean-Jacques Rousseau’ ya göre, bireyler ancak, toplumun kararlarına doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde 'özgür' olabilirler. Kalkınmacı demokrasinin, Liberal Demokrasi’ye daha yakın hali ise John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir. Bu yüzden kadın olsun, fakir olsun herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Fakat bu oy hakkını ‘eşit’ olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy, vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusunun giderileceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini de belirtiyordu.
18. ve 19.
yüzyıllarda demokrasi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve
Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile
hızla yükselen bir değer haline gelmiştir. Amerika'nın kurulmasını
sağlayanların oluşturduğu sistem ilk liberal demokrasi olarak
tanımlanabilir. 1788 yılında kabul edilen Amerikan Anayasası, hükûmetlerin
seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını
sağlıyordu. Amerikan İç Savaşı'nın ardından 1860'larda
yapılan değişikliklerle kölelere özgürlük sağlandı ve demokrasinin temel
ilkelerinden biri olan oy verme hakkı tanındı. Ancak güney
eyaletlerinde siyahlar 1960'lara kadar oy verme hakkını kullanamamışlardır. 1789 Fransız
Devrimi'nde ise bir anayasa hazırlanarak iktidar halkın seçeceği bir
parlâmento ile kral arasında paylaştırıldı. Ulusal Konvansiyon hükûmeti
genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen
yıllarda Napolyon'un
başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.
19.yy’ın sonlarına
doğru aslında fikir babası Platon olan eski bir öğreti yeniden tartışılır
olmuştur: Elitizm… Platon (M.Ö 427-347)
filozof kralların iktidarda olmasını önermiştir. 19.yy’da ise Vilfredo
Pareto (1848-1923) ve Gaetano Mosca (1857-1941),
Klasik Elitizm adı verilen bir önermeyle, elit yönetiminin toplumsal hayatın
kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeği olduğunu ileri sürmüştür. Mosca
toplumu "yöneten" ve "yönetilen" olarak iki sınıfa
ayırmıştır. Modern dönemde ortaya çıkan Demokratik Elitizm’e göre, seçmenlere
gene oy kullanma hakkı verilmiştir ama bu sadece hangi elitin kendilerini
yöneteceklerini seçmek içindir. Demokratik Elitizm, seçilme hakkını kısıtladığı
için demokrasinin zayıf bir görüntüsü olarak kabul edilmiştir.
20. yy’da demokrasi
hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. I. Dünya Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla
birçok yeni devlet ortaya çıkmış ve bununla birlikte 1917 Ekim Devrimi’yle
birlikte dünya Komünizm ve Marksizm’le tanışmıştır. Marksizm; toplumu
sınıf tabanlı düşünen ve gerçek demokrasinin ancak sınıf farklılıkları
kaldırıldığı zaman olabileceğini iddia etmiştir. Yani; demokrasi, için siyasi
eşitliğin yeterli olmadığını bunun yanında sosyal eşitliğin de sağlanması
gerektiği savunmuştur. Ne var ki pratikte eşitlik ilkesi kısmen yaygın olarak
uygulansa da, sistemin özgürlükleri alabildiğine baskı altına aldığı kısa süre
içerisinde gözler önüne serilmiştir.
1929 yılında ortaya
çıkan Büyük Buhran döneminde Avrupa, Latin Amerika ve Asya'da birçok ülkede
diktatörler ortaya çıktı İspanya, İtalya, Almanya ve Portekiz’de faşist diktatörlükler
ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya’da
demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930'lar Diktatörler
çağı olarak nitelendirilir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra sömürgecilik
anlayışı son buldu ve birçok bağımsız ülkenin ortaya çıkmasıyla Batı Avrupa'da
demokratikleşme hareketleri
yoğunlaşmıştır. Almanya, İtalya, İspanya ve Japonya'da diktatörlükler son
bulmuştur. Bununla birlikte 20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerinden biri de
aynı dönemde başlamıştır; Soğuk Savaş...
