ADMIRAL BRUCK VE KOYUKADİFE SESLİ KADIN
Admiral Brück üstünde durdular. Gece Berlin saati, ayrılık
vakti. Kanala sis çökmüştü, sise daldılar. Gece Berlin karlı, beyazı çaldılar. Sımsıkı
kenetlenmişti elleri, ilk kara beraber bastılar. Dudaklarına usulca konan kar
taneleri, kora düşmüş gibi erirken daha fazla dayanamadılar. Uzaktan sarhoş
laternacının şarkısı duyuldu, dünyanın geri kalanını umursamadılar.
Kışla kapısının önündeki fener
Eskiden de oradaydı, şimdi de orada
yine o fenerin altında öpüşsek ya
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Eskiden de oradaydı, şimdi de orada
yine o fenerin altında öpüşsek ya
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
İkimizin gölgesi sanki birdi
nasıl sevdiğimiz kolayca görülebilirdi
eğer bana bir şey olursa
Seninle kim kalacak
nasıl sevdiğimiz kolayca görülebilirdi
eğer bana bir şey olursa
Seninle kim kalacak
O
fenerin altında
Seninle, Lili Marleen?
Seninle, Lili Marleen?
Seninle, Lili Marleen?
Seninle, Lili Marleen?
Sessiz odalardan, yerin yatağından
Aşk dolu dudakların, bir rüya gibi,
Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım o fenerin altında
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Aşk dolu dudakların, bir rüya gibi,
Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım o fenerin altında
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Dudakları
ayrılsa da nefesleri, nefeslerinin buğusu birbirine karışmaktaydı. Ayşe Leyla’ın camlanmış gözleri, Max’in
gözlerine sanki bir daha göremeyeceğini bilirmiş gibi titrek bir ürpertiyle
kilitlenmişti. “Heeeeyyyy Askeeeerrr!
Komutan seni bekliyor, acele etmen hayrına olacak.” 1. Dünya Savaşı
sırasında, Galiçya’da bir şarapnel parçasıyla kaybettiği gözünün karanlık
çukuru zaman zaman dayanılmaz ağrılarla Albay Schultz’u Berlin ayıları gibi
böğürtüyor, morfinden başka hiçbir şey sızısını dindiremiyordu. İyi ki koca
yarmanın o gece göz ağrısı tutmuş, iyi ki kışla revirinde morfin bitmiş ve iyi
ki o saate Max’in posta nöbeti denk gelmişti de, Oranien Pharmacy’ye onu
göndermişler, böylece ömrünün biricik aşkı Aşye Leyla’la –belki de son kez,
yeni yağan karın altında, Berlin sokaklarında elele yürüyebilmişlerdi.
Sabahın sisi dağıldığında ben,
Yine olacağım o fenerin altında
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Yine olacağım o fenerin altında
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
Sarhoş laternacı son nakaratı tekrarlarken, en
kalın abadan yapılma koyu haki asker paltosunun etekleri Berlin’in çelik ayazında
uçuşan Max, Admiral Brück’ün karşı ucunda, kışlaya giden yolda sisler arasında
kaybolduğunda Ayşe Leyla gözyaşlarını daha fazla tutamadı.
Çok değil, sadece dört yıl olmuştu Berlin
garında Orient Expres’ten ineli. 1935 yılının bir sonbahar günü Ankara
Devlet Operası’nın Genel sanat Direktörü Carl Ebert hocasının
referans mektubu küçük valizinde, 18 yaşın kelebekleri saçlarına takılı,
hayallerinde hayallerle gelmişti Berlin’e Ayşe Leyla.
