15 Ağustos 2013 Perşembe

Demokrasi farklılıkların haklılığıdır, çünkü doğru, noktadan çıkar. Seninle direneceğim!

Demokrasi Yunanca dimos=halk ve kratos=iktidar sözcüklerinden türemiştir ve halk iktidarı demektir. Teoride demokrasi; tüm vatandaşların, devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Ne var ki demokrasi tarihler boyunca, sürekli olarak genişletilse de, uygulanması ülkeye değişmektedir. Örneğin Fransız Devrimi’nden sonraki seçimlerde oy verme hakkı sadece belli miktarda vergi verebilen vatandaşlara tanınmış, ABD’de güney eyaletlerinde siyah ırk ilk kez 60'larda oy kullanabilmiştir. Seçimlere tam katılım hakkı ise 20. yüzyıla kadar hiçbir ülkede verilmemiştir. Osmanlı döneminde, meşrutiyetin ilanıyla birlikte çok partili bir rejim uygulaması yapılmış ancak kadınlara seçme seçilme hakkı tanınmamıştır. İttihat Terakki Partisi ve Hürriyet İtilaf partileri II. Meşrutiyet döneminde kıyasıya yarışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasıyla birlikte Osmanlı meclisleri kapatılmış ve 1923’te Cumhuriyetin ilanıyla birlikte demokrasiye geçiş çabaları yeniden başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında hızla çok partili döneme geçme girişimleri yapılsa da, İslam coğrafyasında yepyeni bir sistem olan cumhuriyet ve onunla birlikte işlerlik kazanan modernleşme hamleleri nedeniyle sistemin oturması 40’lı yılların ortalarına kadar uzanmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu 1923’ten itibaren, 1945’e kadar süren ve “tek parti dönemi” adı verilen dönem, aslında, görünürde tek parti iktidarı olsa da, gerçekte geniş tabanlı bir koalisyondur. Nitekim 1937 yılında Başbakan olan Celal Bayar, CHP içinden ayrılan arkadaşlarıyla birlikte Demokrat partiyi kurmuştur. Başka bir deyişle, tek parti denilen CHP’nin içinde, CHP ilkelerinin tamamına ya da en azından bir kısmına muhalif, sağcı, liberal hatta muhafazakâr pek çok isim başbakanlık, bakanlık yapmıştır. Özetle Türkiye Cumhuriyeti çoğulcu demokrasiye geçişte olabildiğince seri davranmaya çalışsa da, bu kez askeri darbelerle yol kazalarına uğramıştır. Her şeye rağmen, örneğin, kadınlara seçme hakkı, Atatürk’ün eşitlikçi anlayışı sayesinde ülkemizde birçok batı ülkesinden 25 yıl önce 1930 yılında tanınmıştır. Bu kısa tarihçeden sonra demokrasi tanımına dönecek olursak; demokrasiye yapılan atıflarda görüleceği üzere, halkın kendi kendini yönetmesi temel dayanaktır. Bu ise halk adına karar alacak, halkı temsil edecek kişileri oy vererek seçen bir sistemle gerçekleşmektedir. Bununla birlikte demokrasinin evrensel tanımında, sadece seçim ve oy sandıkları değil; plesibit gibi, referandum gibi doğrudan etki yoluyla veya sivil toplum kuruluşlarının etkin kılınması, miting, gösteri gibi dolaylı yollar da yer almaktadır.

Demokrasi ilk olarak eski Yunanistan'da, şehir-devletlerinde uygulandı. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti fakat uygulamada kadınlar, köleler ve o şehir-devletinde doğmamış olan yabancılar bu haklara sahip değillerdi.

Roma İmparatorluğu döneminde uygulanan devlet sistemi, temsili demokrasiye yakın bir nitelik taşımaktaydı ama demokratik haklar genellikle sosyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve güç elitlerin elindeydi.