Sovyet Bloğu ülkeleriyle
Batı demokrasileri arasında gerçekleşen
Demokratik olmayan ve komünizmi yaymaya çalışan Sovyet Bloğu ile
demokratik kapitalizmi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki Batı Bloğu
arasındaki çekişme 1989 yılında
Sovyet Bloğunun çökmesiyle son bulmuştur. Francis
Fukayama; Tarihin Sonu adlı makalesinde, Soğuk
Savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı haberini
verir. Ne var ki liberallerin tanrısı olan Fukuyama’nın bu öngörüsü 20 yaşına
gelmeden tarihin çöplüğüne yollanmıştır. Avrupa ülkelerinin ardı ardına
ekonomik kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelmesi Fukuyama’nın öngördüğü ve
dünyanın bütün liberallerinin kutsal metin kabul ettikleri “Tarihin Sonu”nun
gelmediğini; tarihin eşitlik ve adalet yolunda benzersiz bir çağa girdiğini,
acılı bir gülümseyişle kapitalizmin zafer ifadeli suratına sert bir şamarla
çarpmıştır. Tüketim toplumu modelinin tükettikçe kendini tüketmesi döngüsü, tüketimin
durduğu anda kapitalistleri panik ataktan, panik yataklara düşürürken,
yarattıkları tüketim krizinden çıkışı; “al-ver, al-ver, ekonomiye can ver”
sloganıyla pompalamaya çalışacak kadar yüzsüzleşmelerine de neden olmuştur.
Tüketimin tüketerek batağa sapladığı ekonomilerini kurtarmak için reçete olarak
yine tüketimi pompalamayı pazarlayacak kadar kalp ve matematik yoksunu bu
kibirli liberal zihniyet, frensiz egolarının kendilerini dahi düşürdüğü “mutsuz
birey” profilinden çıkışı ise, yeni kuşak antidepresanlarla, turistik/mistik yolculuklarda
aramaktadır. Şimdi geriye dönüp kapitalizmin ve haliyle liberalizmin ”ben
nerede yanlış yaptım” demesinin zamanıdır.
Demokraside önceliğin
özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih boyunca tartışılmış ve
tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini üretme çabalarıyla
sıklıkla karşılaşmıştır. Son yıllarda insan hakları vurgulu çağdaş
demokrasilerde iki tür demokrasi ön plana çıkmaktadır:
1. Liberal Demokrasi
2. Sosyal Demokrasi
21.yy’da giderek yaygınlaşan demokrasi türlerine geçmeden önce, demokratik olduğunu iddia eden üç sistemden bahsetmek gerekmektedir.
Çok farklı demokrasi
önermelerine karşın demokrasi tecrübeleri sonunda Liberal ve Sosyal
Demokrasiler diğerlerine oranla daha yaygın olarak tercih edilmişlerdir.
1. Liberal demokrasi; liberal terimiyle bireyci para politikalarını; demokrasi terimiyle bireyin özgürlüğünü, siyasi eşitliğini ve yönetimlerin
adil seçimlerle iktidara geldikleri sistemi
tarif etmektedir.
2. Sosyal demokrasi; sosyal terimiyle toplumcu para politikalarını; demokrasi terimiyle bireyin özgürlüğünü, siyasi
eşitliğini ve yönetimlerin adil seçimlerle iktidara geldikleri sistemi tarif etmektedir.
Kolaylıkla görüldüğü
üzere her iki sistem söz konusu “para politikaları” olunca ayrışmakta ve düşman
kardeş kesilmektedir.