Adolf Hitler 1933 yılının Ocak ayı biterken azınlık oyuna rağmen
Alman şansölyesi olmasa, nasyonalist oyları konsolide etmek için tezgahladığı
Reichtag yangını propogandasına hizmet etmese, daha iktidara geleli sadece 2 ay
geçmişken, Alman Çalışma Yasalarını değiştiren -“Das Gesetz zur
Wiederherstellung des Berufsbeamtentums”-
yasa 7.Nisan 1933’te yürürlüğe girmemiş olsa, Ernst Reuter, Carl Ebert,
Ernst Praetorius, Paul Hindemith, Herbert Dieckmann, Erich Frank, Rudolph
Nissen, Ernst Hirsch, Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Fritz Neumark, Alfred
Kantorovitz, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph
Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzky-Schütte, Alber
Eckstein, Philipp Schwartz gibi hepsi birbirinden değerli sanatçılar,
doktorlar, bilim adamları, edebiyatçılar, iktisatçılar Nazi hışmına uğrayarak
üniversitelerindeki kürsülerinden, devlet dairelerinden, belediyelerden Alman
siyasi ve sosyal yaşamından dışlanmasalar, dışlananların başını çekerek Philipp
Schwartz Zürich’te Albert Einstein’la buluşmasa, birlikte “Notgemeinschaft
Deutsche Wissenschaftler im Ausland” adlı Almanya’dan dışlanmış bilim
adamlarının dayanışma örgütünü kurmasalar ve Einstein, Mustafa Kemal
Atatürk’e bir mektup yazmış olmasa, belki de Ayşe Leyla 1939’un bu
Şubat soğuğunda aşık olduğu adamı Prusya Cephesine göndermeden önce, Berlin’in
Admiral Brück’ünden sisli kanala bakarak sigara yakmayacaktı.
Naziler’e
ve ardından Nazi faşizmi yetmemiş gibi, Stalin komünizmine karşı Almanlar’ın
efsanevi direnişçisi, her şerri yendikten sonra hak ettiği ünvanla Herr Berlin
olarak çağrılan Ernst Reuter, Magdeburg Belediye Başkanı iken
sosyalist fikirleriyle milliyetçi Alman gençliğini zehirlediği gerekçesiyle
tutuklanarak konsantrasyon kampına gönderilen ilk aydınlardan birisiydi.
Frankfurt
Göethe Üniversitesi Fizyopatoloji Kürsüsü direktörü Ordinarius Profesör Doktor Philipp
Schwartz yeni yetme Nazi subayı tarafından okulunun merdivenlerinden
itilerek kovulmuştu.
Carl Ebert
Berlin Operası’nda Paul Hindemith’in eserini sahneye koymaması istendiği için Genel
Direktör’lük istifa etmeye zorlanmıştı.
Paul Hindemith “Ressam Mahler”
Operasında güya etnik müzikle Alman gençlerini zehirlemekteydi ve Hermann
Göring tarafından eseri “atonal bir gürültü” olarak tarif edilmiş, Almanlar’ın
en önemli çağdaş klasik müzik kompozitörü Hindemith Berlin Operasından
kovulmuştu.
Almanya’nın
yetiştirdiği, belki de en değerli müzik teorisyeni, tarihçisi ve orkestra şefi Ernst
Praetorius’un, Cardillac adlı operasının repertuara alınması Naziler için bardağı
taşıran son damla oldu. Praetorius Weimar Operası Genel Müzik Direktörlüğü’nden
uzaklaştırıldı. Takip eden iki yıl boyunca hayatını Berlin’de taksi şoförlüğü
yaparak kazanacaktı.
Diderot
üzerine yaptığı çalışmalarla dünya çapında bir romanist olan Herbert
Dieckmann da faşizmin dışladığı en önmeli değerlerden biri olarak
kendisine başka bir vatan bulmak zorunda bırakıldı.
İnsülin
tedavisine alternatif olarak geliştirmekte olduğu oral antidiabetik ilaçları
keşfedemeden Breslau Üniversitesindeki kliniğinden apar topar kovulan
Ordinaryus Profesör Doktor Erich Frank, bilimsel çalışma
notlarını Naziler yakmadan önce son dakikada kurtarabilmişti.
Albert
Einstein’ın da özel doktoru olan ve yaptığı fundoplikasyon ameliyat tekniği,
bugün dahi cerrahlarca daha iyisi bulunamadığı için uygulanmaya devam eden Ordinaryus
Profesör Doktor Rudolph Nissen Charité–Universitätsmedizin
Berlin’den kovulmuştu.
Ernst Hirsch,10.Mayıs.1933 gecesi
Römberg tepesinde düzenlenen o korkunç “kitap yakma” gecesine;
“Ben bu günaha ortak olmayacağım!” Dediği
için Üniversiteden atılmış, Friedrichshein-Ostbahnhof’dan trene binerken yakın
arkadaşı Julius Magnus; “İşte Almanya’nın geleceği gidiyor!” diye
fısıldamıştı.