Orta çağda demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere'de kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta Libertatum'un (Büyük sözleşme) ilan edilmesidir. Bu belge doğrultusunda ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştı. Fakat bu seçimlere, yapılan kısıtlamalar sebebiyle, halkın çok az bir bölümü katılabilmişti. Birçok ülkede devlet yönetiminde zaman zaman demokrasiye benzer uygulamalar yapılmıştı. Fakat hepsinde demokrasiye katılım erkek; olma, belli miktarda vergi verme gibi standartlarla kısıtlanıyordu.

18.yy demokrasinin sıçrama yaptığı yüzyıl olmuştur. Yukarıda sözü edilen sınıfsal kısıtlamaların kaldırılması için aydınlanma çağını bekleyen dünya, giderek Kalkınmacı Demokrasi’yi  bireyin ve toplumun gelişiminde esas saymıştır. Jean-Jacques Rousseau’ ya göre, bireyler ancak, toplumun kararlarına doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde 'özgür' olabilirler. Kalkınmacı demokrasinin, Liberal Demokrasi’ye daha yakın hali ise John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir. Bu yüzden kadın olsun, fakir olsun herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Fakat bu oy hakkını ‘eşit’ olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy, vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusunun giderileceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini de belirtiyordu.

18. ve 19. yüzyıllarda demokrasi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile hızla yükselen bir değer haline gelmiştir. Amerika'nın kurulmasını sağlayanların oluşturduğu sistem ilk liberal demokrasi olarak tanımlanabilir. 1788 yılında kabul edilen Amerikan Anayasası, hükûmetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını sağlıyordu. Amerikan İç Savaşı'nın ardından 1860'larda yapılan değişikliklerle kölelere özgürlük sağlandı ve demokrasinin temel ilkelerinden biri olan oy verme hakkı  tanındı. Ancak güney eyaletlerinde siyahlar 1960'lara kadar oy verme hakkını kullanamamışlardır. 1789 Fransız Devrimi'nde ise bir anayasa hazırlanarak iktidar halkın seçeceği bir parlâmento ile kral arasında paylaştırıldı. Ulusal Konvansiyon hükûmeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon'un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.

19.yy’ın sonlarına doğru aslında fikir babası Platon olan eski bir öğreti yeniden tartışılır olmuştur: Elitizm…  Platon (M.Ö 427-347) filozof kralların iktidarda olmasını önermiştir. 19.yy’da ise Vilfredo Pareto (1848-1923) ve Gaetano Mosca (1857-1941), Klasik Elitizm adı verilen bir önermeyle, elit yönetiminin toplumsal hayatın kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeği olduğunu ileri sürmüştür. Mosca toplumu "yöneten" ve "yönetilen" olarak iki sınıfa ayırmıştır. Modern dönemde ortaya çıkan Demokratik Elitizm’e göre, seçmenlere gene oy kullanma hakkı verilmiştir ama bu sadece hangi elitin kendilerini yöneteceklerini seçmek içindir. Demokratik Elitizm, seçilme hakkını kısıtladığı için demokrasinin zayıf bir görüntüsü olarak kabul edilmiştir.

20. yy’da demokrasi hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. I. Dünya Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devlet ortaya çıkmış ve bununla birlikte 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte dünya Komünizm ve Marksizm’le tanışmıştır. Marksizm; toplumu sınıf tabanlı düşünen ve gerçek demokrasinin ancak sınıf farklılıkları kaldırıldığı zaman olabileceğini iddia etmiştir. Yani; demokrasi, için siyasi eşitliğin yeterli olmadığını bunun yanında sosyal eşitliğin de sağlanması gerektiği savunmuştur. Ne var ki pratikte eşitlik ilkesi kısmen yaygın olarak uygulansa da, sistemin özgürlükleri alabildiğine baskı altına aldığı kısa süre içerisinde gözler önüne serilmiştir.