Liberal Demokrasi; neredeyse sınırsız
özgürlüklerle yaratılacak olan ortamda, yetenekliler ve yaratıcıların lokomotif
görevini üstlendiği ve onların girişimleriyle, toplumun geri kalanının da refah
seviyesinin yükseleceği öngörmektedir. Liberallere göre liberal demokrasi tüm dünyaya hakim olmaya başlamıştır ve siyasi evrimin sonu bu nedenle gelmektedir. Artık ideolojik savaşlar olmayacaktır çünkü liberalizm yeryüzünde cenneti getirmektedir. Oysa pratikte liberal demokrasi; ticari
ilişkilerinde sınırsız bir serbestlik talep eden kapitalist ekonomik sisteminde
temel taşı olarak gördüğü tüketim toplumlarının rekabetle formatlanmış
bireylerine mutluluk ve refah değil, narsisistik kişilik bozuklukları, psikoz,
depresyon ve burnout sendromu gibi psikolojik hastalıklar ve onlara bağlı;
hipertansiyon, koroner kalp hastalıkları, diabet, ösefajiel reflü, ağrılı kas
sendromları, cinsel fonksiyon bozuklukları gibi psikosomatik hastalıklarla
birlikte; sosyal ve güçlünün, varsılın lehine işleyen bir sosyal dengesizlik
getirmiştir.
Liberal ve Sosyal Demokrasilerin açmazları, Gezi Ruhunda yepyeni bir demokrasi tanımının yapılması gerekliliğini önümüze koymuştur. Bu anlamda Liberal ya da Sosyal Demokrasilerden farklı olarak, Çoğulcu Demokrasi kavramı, son günlerde Türkiye'de sıkça tartışılan bir kavram haline gelmiştir.
Sosyal Demokrasi; insan onuruna en
yakışan, toplumsal dayanışmanın her alana yayıldığı, gelirin adaletli
dağıldığı, eşitlikçi bir rekabet ve hakça paylaşımla toplumun tamamının refah
seviyesinin yükseleceği öngörmektedir. Marxistler'e göre sosyal demokrasi, sosyalizm ve nihayetinde komünizm siyasal ideolojilerin sonunu getirecektir ve aynen liberallerde olduğu gibi yeryüzünde cenneti vaat etmektedir.. Oysa pratikte sosyal demokrasi; rekabeti
minimuma indirme gayretiyle yaratıcılık ve girişimcilik alanında geri kalmakla
suçlanmış; bu alanda “eşitlik” kavramının, yeteneklilere haksızlık olduğu
suçlamasıyla, aşağılayıcı bir terim olan “alturizm”le etiketlenmiştir. Bununla
birlikte devletin “kontrolör” görevini yüksek seviyede tutmasıyla özgürlükler
kısıtlanmış; eşitlik adına kaliteli yaşam biçimi ve seviyesinden ödün verilmiş;
devlet-rüşvet yolsuzluğu sistemini işletmiştir. Gerçi tüketim toplumunun
akıbeti olan ve yukarıda anılan hastalıklar söz konusu olmamıştır ama yaşam
kalitesi de toplumun hiçbir kesimi için üst düzeyde yaşanamamıştır.
İngiliz İşçi Partisi Genel Başkanı
Tony Blair, parti tüzüğünden devletçiliği kaldırıp, serbest piyasa ekonomisine
geçeceklerini deklere ettikten ve özelleştirmenin önünü açtıktan sonra
seçimlerde umulmadık bir başarı elde ederek partisini iktidara taşımıştır. İngiliz
seçmenlerin büyük ölçüde benimsedikleri ve Blair’in 3.yol adını verdiği Sosyal
Liberalizm; Amerikan Başkanı Demokrat Bill Clinton'dan ve Alman Sosyal Demokrat
lider Gerhard Schröder’den de destek bularak, bu kez gerçekten tarihin sonunun
geldiğini müjdelemiştir. Blair, Clinton
ve Schröder kendi dönemlerinde ülkelerine bir nevi altın çağı yaşatmış olmalarına
rağmen bugün Avrupa neden hala arzulanan ideolojik sisteme kavuşamadığını
tartışmaya başlamıştır. Ne klasik liberalizm, ne sosyal liberalizm ne, liberal
sol, ne komünizm, ne sosyalizm, ne post-Marksizm ne de sosyal demokrasi dünyaya
beklenen mutluluğu ne yazık ki getirememiştir.