Alfred Kantorovitz, Bonn
Üniversitesinde öğrencilerine zorlu bir 20 yaş dişini nasıl
çekeceklerini bir hasta üzerinde göstermekteyken, kliniği basan Kahverengi
Gömlekliler Kantorovitz’i sosyaldemokrat olması gerekçesiyle tutuklayıp Lichtenstein’daki
Börgermoor konsantrasyon kampına göndermişlerdi.
Fritz Neumark, Göethe Üniversitesindeki
görevinden karısının Yahudi olması gerekçesiyle atılmıştı.
Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Gerhard Kessler, Curt
Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut,
Margareta Lihotzy-Schütte, Albert Eckstein
ve daha pek çok bilim insanı, sanatçı, siyaset bilimcisi faşist zihniyetin yok
edici ayrımcılığından kurtulamamış, ailelerine, çocuklarına bakabilecek pozisyonlarını
kaybetmişlerdi. Sadece 14 sene önce 1.Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış yoksul
Almanya’da, yoksul ailelerin bu çalışkan çocukları türlü fedakârlıklarla
kendilerini yetiştirmiş, kürsü, pozisyon sahibi olmuş, artık Almanya’nın
geleceğini teslim edecekleri öğrenciler yetiştirmeye başlamışlardı. Ne var ki
Nazizm şimdi üzerlerinden biçerdöver gibi geçmişti. O meşum tarihte, 1933’te ne
Amerika Birleşik Devletleri, Ne İngiliz Krallığı ne de hiçbir Avrupa ülkesi
Hitler’in kovduğu bu profesörleri -Einstein kadar ünlü bir kaçına tanıdıkları
istisna dışında- göçmen olarak almaya cesaret edememekteydi. Neyse ki Schwartz
ve Einstein’ın çabaları sonuç vermiş; Atatürk olabildiğince hızlı ve
olabildiğince çok sayıda bilim insanına Türkiye’nin kapılarını açmıştı. Çürümüş
Osmanlı yapıları üzerine bina ettiği Cumhuriyet henüz sadece 10 yaşındaydı ve
sosyal, siyasal, iktisadi, medeni, bilimsel alanlarda çağdaş uygarlık düzeyini
yakalamak için “en hakiki öğreticinin bilim” olduğuna
inanmaktaydı. Yıldırım hızıyla bürokratik ve diplomatik engeller aşıldı, 1933
yılının Temmuz ayında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çağdaş üniversitesi
İstanbul’da yukarıda adlarını saygıyla andığımız göçmenler tarafından açıldı.
Bebek cumhuriyet aradığı ilaca, beyin gücüne kavuşmuştu. Devrimler hız
kazanmış, kadın erkek eşitliği başta olmak üzere, eğitim ve sağlık politikaları
baştan aşağı değişmişti. Artık Türkiye’nin her yerinde okullar açılmakta, Türk
insanı Osmanlı Devletinin kendini mahkûm ettiği cehalet prangalarından
kurtulmaktaydı.
Ankara’da
kurulan Devlet konservatuarının kapısını bir gün 17 yaşında bir kız çocuğu
çaldı. İstanbul’dan trene atlayıp
gelmişti Ayşe Leyla. Tek bir amacı vardı. Opera şancısı olmak. Carl Ebert,
Ernst Praetorius ve Paul Hindemith’in öğle yemeğini takiben hep yaptıkları gibi
çiftekavrulmuş lokum eşliğinde Türk kahvesi yudumladıkları sırada Ayşe Leyla
dizleri titreyerek odaya girdi. Hindemith piyanoyu açtı. Ayşe’ye hangi opera
partisyonunu bildiğini sordu. Bir ay sonra Ayşe Leyla kendisini Berlin’e
götürecek olan Orient Expres’in kulakları yırtan ıslığı ve raylardan çıkan ilk
takırtılarla anladı, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Sesinin
oktavlarını, pürüzsüzlüğünü, hançeresinin derinliğini, şarkı söylerken
etrafında oluşan görünmez haleyi gören üç büyük müzik insanı onun eğitimini
Almanya’da almasına karar vermişlerdi. Eğitimini tamamlayacak, Türkiye’ye
dönecek ve Ankara Operasının primadonnası olacaktı.
Berlin
kabareleri ve müzikholleri egzotik güzelliği ışıltılar saçan Ayşe Leyla ile
henüz tanışmamıştı ama onu ilk gördüğü gün kalbinden vurulan Max Fritz
yönettiği orkestranın senkronunu bir daha toparlayamayacağı şekilde kaçırmıştı.