1929 yılında ortaya çıkan Büyük Buhran döneminde AvrupaLatin Amerika ve Asya'da birçok ülkede diktatörler ortaya çıktı İspanya, İtalya, Almanya ve Portekiz’de faşist diktatörlükler ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, KübaBrezilyaJaponya’da demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930'lar Diktatörler çağı olarak nitelendirilir.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra sömürgecilik anlayışı son buldu ve birçok bağımsız ülkenin ortaya çıkmasıyla Batı Avrupa'da demokratikleşme hareketleri  yoğunlaşmıştır. Almanya, İtalya, İspanya ve Japonya'da diktatörlükler son bulmuştur. Bununla birlikte 20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerinden biri de aynı dönemde başlamıştır; Soğuk Savaş... Sovyet Bloğu ülkeleriyle Batı demokrasileri arasında gerçekleşen  Demokratik olmayan  ve komünizmi yaymaya çalışan Sovyet Bloğu ile demokratik kapitalizmi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki Batı Bloğu arasındaki çekişme 1989 yılında Sovyet Bloğunun çökmesiyle son bulmuştur. Francis FukayamaTarihin Sonu adlı makalesinde, Soğuk Savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı haberini verir. Ne var ki liberallerin tanrısı olan Fukuyama’nın bu öngörüsü 20 yaşına gelmeden tarihin çöplüğüne yollanmıştır. Avrupa ülkelerinin ardı ardına ekonomik kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelmesi Fukuyama’nın öngördüğü ve dünyanın bütün liberallerinin kutsal metin kabul ettikleri “Tarihin Sonu”nun gelmediğini; tarihin eşitlik ve adalet yolunda benzersiz bir çağa girdiğini, acılı bir gülümseyişle kapitalizmin zafer ifadeli suratına sert bir şamarla çarpmıştır. Tüketim toplumu modelinin tükettikçe kendini tüketmesi döngüsü, tüketimin durduğu anda kapitalistleri panik ataktan, panik yataklara düşürürken, yarattıkları tüketim krizinden çıkışı; “al-ver, al-ver, ekonomiye can ver” sloganıyla pompalamaya çalışacak kadar yüzsüzleşmelerine de neden olmuştur. Tüketimin tüketerek batağa sapladığı ekonomilerini kurtarmak için reçete olarak yine tüketimi pompalamayı pazarlayacak kadar kalp ve matematik yoksunu bu kibirli liberal zihniyet, frensiz egolarının kendilerini dahi düşürdüğü “mutsuz birey” profilinden çıkışı ise, yeni kuşak antidepresanlarla, turistik/mistik yolculuklarda aramaktadır. Şimdi geriye dönüp kapitalizmin ve haliyle liberalizmin ”ben nerede yanlış yaptım” demesinin zamanıdır.

Demokraside önceliğin özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih boyunca tartışılmış ve tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini üretme çabalarıyla sıklıkla karşılaşmıştır. Son yıllarda insan hakları vurgulu çağdaş demokrasilerde iki tür demokrasi ön plana çıkmaktadır:

1. Liberal Demokrasi
2. Sosyal Demokrasi

21.yy’da giderek yaygınlaşan demokrasi türlerine geçmeden önce, demokratik olduğunu iddia eden üç sistemden bahsetmek gerekmektedir.

Çok farklı demokrasi önermelerine karşın demokrasi tecrübeleri sonunda Liberal ve Sosyal Demokrasiler diğerlerine oranla daha yaygın olarak tercih edilmişlerdir.

1.     Liberal demokrasi; liberal terimiyle bireyci para politikalarını; demokrasi terimiyle bireyin özgürlüğünü, siyasi eşitliğini ve yönetimlerin adil seçimlerle iktidara geldikleri sistemi tarif etmektedir.

2.     Sosyal demokrasi; sosyal terimiyle toplumcu para politikalarını; demokrasi terimiyle bireyin özgürlüğünü, siyasi eşitliğini ve yönetimlerin adil seçimlerle iktidara geldikleri sistemi tarif etmektedir.