Liberal ve Sosyal Demokrasilerin açmazları, Gezi Ruhunda yepyeni bir demokrasi tanımının yapılması gerekliliğini önümüze koymuştur. Bu anlamda Liberal ya da Sosyal Demokrasilerden farklı olarak, Çoğulcu Demokrasi kavramı, son günlerde Türkiye'de sıkça tartışılan bir kavram haline gelmiştir.
Pluralist Demokrasi: James Madison denetimden uzak demokratik sistemlerin, giderek otokratikleşebileceğini, bireysel hakların ihlal edileceği bir "çoğunlukçu" (Majoritarianism) sisteme dönüşme riskinin olduğu savıyla Çoğulcu Demokrasi önermesini ortaya atmıştır. Çoğulcu demokrasi’nin işlerliğinin olabilmesi için ise; (1) güçler ayrılığı ilkesi, (2) federalizm ve (3) iki meclisli bir hükûmet biçimi önermektedir. Böyle bir sistem, toplumdaki farklılığın ve "çokluluğun" varlığını tanımasıyla, çoğulcu demokrasinin ilk gelişmiş ifadesi olarak kabul edilmiştir.
Güçler ayrılığı: İster demokratik, isterse demokrasi
dışı bir devlet yönetimi biçimi söz konusu olsun; iktidarlar üç kavram
üzerinden yönetimlerini sürdürürler: (1)Yasama (2)Yürütme ve (3)Yargı… Özgürlükçü
ve eşitlikçi demokrasilerde bu üç kurumun birbirlerinden bağımsız ve eşdeğer
güçte olması ve yek diğerini denetleyebilmesi, otokrasiyi yani, iktidarın tek elde
toplanmasını engellemek adına hayati öneme sahiptir. İktidarın bu üç kurum
arasında paylaşımı; demokratik yollarla iktidara gelen kişiler ya da partilerin
kendi diktatörlüklerini kurma heves ve girişimlerinin dünyayı sürüklediği
felaketlerden elde edilen tecrübeler üzerine geliştirilmiştir. Güçler ayrılığı
ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, özellikle Adolf Hitler’in
demokratik yollarla iktidara gelmesinden sonra, Yasama, Yürütme ve Yargı’yı
tekelinde toplayarak dünyayı yangın yerine çevirmesinden sonra anlaşılmıştır.
Tehlike, ne yazık ki, bugünün dünyasında da geçmiş, geride bırakılmış değildir. Dr. Mehmet Emin Akgül; "farklı aktörlerin değişik yetki ile donatılması, aktörlerden birinin aşırı güçlenmesi durumunda diğerinin direnme ve kendi yetkilerini koruyabilmesi kuvvetler ayrılığının belirgin özelliğidir." demektedir.
1. Güçler ayrılığı korunmalıdır, şarttır.
2. Yasamanın içinden çıkan bir yürütme varsa güçler
ayrılığından bahsedilemez.
3. Yasamanın yürütmenin kontrolüne girme
olasılığı her zaman mevcuttur.