İlk kahvelerini Charlottenburg’da Cafe de Lebens‘te yudumladılar. Suda ilk taş
sektirmelerini Kaiser döneminde avlak
olarak kullanılan Tiergarten’da,
söğütlerin saçlarını yıkadığı Spree kıyısında
yaptılar. İlk şaraplarını bir gün batımında yelkenlileri seyrederken Wansee’de içtiler. Van Gogh,
Toulouse-Lautrec, Oscar Wilde ve Attila İlhan’ın vazgeçilmezi Absinth’i kesme
şekere damlatarak Chamäleon Varieté’de tattılar.
İlk öpücüklerini –iki ağır batarya kadar sarhoş olup- yerini
unuttukları bir köşe başında, bir seher vakti verdiler.
Aradan
geçen dört sene boyunca yaşadıklarını ikisi de hiç unutmayacaklardı. En çok da
havagazı lambalarının yakıldığı saatlerde, Berlin sokaklarına safir mavisi
huzmeler yayıldığında ve hele de kar yağmışsa, yağmışsa bembeyaz şehrin üstüne,
bu gecede olduğu gibi, Franz Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan mısralar
okurlardı birbirlerinin kulaklarına: “Eğer mutluluktan ölünüyorsa bu
benim başıma gelmeli. Ve eğer ölüme yazgılı biri mutluluk sayesinde hayatta
kalıyorsa, o zaman ben hayatta kalacağım. Düşünsene yanımda yürüyordun Milena,
yanımda yürümüştün.”
Ve 9.Kasım.1938 gecesi, Almanya tarihinin en kara
gecelerinden biri olarak not düşülen o Kristallnacht kabusu; Max için de aşkları için de hem
aydınlandıkları, hem karanlıklarının başladığı gece olacaktı.
Almanya 17 bin Polonyalı
Yahudi’yi sınır dışı etmişti. Polonya’nın almayı reddettiği zavallılar iki ülke
arasında sıkışıp kalmış, çoğu soğuk, açlık ve hastalıktan yaşamını yitirmişti. Ölenler
arasında ailesinin de olduğunu öğrenen 17 yaşındaki Herschel Grynszpan, Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ni basmış Konsolos Ernst
vom Rath’ı tek kurşunla
indirmişti. Goebbels bunun organize bir Yahudi komplosu olduğunu öne sürerek
Alman ırkını intikam almaya çağıran konuşmalarla kışkırtıp, Yahudileri hedef
göstermişti. Sivil polislerin provokasyonuyla Kasım'ın 9'unu 10'una bağlayan
gece kanlı saldırılara göz yumuldu. Polis ve itfaiye olaylara kasıtlı olarak
müdahale etmedi. Geceye bu ad, saldırıdan sonra sokakları kaplayan cam
kırıklarının ışıltılarından esinlenerek verilmişti. Gecenin sonunda 91 Yahudi
öldürülmüş, yüzlercesi ağır yaralanmış, Yahudilere ait 7.500 dolayında iş yeri
yağmalanmış, tahminen 177 sinagog yakılıp yıkılmış, pek çok Yahudi mezarlığı, “gömü
var” efsanesiyle tahrip edilmişti.
Max,
Berlin Operasında kompozitör ve en genç orkestra şefi olarak çalışan, geleceği
oldukça parlak, Aryan bir aileye mensup, yapılı bedeninden beklenmeyecek kadar
zarif bir modeldi. Modeldi, çünkü sekiz yaşındayken, Nazi Partisi üyesi
babasının da önermesiyle ressam karşısına oturmuş, yeni Almanya’nın, Hitler’in
istediği üç çocuklu çekirdek aile konseptini anlatan afişinin erkek çocuk
modelliğini yapmıştı. Kristallnacht gecesi Ayşe Leyla’nın evinde, bir Berlin
ayısı postunun üzerinde, şöminenin önünde sarmaşıklar gibi sarılıp, çırılçıplak
uykuya dalmışlarken sokaktan gelen yağma sesleriyle uyanmışlardı. O güne dek
Naziler’in giderek artan baskılarına şahit olsalar da, bu dönemin özel bir
politik süreç olduğunu düşünmüş, hiç politikayla ilgilenmemiş, 30’lar Berlini’nin
sanat ve eğlence gecelerinde soluklarını tüketmişlerdi. Şimdi evin alt
katındaki züccaciye dükkânında ne varsa tuzla buz edilmekteydi. Dükkân sahibi
ve aynı zamanda çocuklarından boşalan katı Ayşe Leman’a kiralamış olan üst
katlarındaki ev sahibesi tonton Rakel teyze kapılarını çalmış, 77
yaşındaki kocası Herr Shumiel ile kendisini linçten korumaları
için Ayşe Leman’a ricacı olmuştu. Kapıya dayanan SS subayına pasaportunu
uzatırken; “Ben bir Türk opera sanatçısıyım. Gece kapımı askerler
yumruklasın diye değil, Türk Devleti bursuyla eğitim almaya geldim buraya.”