Kolaylıkla görüldüğü üzere her iki sistem söz konusu “para politikaları” olunca ayrışmakta ve düşman kardeş kesilmektedir.

Liberal Demokrasi; neredeyse sınırsız özgürlüklerle yaratılacak olan ortamda, yetenekliler ve yaratıcıların lokomotif görevini üstlendiği ve onların girişimleriyle, toplumun geri kalanının da refah seviyesinin yükseleceği öngörmektedir. Liberallere göre liberal demokrasi tüm dünyaya hakim olmaya başlamıştır ve siyasi evrimin sonu bu nedenle gelmektedir. Artık ideolojik savaşlar olmayacaktır çünkü liberalizm yeryüzünde cenneti getirmektedir. Oysa pratikte liberal demokrasi; ticari ilişkilerinde sınırsız bir serbestlik talep eden kapitalist ekonomik sisteminde temel taşı olarak gördüğü tüketim toplumlarının rekabetle formatlanmış bireylerine mutluluk ve refah değil, narsisistik kişilik bozuklukları, psikoz, depresyon ve burnout sendromu gibi psikolojik hastalıklar ve onlara bağlı; hipertansiyon, koroner kalp hastalıkları, diabet, ösefajiel reflü, ağrılı kas sendromları, cinsel fonksiyon bozuklukları gibi psikosomatik hastalıklarla birlikte; sosyal ve güçlünün, varsılın lehine işleyen bir sosyal dengesizlik getirmiştir.  

Sosyal Demokrasi; insan onuruna en yakışan, toplumsal dayanışmanın her alana yayıldığı, gelirin adaletli dağıldığı, eşitlikçi bir rekabet ve hakça paylaşımla toplumun tamamının refah seviyesinin yükseleceği öngörmektedir. Marxistler'e göre sosyal demokrasi, sosyalizm ve nihayetinde komünizm siyasal ideolojilerin sonunu getirecektir ve aynen liberallerde olduğu gibi yeryüzünde cenneti vaat etmektedir.. Oysa pratikte sosyal demokrasi; rekabeti minimuma indirme gayretiyle yaratıcılık ve girişimcilik alanında geri kalmakla suçlanmış; bu alanda “eşitlik” kavramının, yeteneklilere haksızlık olduğu suçlamasıyla, aşağılayıcı bir terim olan “alturizm”le etiketlenmiştir. Bununla birlikte devletin “kontrolör” görevini yüksek seviyede tutmasıyla özgürlükler kısıtlanmış; eşitlik adına kaliteli yaşam biçimi ve seviyesinden ödün verilmiş; devlet-rüşvet yolsuzluğu sistemini işletmiştir. Gerçi tüketim toplumunun akıbeti olan ve yukarıda anılan hastalıklar söz konusu olmamıştır ama yaşam kalitesi de toplumun hiçbir kesimi için üst düzeyde yaşanamamıştır.

İngiliz İşçi Partisi Genel Başkanı Tony Blair, parti tüzüğünden devletçiliği kaldırıp, serbest piyasa ekonomisine geçeceklerini deklere ettikten ve özelleştirmenin önünü açtıktan sonra seçimlerde umulmadık bir başarı elde ederek partisini iktidara taşımıştır. İngiliz seçmenlerin büyük ölçüde benimsedikleri ve Blair’in 3.yol adını verdiği Sosyal Liberalizm; Amerikan Başkanı Demokrat Bill Clinton'dan ve Alman Sosyal Demokrat lider Gerhard Schröder’den de destek bularak, bu kez gerçekten tarihin sonunun geldiğini müjdelemiştir.  Blair, Clinton ve Schröder kendi dönemlerinde ülkelerine bir nevi altın çağı yaşatmış olmalarına rağmen bugün Avrupa neden hala arzulanan ideolojik sisteme kavuşamadığını tartışmaya başlamıştır. Ne klasik liberalizm, ne sosyal liberalizm ne, liberal sol, ne komünizm, ne sosyalizm, ne post-Marksizm ne de sosyal demokrasi dünyaya beklenen mutluluğu ne yazık ki getirememiştir.