4. Yasama ve yürütme ayrı ayrı seçilmelidir.
5. Yasama STK’larla yakın temasta çalışmalıdır.
6. Yürütme tam şeffaflıkla çalışmalıdır.
7. Yürütme; yasama ve yargının "dengi" değil, gerisinde olmalıdır.
7. Yürütme; yasama ve yargının "dengi" değil, gerisinde olmalıdır.
7. Yargı tam bağımsız olmalıdır.
8. HSYK’ya Adalet Bakanı ya da müsteşarı
katılmamalı, üyeler Baro’lar tarafından seçilmelidir
9. Yargıçlar ve savcılar da sıradan
vatandaşlar kadar kolaylıkla yargılanabilmelidir
10. Askeri
Yargı kaldırılmalıdır
11. Anadilde
savunma şarttır
Parlamento: Demokratik
parlamenter sistemde güçler
ayrılığı ilkesindeki “yasama” görevini üstlenen kurumdur. Parlamento
ya da meclis; adil rekabet, adil seçim ve eşit oylama ilkeleriyle halkın
temsilcilerini özgür seçimlerle belirleyerek oluşturduğu bir kurumdur. Meclis
sistemleri hem nitelik hem de nicelik olarak her ülkede farklı gelişmiştir. Tek
meclisli sistem, çift meclisli sistem ve başkanlık sistemi gelişmiş
demokrasilerin en çok tercih ettiği sistemlerdir. Meclislerin işlevleri;
yasama, temsil, denetleme ve meşruluktur.
1.
Seçim barajı kaldırılmalıdır. Sıfırlanmalıdır. Milli irade meclise tam
yansımalıdır.
2. Parlamenter seçimler retina taraması, parmak
izi karşılaştırması vs gibi mükerrer ya da sahte oy kullanımını önleyecek ve
%100 digital olan ve on-line denetlenebilecek bir sisteme kavuşturulmalıdır
3. Tek meclisli sistem, Çift meclisli
sistem ve Başkanlık sistemi tartışılmalıdır
4. Yürütme: merkezi yönetim yerine eyalet sistemi,
eyalet meclisleri ve eyalet hükümetleri tartışılmalıdır
5. Yasama: merkezden değil, yerinden (herkesten/yerel) olmalıdır.
(eyalet sistemi)
Siyasi Partiler: Partiler vatandaşların temsil işlevi
için kullanılan araçlardır. Demokratik ülkelerde siyasi parti bireylerin aktif
siyaset yapacakları alanlardan biri ve en önemlisidir. Ülkelerdeki seçim
sistemlerine göre iki partili sistem ya da çok partili sistemler söz konusudur.
İngiltere’deki gibi iki partinin ağırlıklı olduğu sistemler, seçmenlerin
çoğunluğunun bulunduğu ‘orta alandaki’ bir yoğunlaşmaya yol açma ve daha
radikal düşünceleri dışlama eğilimindedir. Her bir partinin çok sayıda
görüşü temsil ettiği düşünülür. Çok partili siyasi sistemlerde ise düşünceler
daha doğrudan temsil edilir. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil
ettiğini düşünen partiler de bulunur. Bu sistem halkın egemenliğinin meclise
daha fazla yansımasını sağlarken, mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok
parti olduğu için istikrarın sağlanmasını güçleştirdiği iddialarıyla
suçlanmaktadır.
1.
Siyasi partiler yaşlıların ve erkeklerin egemenliğinden
kurtarılmalıdır.
2.
Delegelerin %50'si her daim 40 yaş altında olmalıdır
3.
Milletvekillerinin %50'si her daim 40 yaş altında olmalıdır
4.
Delegelerin %50'si her daim kadın olmalıdır
5.
Milletvekillerinin %50'si her daim kadın olmalıdır
6. Parti
içi demokrasi şarttır. Demokratik
haklar tabana yayılmalıdır
7.
Siyasi partiler yasası demokratik ve katılımcı olmalıdır
8.
Temsilciler merkezden değil, ön seçimle yerel delegeler arasından
seçilmelidir
9. Delege seçimlerinde şartlar
ağırlaştırılmalı,kalite ve eğitim düzeyi arttırılmalıdır
10. Siyasi
partiler dinin arkasına sığınmamalıdır
11. İktidarlar da
dinin arkasına sığınmamalıdır.
Sivil Toplum
Kuruluşları; demokrasiyle ortaya
çıkan bir örgütlenme değildir ama demokrasiyle önem kazanmıştır. Sivil toplum,
anlamını demokrasi ile kazanırken, demokrasi de katılım problemlerinin çözümünü
sivil toplum kurumları ile sağlamaktadır. Birbirleriyle ortak amaçlara sahip
insanların oluşturdukları grupların seslerini ve isteklerini daha fazla
duyurabilmenin demokratik yoludur. Sivil toplum örgütlerinin özelliği çoğulcu
bir yapıya sahip olmasıdır.