Diyerek çıkışmış ve Shumiel çiftinin infazlarını, kim bilir hangi konsantrasyon
kampında tamamlanacak, dört yıl ertelemişti.
9.Kasım.1938
gecesi bu felaket yaşanmışken 10.Kasım 1938 sabahı Ayşe Leman her sabah yaptığı
gibi saat 9:00’da radyoyu açmış, gece yaşanan gerginliği bir parça dağıtmak
için “Sabah Konseri”ni dinlemeye başlamıştı. Her ne kadar ismi
anons edilmese de, iki aydan beri Berlin Radyo’su Ayşe Leyla’nın
bedeninden beklenmeyen kontralto sesi çok sevmiş, her sabah birkaç arya ile
kulakları şenlendirir olmuştu. İşte o sabah, daha önce radyo stüdyosunda yaptığı
plak kaydından Puccini'nin
La Bohème'inin
Mimi’nin Son Şarkısı çalmaktaydı
ve Ayşe Leman’ın yüreği bir anda cız etmişti. Son zamanlarda memleketten gelen
acı bir haber zaten dağlamaktaydı yüreğini. Atatürk
komadaydı. Ayşe Leman’ın tek istediği ise, sayesinde kadınların erkeklerle
eşit haklar kazandığı, sayesinde genç bir kadın olarak Müslüman ülkede opera
söyleyecek bir sanatçı olma şansını bulduğu bu büyük devrimcinin huzurunda,
kendi memleketinde arya söylemekti. Ne
var ki bu arzusu –tutku mu demeli- sonsuza kadar gömülecekti çünkü radyo 10:00
haberlerinde Atatürk’ün son nefesini verdiğini duyurmuştu. Herr Shumiel’in gece
boyunca elinden düşürmediği tespihini rica etti. Odasına girip yatağına oturdu
ve bildiği tüm dualarla devrimciyi Berlin’den uğurladı.
Sonraki
günler şimşek hızıyla geçmeye başladı. Max’la birlikte bir opera sahnesinde
performans vermek üzere uzun zamandır provalar yapmakta, prova aralarında
aşklarına yeniden, yeniden ve yeniden yakacak atmaktaydılar. Max’in olağanüstü
kompozisyonu, Ayşe Leyla’nın egzotik kostümleri, dekorlar, ışıklar her şey
hazırdı. Afişler bile hazırdı. Genel prova sırasında salonun kapıları açıldı ve
genç bir Yüzbaşı Aryan ırkından olmayanların sahneye çıkmalarının
yasaklandığını bildiren kanunu önlerine koydu.
Ayşe Leman soluğu Max’le birlikte Berlin Kabareleri’ne gittikleri
gecelerde karşılaştıkları General Franz Conrad von Moltke’nin
ofisinde aldı. General Conrad, yine absinth içip Berlin gecelerine akan çiftle
bir gece Variete’de karşılaşmıştı. Çarliston kostümü, siyah kısa
kesilmiş saçları, serin kuyulardan yükselirmiş gibi çınlayan kahkaları ve Tiergarten’daki
ahuların, Ayşe Leyla’nın gözleriyle karşılaşınca, utançtan kapadıkları
gözlerinden daha ıslak bakışları olan bu genç kadını hayranlıkla izlemeye
başlamıştı. Bir çift Nazi gözünün üzerinde gezdiğinden habersiz Ayşe Leman,
absinthin etkisi ve Variete’nin presentatörü, eski dostu Janjan’ın
ısrarıyla sahneye çıkıp da Lili Marlen’i Marlene Dietrich
edasıyla söylediğinde, General Conrad şampanyaya abone olmuş, her
karşılaşmalarında Champagne Krug 1928’leri –nasıl olsa
müesseseden- ardı ardına patlatması 1938 Berlin’inde şehir efsanesi olarak
yayılmıştı. Berlin Radyosu’nda Ayşe Leman’dan aryalar söylemesini isteyen de
oydu. Şimdi bu ıslak bakışlı ahu karşısına geçmiş, “Beni sahneye
çıkartmazsanız, ben de radyonuzda bir daha asla arya söylemem!”