Liberal ve Sosyal Demokrasilerin açmazları, Gezi Ruhunda yepyeni bir demokrasi tanımının yapılması gerekliliğini önümüze koymuştur. Bu anlamda Liberal ya da Sosyal Demokrasilerden farklı olarak, Çoğulcu Demokrasi kavramı, son günlerde Türkiye'de sıkça tartışılan bir kavram haline gelmiştir.


Pluralist Demokrasi:  James Madison denetimden uzak demokratik sistemlerin, giderek otokratikleşebileceğini, bireysel hakların ihlal edileceği bir "çoğunlukçu" (Majoritarianism) sisteme dönüşme riskinin olduğu savıyla Çoğulcu Demokrasi önermesini ortaya atmıştır. Çoğulcu demokrasi’nin işlerliğinin olabilmesi için ise; (1) güçler ayrılığı ilkesi, (2) federalizm ve (3) iki meclisli bir hükûmet biçimi önermektedir. Böyle bir sistem, toplumdaki farklılığın ve "çokluluğun" varlığını tanımasıyla, çoğulcu demokrasinin ilk gelişmiş ifadesi olarak kabul edilmiştir.




Güçler ayrılığı İster demokratik, isterse demokrasi dışı bir devlet yönetimi biçimi söz konusu olsun; iktidarlar üç kavram üzerinden yönetimlerini sürdürürler: (1)Yasama (2)Yürütme ve (3)Yargı… Özgürlükçü ve eşitlikçi demokrasilerde bu üç kurumun birbirlerinden bağımsız ve eşdeğer güçte olması ve yek diğerini denetleyebilmesi, otokrasiyi yani, iktidarın tek elde toplanmasını engellemek adına hayati öneme sahiptir. İktidarın bu üç kurum arasında paylaşımı; demokratik yollarla iktidara gelen kişiler ya da partilerin kendi diktatörlüklerini kurma heves ve girişimlerinin dünyayı sürüklediği felaketlerden elde edilen tecrübeler üzerine geliştirilmiştir. Güçler ayrılığı ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, özellikle Adolf Hitler’in demokratik yollarla iktidara gelmesinden sonra, Yasama, Yürütme ve Yargı’yı tekelinde toplayarak dünyayı yangın yerine çevirmesinden sonra anlaşılmıştır. Tehlike, ne yazık ki, bugünün dünyasında da geçmiş, geride bırakılmış değildir. Dr. Mehmet Emin Akgül; "farklı aktörlerin değişik yetki ile donatılması, aktörlerden birinin aşırı güçlenmesi durumunda diğerinin direnme ve kendi yetkilerini koruyabilmesi kuvvetler ayrılığının belirgin özelliğidir." demektedir.

1.     Güçler ayrılığı korunmalıdır, şarttır.
2.     Yasamanın içinden çıkan bir yürütme varsa güçler ayrılığından bahsedilemez.
3.     Yasamanın yürütmenin kontrolüne girme olasılığı her zaman mevcuttur.
4.     Yasama ve yürütme ayrı ayrı seçilmelidir.
5.     Yasama STK’larla yakın temasta çalışmalıdır. 
6.     Yürütme tam şeffaflıkla çalışmalıdır.
7.     Yürütme; yasama ve yargının "dengi" değil, gerisinde olmalıdır.
7.     Yargı tam bağımsız olmalıdır. 
8.     HSYK’ya Adalet Bakanı ya da müsteşarı katılmamalı, üyeler Baro’lar tarafından seçilmelidir
9.     Yargıçlar ve savcılar da sıradan vatandaşlar kadar kolaylıkla yargılanabilmelidir
10.   Askeri Yargı kaldırılmalıdır
11.   Anadilde savunma şarttır