2. Halk Meclisleri kurulmalı ve her mahalle bu meclislerden kendisini yönetmelidir
3. Halk Evleri bu bağlamda fonksiyon görebilir
4. Muhtarlıklar Halk Meclislerinin çekirdeği olabilir
Kolluk Kuvvetleri; ordu ve polis
güçlerinin demokraside ne kadar bulunduğu, ne kadar bulunması gerektiği her
zaman tartışma konusu olmuştur. Dış güvenlik için ordunun, iç güvenlik için de
polisin varlığı, onları demokrasi adına gerekli kılmakla birlikte; silahlı
kuvvetleriyle demokrasiyi kaldırma veya kesintiye uğratma gücünü ellerinde
bulundurmaları varlıklarını tartışma konusu yapmıştır. Gelişmiş demokratik
ülkelerde sivil siyasetçiler, hem hukuken, hem de fiilen ordunun
üstündedir ve ordu siyasi karar alma mekanizmasının içine olabildiğince az
katılır. Özellikle dünyada soğuk savaş sonrası, ülkemizde ise 12 Eylül
askeri darbesi sonrası sivil siyasetçinin üstünlüğü giderek artmaktadır.
Demokratik olarak
yeterince gelişmemiş ülkelerde ise askerler, danışma kurullarıyla doğrudan ya
da dolaylı olarak karar alma mekanizmasının içinde bulunur. Bu tip ülkelerdeki
ortak özellik; ordunun ülke içindeki kurumlar arasında en ileri teknolojiye
sahip ve modern dünyaya en yakın olan kurum olmasıdır. 'Ordu genellikle
ekonomik gerilik, iç karışıklıkların artması, sivil yönetimin meşruluğunu
kaybetmesi, ordu ve hükûmet arasındaki ihtilaf veya uluslararası kamuoyunun
darbe yönündeki olumlu yaklaşımı gibi sebeplerle siyasete müdahale etmektedir.
Polis ise “yönetici
sınıfın çıkarlarında hareket etmeye başlarsa ne olur?” sorusuyla düşünürlerin
üzerinde durduğu bir kondur. Aristo’nun ‘bizi
muhafızlardan kim muhafaza edecek?’ sorusu
bu kaygının çok eskilere dayandığını gösterir. Polis gücünün demokrasinin
sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması ve gerektiği zaman yargıya hesap
verebilmesi gerekliliği demokratik düşünürlerin ortak tavrı olmasına rağmen
bunun nasıl ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları
yaşanır.
Yürütme hakkında biraz daha ayrıntı oluşturmalıyız. "Yürütmeyi yasama seçer ve Cumhurbaşkanı onaylar" bu durum çok kanıksanmış. Oysa bana göre yasamanın içinden çıkacak bir yürütme düşüncesi "güçler ayrılığı ilkesine" aykırıdır. Bu konuda daha özgür ve profesyonelce düşünülmelidir.
YanıtlaSilkatılıyorum... enteresan bir görüş... nasıl uygulamalar var dünyada acaba?
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil"Aynı bölümdeki birkaç gücün kademeli olarak artmasına karşı en büyük güvencenin, diğerinin tecavüzüne karşı anayasal ve kişisel araçların, bu bölümleri yönetenlere verilmesi, farklı aktörlerin değişik yetki ile donatılması, aktörlerden birinin aşırı güçlenmesi durumunda diğerinin direnme ve kendi yetkilerini koruyabilmesi kuvvetler ayrılığının belirgin özelliğidir." Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin Dönüşümü ve Günümüz Demokratik Rejimlerindeki Anlamı, Dr. Mehmet Emin Akgül, Ankara Barosu Dergisi • Yıl:68 • Sayı: 2010/4
YanıtlaSilGünümüzde iki çeşit kuvvetler ayrılığı sistemi uygulandığı görülmektedir: Sert Kuvvetler Ayrılığı daha çok ABD'de uygulanan sistem olarak; Yumuşak Kuvvetler Ayrılığı ise daha çok İngiltere'de uygulanan sistem olarak örnek gösterilmektedir.