Demekteydi. Conrad ne yaptı ne ettiyse de bu inatçı keçiyi ikna edemedi. Nazi
kanunu demiri bile keserdi ve Ayşe Leman sahneyi de, radyoyu da unutup karalar
bağlamış, artık Berlin’in ışıltılı gecelerinden ayrılıp, İstanbul’una dönme
zamanının yaklaştığını anlamıştı. Gel gör ki Aryan Almanlar aynı fikirde
değildi. Adını dahi bilmedikleri –ki Aryan olmadığı için anons etmemekteydiler,
Koyu Bordo Kadife Sesli Kadın’ın radyodan ayrıldığını duyanlar
ısrarla radyoya mektuplar yazmaya başlamışlardı. Olur a, geceleri bir yerlerde
karşılaşırsalar, Ayşe Leman Conrad’ın yüzüne dahi bakmıyor, gönderdiği Krug
1928’leri anında iade ediyordu. General, Göebels’in altından girdi,
üstünden çıktı ve nihayetinde ne afişlerde, ne de hiçbir yerde adının geçmemesi
kaydıyla –sadece Max’in adı yazılacaktı, kompozitör ve şef olarak- sahneye
çıkma iznini koparabilmişti. Koyu Bordo Kadife Sesli Kadın Nazi
kanunlarına başkaldırmış ve mucizevi bir şekilde kazanmıştı. Ne var ki bu kez
de Max’in babası Motzart’ın Don Giovanni’si gibi dikilmişti aşkın
önüne. Oğlunu ihbar etti. Max bir sabah ansızın Ayşe Leman’ın sıcak koltuk
altından kopartılarak askere alındı. Önce Berlin’de acemi eğitimi görecek,
sonra da kim bilir hangi cepheye gönderilecekti. Öyle ya, Aryan olmayan bir
kızla evleneceğine, Alman Ulus’u için cephede şehit olması beklenirdi, koskoca
Don Giovanni’nin oğlunun. Hem zaten Naziler Aryan olmayanlara sadece sahne
yasağı koymamış, Aryanlar’la evlenmelerini de yasaklamıştı.
Adolf Hitler 1933 yılının Ocak ayı biterken azınlık oyuna
rağmen Alman şansölyesi olmasa, nasyonalist oyları konsolide etmek için
tezgahladığı Reichtag yangını propogandasına hizmet etmese, daha iktidara
geleli sadece 2 ay geçmişken, Alman Çalışma Yasalarını değiştiren -“Das Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums”-
yasa 7.Nisan 1933’te yürürlüğe girmemiş olsa, Ernst Reuter, Carl Ebert,
Ernst Praetorius, Paul Hindemith, Herbert Dieckmann, Erich Frank, Rudolph
Nissen, Ernst Hirsch, Fritz Arndt, Willhelm Röpke, Fritz Neumark, Alfred
Kantorovitz, Gerhard Kessler, Curt Kossovig, Clemence Holzmeister, Rudolph
Belling, Joseph Ingemeier, Bruno Taut, Margareta Lihotzky-Schütte, Alber
Eckstein, Philipp Schwartz gibi hepsi birbirinden değerli sanatçılar,
doktorlar, bilim adamları, edebiyatçılar, iktisatçılar Nazi hışmına uğrayarak
üniversitelerindeki kürsülerinden, devlet dairelerinden, belediyelerden Alman
siyasi ve sosyal yaşamından dışlanmasalar, dışlananların başını çekerek Philipp
Schwartz Zürich’te Albert Einstein’la buluşmasa, birlikte “Notgemeinschaft
Deutsche Wissenschaftler im Ausland” adlı Almanya’dan dışlanmış bilim
adamlarının dayanışma örgütünü kurmasalar ve Einstein, Mustafa Kemal
Atatürk’e bir mektup yazmış olmasa, belki de Ayşe Leyla 1939’un bu
Şubat soğuğunda aşık olduğu adamı Prusya Cephesine göndermeden önce, Berlin’in
Admiral Brück’ünden sisli kanala bakarak sigara yakmayacaktı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.