Parlamento: Demokratik parlamenter sistemde güçler ayrılığı ilkesindeki “yasama” görevini üstlenen kurumdur. Parlamento ya da meclis; adil rekabet, adil seçim ve eşit oylama ilkeleriyle halkın temsilcilerini özgür seçimlerle belirleyerek oluşturduğu bir kurumdur. Meclis sistemleri hem nitelik hem de nicelik olarak her ülkede farklı gelişmiştir. Tek meclisli sistem, çift meclisli sistem ve başkanlık sistemi gelişmiş demokrasilerin en çok tercih ettiği sistemlerdir. Meclislerin işlevleri; yasama, temsil, denetleme ve meşruluktur.

1.     Seçim barajı kaldırılmalıdır. Sıfırlanmalıdır. Milli irade meclise tam yansımalıdır.
2.     Parlamenter seçimler retina taraması, parmak izi karşılaştırması vs gibi mükerrer ya da sahte oy         kullanımını önleyecek ve %100 digital olan ve on-line denetlenebilecek bir sisteme kavuşturulmalıdır   
3.     Tek meclisli sistem, Çift meclisli sistem ve Başkanlık sistemi tartışılmalıdır
4.     Yürütme: merkezi yönetim yerine eyalet sistemi, eyalet meclisleri ve eyalet hükümetleri tartışılmalıdır
5.     Yasama: merkezden değil, yerinden (herkesten/yerel) olmalıdır. (eyalet sistemi)

Siyasi Partiler: Partiler vatandaşların temsil işlevi için kullanılan araçlardır. Demokratik ülkelerde siyasi parti bireylerin aktif siyaset yapacakları alanlardan biri ve en önemlisidir. Ülkelerdeki seçim sistemlerine göre iki partili sistem ya da çok partili sistemler söz konusudur. İngiltere’deki gibi iki partinin ağırlıklı olduğu sistemler, seçmenlerin çoğunluğunun bulunduğu ‘orta alandaki’ bir yoğunlaşmaya yol açma ve daha radikal düşünceleri dışlama eğilimindedir. Her bir partinin çok sayıda görüşü temsil ettiği düşünülür. Çok partili siyasi sistemlerde ise düşünceler daha doğrudan temsil edilir. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil ettiğini düşünen partiler de bulunur. Bu sistem halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlarken, mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok parti olduğu için istikrarın sağlanmasını güçleştirdiği iddialarıyla suçlanmaktadır.

1.    Siyasi partiler yaşlıların ve erkeklerin egemenliğinden kurtarılmalıdır.
2.    Delegelerin  %50'si her daim 40 yaş altında olmalıdır 
3.    Milletvekillerinin %50'si her daim 40 yaş altında olmalıdır
4.    Delegelerin  %50'si her daim kadın olmalıdır 
5.    Milletvekillerinin %50'si her daim kadın olmalıdır
6.    Parti içi demokrasi şarttır. Demokratik haklar tabana yayılmalıdır
7.    Siyasi partiler yasası demokratik ve katılımcı olmalıdır
8.    Temsilciler merkezden değil, ön seçimle yerel delegeler arasından seçilmelidir
9.    Delege seçimlerinde şartlar ağırlaştırılmalı,kalite ve eğitim düzeyi arttırılmalıdır
10.   Siyasi partiler dinin arkasına sığınmamalıdır
11. İktidarlar da dinin arkasına sığınmamalıdır.

Sivil Toplum Kuruluşları; demokrasiyle ortaya çıkan bir örgütlenme değildir ama demokrasiyle önem kazanmıştır. Sivil toplum, anlamını demokrasi ile kazanırken, demokrasi de katılım problemlerinin çözümünü sivil toplum kurumları ile sağlamaktadır. Birbirleriyle ortak amaçlara sahip insanların oluşturdukları grupların seslerini ve isteklerini daha fazla duyurabilmenin demokratik yoludur. Sivil toplum örgütlerinin özelliği çoğulcu bir yapıya sahip olmasıdır. 