Her iki sistemde de kuvvetleri elinde toplamaya çalışan siyasi iktidarların olumsuzluklarından bahsedilmektedir. Böylece günümüzde kuvvetler ayrılığı, yasama, yargı ve yürütme yerine siyasi partiler arasındaki ayrılığın sağlanmasına yönelmektedir.
Kişisel olarak Sert Kuvvetler Ayrılığında aksine ayrılıkların daha çok tekelleştiğini düşünüyorum. Bununla beraber kuvvetler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı temelinde düşünmeyip yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Yine kişisel olarak yürütmenin, yasama ve yargı "dengi" değil gerisinde yer alması gerektiğini düşünüyorum. Buna göre yargı ilgili mesleki kuruluşları (kurum, baro ve STK) tarafından seçilmeli, yönlendirilmelidir. Yasama ise halk seçimi ile oluşturulmalıdır. Sert Kuvvetler Ayrılığı sistemlerinde görülen Başkanlık sistemi ise tümden yanlış ve ayrılıkları ortadan kaldıran bir durumdur. Aksine hükûmet ve devlet kavramı göz önünde tutulmalı devlet başkanı ve hükûmet başkanı birbirine karıştırılmamalıdır. Devlet Başkanı, tüm bu oluşumları ve devleti temsil eden bütünleştirici ve sorumsuz makamdır. Hükûmet Başkanı ise rte'nin deyimi ile kapı kuludur, olmalıdır. Hatta kuvvetler ayrılığını burada sertleştirip Hükûmeti, parlemento, devlet başkanlığı, yasama ve yargıdan tamamen yalıtmak gerekir. Bu konuda "istikrar sağlanamıyor", "etkin bir yönetim yapılamıyor" söylemleri siyaseti meslek edinmişlerin uydurmalarıdır.
İyi bir yasama ve yargı olduktan sonra hükûmet, özelleştirilebilir bile.. Ya da özerkleştirilebilir.
Tek parlamentodan çift parlamentolu sistem de ayrılıkların korunmasını pekiştirecektir.
https://twitter.com/DenizKumuTanesi
teşekkürler.. alıntılar yaparak, kök metnine giriyorum..
SilKuvvetler Ayrılığı İlkesinin, kolluk kuvvetleri STK'lar, Medya ve Üniversitelerdir.
YanıtlaSilMedyada tekelleşme önlenmelidir. Bir gazete sahibi aynı zamanda bir TV sahibi olamaz. Bir TV veya gazete sahibi başka bir işletme sahibi olamaz. Medya sahipliği T.C. vatandaşları için geçerlidir.
STK'lar devlet tarafından maddi desteklenmeli, kamu kaynaklarında yararlanma kolaylığı sağlanmalıdır. Bir Hristiyan veya ateist veya alevi T.C. vatandaşının vergileri ile nasıl bir caminin suyu elektriği ve imamının maaşı ödeniyorsa STK'lar için de geçerli olmalıdır.
Yeri gelmişken Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Dini kuruluşlar devlet tarafından maddi olarak ve üniversite kürsüleriyle desteklenmelidir. Böylece laiklik ve halkın seçtiği dinini sahiplenmesi daha çok sağlanacaktır.
Üniversiteler ve bilim adamları, yasama, yargı ve yürütmenin fahri üyeleridir. Bu madde özgür üniversiteler oluşup RTE gibi anlamsız üniversite denilen kuruluşlar yok oluncaya kadar yürürlükte olmayabilir.