1.     Halkın 100 bin imza topladığı her konu meclis gündemine taşınmalı. Katılımcı demokrasi o zaman olur..
2. Halk Meclisleri kurulmalı ve her mahalle bu meclislerden kendisini yönetmelidir
3. Halk Evleri bu bağlamda fonksiyon görebilir
4. Muhtarlıklar Halk Meclislerinin çekirdeği olabilir

Kolluk Kuvvetleri; ordu ve polis güçlerinin demokraside ne kadar bulunduğu, ne kadar bulunması gerektiği her zaman tartışma konusu olmuştur. Dış güvenlik için ordunun, iç güvenlik için de polisin varlığı, onları demokrasi adına gerekli kılmakla birlikte; silahlı kuvvetleriyle demokrasiyi kaldırma veya kesintiye uğratma gücünü ellerinde bulundurmaları varlıklarını tartışma konusu yapmıştır. Gelişmiş demokratik ülkelerde sivil siyasetçiler, hem hukuken, hem de fiilen ordunun üstündedir ve ordu siyasi karar alma mekanizmasının içine olabildiğince az katılır. Özellikle dünyada soğuk savaş sonrası, ülkemizde ise 12 Eylül askeri darbesi sonrası sivil siyasetçinin üstünlüğü giderek artmaktadır.
Demokratik olarak yeterince gelişmemiş ülkelerde ise askerler, danışma kurullarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak karar alma mekanizmasının içinde bulunur. Bu tip ülkelerdeki ortak özellik; ordunun ülke içindeki kurumlar arasında en ileri teknolojiye sahip ve modern dünyaya en yakın olan kurum olmasıdır. 'Ordu genellikle ekonomik gerilik, iç karışıklıkların artması, sivil yönetimin meşruluğunu kaybetmesi, ordu ve hükûmet arasındaki ihtilaf veya uluslararası kamuoyunun darbe yönündeki olumlu yaklaşımı gibi sebeplerle siyasete müdahale etmektedir.

Polis ise “yönetici sınıfın çıkarlarında hareket etmeye başlarsa ne olur?” sorusuyla düşünürlerin üzerinde durduğu bir kondur. Aristo’nun ‘bizi muhafızlardan kim muhafaza edecek?’ sorusu bu kaygının çok eskilere dayandığını gösterir. Polis gücünün demokrasinin sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması ve gerektiği zaman yargıya hesap verebilmesi gerekliliği demokratik düşünürlerin ortak tavrı olmasına rağmen bunun nasıl ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları yaşanır.


6 yorum:

  1. Yürütme hakkında biraz daha ayrıntı oluşturmalıyız. "Yürütmeyi yasama seçer ve Cumhurbaşkanı onaylar" bu durum çok kanıksanmış. Oysa bana göre yasamanın içinden çıkacak bir yürütme düşüncesi "güçler ayrılığı ilkesine" aykırıdır. Bu konuda daha özgür ve profesyonelce düşünülmelidir.

    YanıtlaSil
  2. katılıyorum... enteresan bir görüş... nasıl uygulamalar var dünyada acaba?

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  4. "Aynı bölümdeki birkaç gücün kademeli olarak artmasına karşı en büyük güvencenin, diğerinin tecavüzüne karşı anayasal ve kişisel araçların, bu bölümleri yönetenlere verilmesi, farklı aktörlerin değişik yetki ile donatılması, aktörlerden birinin aşırı güçlenmesi durumunda diğerinin direnme ve kendi yetkilerini koruyabilmesi kuvvetler ayrılığının belirgin özelliğidir." Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin Dönüşümü ve Günümüz Demokratik Rejimlerindeki Anlamı, Dr. Mehmet Emin Akgül, Ankara Barosu Dergisi • Yıl:68 • Sayı: 2010/4

    Günümüzde iki çeşit kuvvetler ayrılığı sistemi uygulandığı görülmektedir: Sert Kuvvetler Ayrılığı daha çok ABD'de uygulanan sistem olarak; Yumuşak Kuvvetler Ayrılığı ise daha çok İngiltere'de uygulanan sistem olarak örnek gösterilmektedir.

    Her iki sistemde de kuvvetleri elinde toplamaya çalışan siyasi iktidarların olumsuzluklarından bahsedilmektedir. Böylece günümüzde kuvvetler ayrılığı, yasama, yargı ve yürütme yerine siyasi partiler arasındaki ayrılığın sağlanmasına yönelmektedir.

    Kişisel olarak Sert Kuvvetler Ayrılığında aksine ayrılıkların daha çok tekelleştiğini düşünüyorum. Bununla beraber kuvvetler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı temelinde düşünmeyip yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Yine kişisel olarak yürütmenin, yasama ve yargı "dengi" değil gerisinde yer alması gerektiğini düşünüyorum. Buna göre yargı ilgili mesleki kuruluşları (kurum, baro ve STK) tarafından seçilmeli, yönlendirilmelidir. Yasama ise halk seçimi ile oluşturulmalıdır. Sert Kuvvetler Ayrılığı sistemlerinde görülen Başkanlık sistemi ise tümden yanlış ve ayrılıkları ortadan kaldıran bir durumdur. Aksine hükûmet ve devlet kavramı göz önünde tutulmalı devlet başkanı ve hükûmet başkanı birbirine karıştırılmamalıdır. Devlet Başkanı, tüm bu oluşumları ve devleti temsil eden bütünleştirici ve sorumsuz makamdır. Hükûmet Başkanı ise rte'nin deyimi ile kapı kuludur, olmalıdır. Hatta kuvvetler ayrılığını burada sertleştirip Hükûmeti, parlemento, devlet başkanlığı, yasama ve yargıdan tamamen yalıtmak gerekir. Bu konuda "istikrar sağlanamıyor", "etkin bir yönetim yapılamıyor" söylemleri siyaseti meslek edinmişlerin uydurmalarıdır.

    İyi bir yasama ve yargı olduktan sonra hükûmet, özelleştirilebilir bile.. Ya da özerkleştirilebilir.

    Tek parlamentodan çift parlamentolu sistem de ayrılıkların korunmasını pekiştirecektir.

    https://twitter.com/DenizKumuTanesi

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. teşekkürler.. alıntılar yaparak, kök metnine giriyorum..

      Sil
  5. Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin, kolluk kuvvetleri STK'lar, Medya ve Üniversitelerdir.

    Medyada tekelleşme önlenmelidir. Bir gazete sahibi aynı zamanda bir TV sahibi olamaz. Bir TV veya gazete sahibi başka bir işletme sahibi olamaz. Medya sahipliği T.C. vatandaşları için geçerlidir.

    STK'lar devlet tarafından maddi desteklenmeli, kamu kaynaklarında yararlanma kolaylığı sağlanmalıdır. Bir Hristiyan veya ateist veya alevi T.C. vatandaşının vergileri ile nasıl bir caminin suyu elektriği ve imamının maaşı ödeniyorsa STK'lar için de geçerli olmalıdır.
    Yeri gelmişken Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Dini kuruluşlar devlet tarafından maddi olarak ve üniversite kürsüleriyle desteklenmelidir. Böylece laiklik ve halkın seçtiği dinini sahiplenmesi daha çok sağlanacaktır.

    Üniversiteler ve bilim adamları, yasama, yargı ve yürütmenin fahri üyeleridir. Bu madde özgür üniversiteler oluşup RTE gibi anlamsız üniversite denilen kuruluşlar yok oluncaya kadar yürürlükte olmayabilir.

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.